Bundan önceki yazılarımda derecelendirme kuruluşlarını ne olduğunu ve bu kuruluşlar tarafından not düşürülmesinin teorik olarak Türkiye gibi ülkelerin ekonomisine ne tür etkisi olabileceğini yazmıştım.
Bu sefer ekonomi teorisi açıdan doğru olan bu etkilerin günümüzde Türk ekonomisine neden yansımayacağına, yada sadece kısmen yansıyacağına inandığımı yazmak istiyorum.
Peşinen belirteyim; Öyle herkesin bize gıpta ettiği bir ekonomiye falan sahip değiliz.
Mevcut iktidarın özellikle ilk hükümet yıllarında, daha doğrusu 2008'in sonuna kadar, kendine mal ettiği 'Ekonomik Başarı' 57. Hükümetin kabul ettiği İMF uygulamalarının devam ettirmesinden ibarettir.
Milletimiz bu uygulamaların cefalı dönemini 57. Hükümet döneminde çekerken, uygulamaların fayda göstermeye başladığı anda iktidar AKP'ye devredilmiştir!
Kaldı ki, özellikle 2002-2008 arası yabancı yatırımların Türkiye'ye yoğun geri döndüğü dönemde, gelen parayı kalıcı yatırımlara çevirmektense, hükümet daha kısa vadede daha göz doyurucu ama kalıcı olmayan, karlılık oranı uzun vadede düşük yada hiç olmayan yatırımlar tercih etmiştir.
Bunun en belirgin örneği ise inşaat sektörüdür. Nasıl Hitler Weimar Cumhuriyeti ekonomik çöküntünün doruğunda olan Almanya'nın kalkınmasını yol ve devasal inşaat projeleri ile hızlandırmış, işsizliği azaltmış ve insanlara ekonominin hızla düzeldi hissini vermişse, iktidarda aynı strateji ile özellikle inşaat sektörüne odaklanmış ve kısa vadeli hızlı bir kalkınma hissi yaşatmıştır.
Bu kendi kaynağı olmayan bir ülke için sadece dışardan gelen para ile mümkündür. Her ne kadar GSYH'nın 2001 sonu 200 Milyar USD'den 2015 sonu itibariyle 720 Milyar USD'ye gelmiş olsa da buna karşılık Türkiye Dış Borcunun da aynı süre içinde yaklaşık 110 Milyar USD'den 410 Milyar USD'ye arttı. Yani GSYH ortalama yıllık % 9,75 ile büyürken Dış Borç'ta ortalama yıllık %9,24 gibi bir oranla büyüdü.
İşte bunun için alınan borcun neye kullanıldığı çok önemli. Aldığınız dış borçla kendi otomotiv markanız ve üretiminiz yokken duble yol yaparsanız, o yollar borcu geri ödeyemez! Yolların ekonominizi teşvik etmesi ve kalıcı bir büyüme sağlaması için kendi ürettiğiniz otomotiv olması lazım ki tüketiciniz yaptığınız yollar sayesinde araba üretiminize talep göstersin. Eğer kendi otomotivinizi üretmiyorsanız, yollar sayesinde yarattığınız talep ile dışardan araba ithal etmenize yol açar ve bunun için de daha fazla borçlanmanız gerekir!
Yani mesele borç almaktan ziyade aldığınız borç ile ne yaptığınıza bağlı. Aldığınız bir birim borç ile 1,5 birim değerinde üretim sağlamanızı yatırım yaparsanız bu kalıcı bir kalkınmadır. Ama aldığınız borç ile sadece 0,9 birim elde edecek yatırım yaparsanız, ekonominiz o borç aldığınız 1 birimi geri ödeyecek ve üstüne de tekrar ihtiyacınız olan 0,1 birimi kapatacak borç bulabildiğiniz sürece 'büyür'(!). Ama bu kalıcı bir kalkınma değildir!
İşte Türkiye'de uygulanan ekonomi politikası maalesef bu büyümeye dayalıdır. ArGe ve Yenilikçi sektörlere yatırım ekonominin büyüklüğü ve özellikle borcun büyüklüğü ile orantısız derecede azdır!
Dolaysıyla Türkiye'nin ekonomisi çok kırılgan durumdadır ve tamamıyla dıştan finanse edilmesine bağlıdır. Onun için Moody's 'in derece notu düşürmesi, ve Türkiye'nin 'Yatırım Yapılamaz' sınıfına girmesi bu kadar önemlidir!
Buna rağmen ben yakın geleceğimizde not kırmanın Türk ekonomisini çok büyük çapta etkileyeceğini düşünmesem de böyle giderse orta ve uzun vadede büyük bir krizin, hatta 2001'i mumla aratacak bir krizin, geleceğine inanıyorum. Tabi bunda dünya ekonomisinde ki gelişmeler de çok önemli. İtalya'nın gittikçe sermaye piyasalarının canını sıkan durumda olması, Deutsche Bank'ın Alman Devleti tarafından kurtarılması gerekeceği düşünüldüğü bir dünya piyasasında bir çok şey inanılmaz hızla gelişebilir.
Şimdilik, bu tür dış etkenler yaşanmazsa, sanırım Türkiye'de sadece maliyetler artacaktır, ama Türkiye'nin kaldıramayacağı kadar değil. Evvela dünyanın en büyük merkez bankaları faizleri yakın zamanda ciddi manada artıracak durumda değiller.
Dolaysıyla Türkiye'nin ödemesi gereken faiz oranı temeli 0'a yakın olduğu için bütünüyle eski dönemlere, özellikle 2001'e nazaran düşük olacak.
Ayrıca göz önünde bulundurulması gereken önemli bir dış etken de eskiye nazaran bankacılık sektörünün çok daha güçlü ve sermaye yeterlilik oranları yüksek olması. Bir çok büyük banka ya kısmen ya da tamamen yabancı sermayenin elinde. Bunun avantajı ise bankaların dış borçlanmada borçlarını dönmeme ihtimalinin çok düşün olması. Yani sendikasyon kredileri ile borçlanan bankalar daha pahalıya borçlanma durumunda olsalar bile borçlanamama durumuna gelmeleri şimdilik zor görünüyor.
Ama özellikle 15.7.'den sonra bir çok batı bankasının Türkiye'ye kısa vadeli kredi işlemleri durdurduğu bir gerçek.
Buna rağmen Türk ekonomisi olayların büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda beklendiği kadar kötü bir tepki vermedi. 15.7. gibi bir olayın sonrası USD / TRY paritesi 2,90 civarından 3,10'a çıktı ama tekrar 2,95'in altına düştü. Moody's in 23.9.'da Türkiye'nin notu 'yatırım yapılamaz' seviyesine çekmesine rağmen şu anda 3,00 civarında, yani yılbaşında olduğu seviyelerde.
Döviz paritesindeki bu tepki, olayların önemi ile kıyaslandığında bayağı ılımlı kalıyor ve Türkiye'ye para girişi olduğunu gösteriyor. Aslında Türkiye'den batı yatırımcılarının çıkışı uzun müddetten beri yaşanıyor. Ama o çıkışa karşı para girişi de yaşanıyor. Bu girişin, kısmen Ortadoğu, kısmen yakın zamana kadar paralarını yurtdışında yastık altında saklayan 'Türk' sermaye olduğu rivayetleri olduğu gibi son yaşanan siyasi gelişmeler sonrası Rusya ve komşuları kaynaklı olabileceği tahmin ediliyor.
Ve bence asıl işin can alıcı noktası da bu. Türkiye'de sermaye ve likidite yapısı uzun müddettir değişiyor.
Bu 'yeni yatırımcılar' hangi vaat ve taahhütlerle Türkiye'ye geliyor?
Tabi bütün bu olayaları sadece Türkiye'ye odaklanarak değerlendirmenin doğru olmayacağı kanaatindeyim.
İngiltere'nin AB'den ayrılması, TİTİP'in çıkmaza girmesi, VW ve Deutsche Bank gibi şirketlere ABD'de kurumsal varlıklarını tehdit edebilecek cezalara çarptırılabilme ihtimaliyle gözdağı verilmesi, ve hatta Ukrayna, Suriye, dünyada Kızıl Perde'nin yıkılmasından beri yaşadığı en önemli ve köklü değişimler yaşandığını göstermekte.
Hal böyleyken, tesadüfen, uzun vadeli strateji olmadan, tek gayesi azınlık bir kitlenin kendi çıkarını ve gününü kurtarması olan siyaset Türkiye'yi felakete sürükleyebilir.