Ekonomiyi anlamak için anlık bakış asla kafi olmaz.
Ekonomi her zaman bir süreçtir. Her ne kadar bir yaşanan kriz için bir tarih vermek mümkün gözükse bile, o tarih ancak o krizi tetikleyen bir olayın gerçekleştiği tarihtir. Oysa o krizin asıl sebebi tetikleyen olaya gelene kadar yaşanan süreç ve olaylardır.
Onun için günümüzde geldiğimiz noktayı daha iyi anlayabilmek ve bundan nasıl kaçınabilirdik araştırabilmek için geriye dönük bakmak gerekir.
Türkiye Cumhuriyetinde ekonomik algı, anlayış ve yönetimin değiştiği dönem ve olaylar vardır. Bunu anlamak için Cumhuriyet'in ekonomi tarihini incelemek gerekiyor.
Evet, Cumhuriyetimiz çok zor şartlarda, çok ağır bedeller ödenerek kazanıldı. Dün olduğu gibi bugün de bir ekonominin en önemli iki tabi sermayesi vardır
- İnsan Kaynağı
- Tabiatı, yani tabi kaynakları
Ağır ve yıprandırıcı savaşlar sonrası zaten büyük kayıplar vermiş olan Türkiye Cumhuriyeti nüfusu yoksul ve perişan durumdaydı ve özellikle tifüs ve kolera gibi hastalıklar yüzünden daha da çok yıpranıyordu. Buna karşılık sağlık sisteminin durumu içler acısıydı. Aynı dönemde 1. Cihan Harbinden mağlup çıkmış ve tarihinin belki de en büyük ekonomik buhranını yaşayan Almanya'da bile 10000 nüfusa düşen hekim sayısı 7 iken; bizde 2 idi. Köylerde bir çok zaman bu hekimler bilinmezdi.
Sağlık yanı sıra insan kaynağının kalitesini belirleyen ikinci unsur olarak eğitim sisteminin durumu da tam bir vehametti. 1923'te Almanya'da okuma yazma oranı %99 civarındayken bizde %2,5'tu.
Sanayileşmiş ülkelerde örneğin İngiltere'de 1924'te tarımın milli gelirde payı %4,4, sanayinin %55 ve hizmet sektörünün %40,6 iken, 1929' da Türkiye'de tarımın milli gelirde payı %50, sanayinin ise % 15-16 civarı idi.
Evet, bu Cumhuriyet bu koşullarda yola başladı.
Başta Mustafa Keman Atatürk olmakla beraber Cumhuriyeti kuranlar, barut ve her şeyden önemlisi kan ile kazanılan istiklalin sadece iktisadi bağımsızlık ile muhafaza edilebileceğinin farkındaydılar. İktisadi bağımsızlık ise mümkün olduğu kadar dışarıya bağımısızlık, veya vaz geçinilmezse dışarısı ile karşılıklı eşit seviyede bağımlılık demekti.
Bunun için özel sermayenin yetersiz olmasından dolayı 1933'ten sonra devlet eliyle sanayileşme süreci başlatıldı.
20 Mayıs 1933'te Devlet Hava Yolları, Petrol Arama ve İşletme İdaresi ile Altın Arama ve İşletme İdaresi kuruldu.
Bu dönemde bir çok önemli adım atıldı, 1936'da madenlerin millileştirilmesi politikasına gidildi. Kurulan bir çok fabrika ve kurum oldu. Bunlardan önemlileri şüphesiz Ankara Çubuk Barajı ve Nuri Demirağ Uçak Fabrikası'dır.
''Avrupa'dan, Amerika'dan lisanslar alıp uçak yapmak kopyacılıktan ibarettir. Demode tipler için lisans verilmektedir. Yeni icat edilenler ise bir sır gibi, büyük bir kıskançlıkla saklanmaktadır. Binaenaleyh kopyacılıkla devam edilirse, demode şeylerle beyhude yere vakit geçirilecektir. Şu halde Avrupa'dan ve Amerika'nın son sistem tayyarelerine mukabil, yepyeni bir Türk tipi vücuda getirilmelidir.''
Nuri Demirağ
Devrin en zengin iş adamı olan Demirağ, 1936 yılında uçak fabrikasına kurma girişimine başladı. O yıllarda ordunun uçak ihtiyacı halktan ve zengin işadamlarından toplanan bağışlarla karşılanmaktaydı. Kendisinden uçak satın almak için başlatılan bir bağış kampanyasına katılması istendiğinde "Benden bu millet için bir șey istiyorsanız, en mükemmelini istemelisiniz. Mademki bir millet tayyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama vasıtasını başkalarının lütfundan beklememeliyiz. Ben bu uçakların fabrikasını yapmaya talibim." sözleriyle karşılık vermişti.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk 15 yılında hakim olan bu iktisadi anlayış sayesinde tüm zorluklara rağmen sağlam bir temel atmak mümkün oldu.
Öncesinde gerçekleşen tüm kapitülasyonlar, yabancılara verilmiş bütün hak ve imtiyazlar Lozan Antlaşması ile iptal edildi.
Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi gelir ve maliyesi, vatanın ekonomisi ve sanayisi üzerine egemenlik sağlanmıştı.
Genç Türkiye Cumhuriyeti gibi devletin ekonomisi de bağımsız ve milliydi!