"Bir imparatorluğun ardılı ve doksan yıllık oturmuş bir rejimin sahibi olan Türkiye; plansız, disiplinsiz ve milli ülküsünden yoksun bir şekilde, gelişen bilim ve teknolojiyle gittikçe güçlenen milli düşmanları karşısında ve milletler arası mücadelede ne yapacak?
ABD ve AB, Türkiyeyi Suriye yapamaya gayret ederken, Rusya Kırıma yaptığını Kazakistana yapmak için kapıda beklerken, İran nükleer güç olup Türkiye ile Türkistan arasında demir dağ olurken, Çin Hatay'ın güneyine asker gönderirken, Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Fidan ve Akar Türkiyeyi bu kurtlar sofrasından çıkartabilir mi?
Tüm bu emperyalist saldırılara, 6 milyonluk nüfusu, 200 bin km2 yüz ölçümü ile Kırgızistan mı 'Dur' diyecek?"
İnsanın tabiatla olan mücadelesi, insan aklının sürekli gelişmesinin bir nedenidir. Tabiatın kucağında emekleyen insan, karşılaştığı zorluklara deneme yanılma yönetimi ile sürekli çözüm aramaktadır. Bu süreç içerisinde kazandığı tecrübeler insan aklının gelişimine katkı sunmaktadır. Gelişen insan aklı; insanı, insanları, insanlığı, kavramları ve tabiatı da şekillendirmektedir. Bu şekillendirme dahilinde birçok eylem özünde aynı kalmakla birlikte uygulanış biçiminde çeşitlik gösterir. Tarih ve günümüz bize, sömürgeciliğinde çeşitlendiğini göstermektedir. Öncesinde kıyım üzerinden yürütülen sömürgecilik faaliyetleri, insan aklının gelişimiyle 'ümmetçilik' 'mandacılık' 'himayecilik' 'ideolojik ortaklık' 'bireyselcilik' 'hürriyetçilik' adları altında farklı çeşitlerde aynı niyetle yürütülmektedir.
İkinci Dünya Savaşının ardından kurulan yenidünya düzeninde ise sömürgecilik yine aynı niyetle yine farklı adlarla sürdürülmüştü. Oluşan ikili blok da kapitalizm (İngiltere/ABD); refah toplumu, demokrasi, bireysel hürriyet, rekabet, şatafatlı yaşam propagandası ile yeni koloniler aramaya devam etmiştir. Bu sömürünün karşısında duran ve ikinci bloku oluşturan sosyalizm (Rusya); seküler toplum, sınıfsız toplum, eşitlikçi düzen, emekçi sınıfı ve ezilen halkların hak ve hürriyetleri propagandası ile kendi sömürge alanını yaratmaya çalışmaktaydı. Kapitalist blok, Latin Amerika, Afrika ve Asya da kendi sömürge alanını korumak için Nazileri kıskandıran katliamlar yapmaktan çekinmemiş ve kendi blokuna dahil ettiği ülkeleri demokratikleşme, kişisel hak ve hürriyetler, rekabetçi ekonomi dayatmaları ile asimile edip kendi için köleleştirmeye çalışmıştır. Tüm bunlara cephe aldığını iddia eden sosyalist blok ise; Güney Koreyi esir etmeye çalışmış, 1956 yılında Macaristan'ı, 1968 yılında Çekoslovakyayı tankları ile işgal etmiş, yetmiş yıl boyunca dünyanın dört bir yanında terörizm yaratmış, iki milyar insanı birkaç kişinin emrinde istemedikleri bir hayata mahkum etmiştir.
İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan bu dünya düzenin 1990 yılında tarihe karışması ile birlikte gelişen insan aklı, sömürgecilik fikrini yine çeşitlendirdi ve içinde bulunduğumuz dönemde liberalizm ve küreselleşme şeklini aldı. Demokratikleşme adı altında ulus-devletlerin çözülmesi, serbest piyasa ekonomisi adı altında milli kültürlerin yozlaştırılması, iletişim çağı söylemi ile tüketimin kültürünün dağ evlerine kadar yaygınlaştırılması, apolitik nesillerin yetiştirilmesi, oluşturduğu moda, 'sanat', dil ve bilgi akışı ile tek tip uyuşmuş kitlelerin yaratılması, küreselleşmenin 'neo-emperyal' gerçeklikleridir. Küreselleşme ile birlikte kadın başta olmak üzere birey özgürleşecek, homoseksüel evlilikler yasallaşıp yaygınlaştırılacak, sınırlar ikinci plana atılarak paranın ve insanın gezinmesi kolaylaşacak, tabiat ve hayvanlar korunacak, ülkelerden daha çok şehirler ön plana çıkartılarak bütün insanlık refaha erecek.
Tüm bu düşünceler ve bu düşüncelerden türetilen söylemler teorikte kulağa hoş gelse de (benim için değil) eylem sahası, bu düşünce ve söylemlerden oldukça uzaktır. Çünkü insan aklını ne kadar geliştirirse geliştirsin yenemeyeceği ve kontrol altına alamayacağı tabiat kanunları vardır. İnsan aklı, iklimleri ve doğal afetleri yenemez yalnızca korunabilir. Tıpkı bunun gibi milliyetçilik de bir tabiat (biyoloji) kanunudur. Ve insanlık tarihi milletler arası bir mücadele üzerine kuruludur. Sömürgecilik paralelinde geliştirilen sözde insani fikirler, hangi düşünceyi öğütlerse öğütlesin tabiatın bu gerçekliğini silemez. Milletler bir hakikat olduğu için milletleri var eden ve yaşatan milli ülkülerde birer hakikat niteliği taşımaktadır. Milli ülkülerin hakikat olduğunu yaşadığımız şu zaman dilimi içerisinde de açıkça görmekteyiz.
Çar I. Petro'dan itibaren şekillenen Rus milli ülküsü, denizlere açılmak, Doğu Avrupa, Kafkasya ve İç Asya'ya yayılmaktır. Yaşanan Rus-Çeçen Savaşı, Rus-Gürcü Savaşı, Kırım İşgali, Ukrayna Savaşı Rusların hala milli ülkülerinin izinde olduğunu göstermektedir. Bismarck önderliğinde kurulan Almanya'nın ise milli ülküsü kıta Avrupa'sına egemen olmak ve Rusların Avrupa'ya yayılmasını engellemektir. Avrupa Birliği adı altında Almanların, Avrupa ekonomisini ele geçirmesi ve NATO ile Rusya'yı Avrupa dışında tutmaya çalışması, Almanlarında milli ülkülerinin yolunda olduğunu kanıtlamaktadır. Aynı şekilde 'Güneş Batmayan İmparatorluk' kuran İngilizlerde dönüşen dünyada sömürge topraklarından çekilmiş fakat nüfuzundan vazgeçmemiştir. 1956 yılında Mısır ile İsrail arasında yaşanan Süveyş Krizine nüfuzları gereği müdahil olarak Mısır'a asker çıkarmış, 1982 yılında ta Antarktika kıtasında bulunan Falkland adalarını Arjantin'e vermemek için Arjantin ile savaşmıştır. On dokuzuncu yüzyılda oluşturduğu dünya hâkimiyetini korumak İngiliz milletinin milli ülküsüdür ve İngilizler hala milli ülkülerin bekçiliğini yapmaktadır.
Çevremizde konuşlanmış olan Yunanistan ise Kıbrıs olayları ve Kardak Krizindeki tutumu ile hala Megali İdea niyetini muhafaza etmektedir. Osmanlı Devleti'nin yıkılması ile su yüzüne çıkan İran-Arap çekişmesi ve ikin bin yıllık esaretin ardından kutsal topraklarına erişen Yahudi İsrail Devleti'nin Kudüs ısrarı, Kosova'da yaşanan Arnavut-Sırp mücadelesi, eski Yugoslavya'nın bugüne taşan etnik mücadeleleri ve daha nice örnekler, mevcut milletlerin milli ülkülerine yürüdüklerini göstermektedir.
Peki, milletler diğer milletler ile savaşı veya mücadeleyi göze almak pahasına milli ülkülerinin, destanlarının, ata yurtlarının izinden giderken Türk Milletinin durumu nedir? Yine net bir şekilde cevap veremediğimiz soru ile karşı karşıyayız. Türk Milleti hiç şüphesiz yarın gırtlağına sarılacak milli düşmanlarını görmezden gelmekte, demokrasi hastalığının yaratmış olduğu partizanlık nöbetleri ile birbirini yemekte, kendi kanından olan Kırım Türklerinden, Güney Azerbaycan Türklerinden, Tataristan Türklerinden ve Doğu Türkistan Türklerinden bihaber, sanki onlar oralarda yokmuş gibi 'dünya konjonktürünün' gerektirdiği açıklamaları ve eylemleri yapmaktadır.
Bir imparatorluğun ardılı ve doksan yıllık oturmuş bir rejimin sahibi olan Türkiye, plansız, disiplinsiz ve milli ülküden yoksun bir şekilde, gelişen bilim ve teknolojiyle gittikçe güçlenen milli düşmanları karşısında ve milletler arası mücadelede ne yapacak? ABD ve AB, Türkiyeyi Suriye yapamaya gayret ederken, Rusya Kırıma yaptığını Kazakistan'a yapmak için kapıda beklerken, İran nükleer güç olup Türkiye ile Türkistan arasında demir dağ olurken, Çin Hatay'ın güneyine asker gönderirken, Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Fidan ve Akar Türkiyeyi bu kurtlar sofrasından çıkartabilir mi?
Tüm bu emperyalist saldırılara, 6 milyonluk nüfusu, 200 bin km2 yüz ölçümü ile Kırgızistan mı 'Dur' diyecek?
Yaşadığı yerler kendine dar geldiğinde çadırını dererek acunu kendine yurt eden milletimiz, bu sefer çıkışı olmayan bir Ergenekona girmiş gibi görülmektedir.
Tanrı yardımcımız olsun!