Türkiye, ben kendimi bildim bileli bir tartışma içinde: "Doğulu muyuz? Batılı mı?" Kimisi bu tartışmada Müslüman olmamızı, İslam kültür dairesinde yer almamızı öne sürerek "Doğuluyuz tabii ki" demekte, kimisi ise gerek kültürümüzde Osmanlı'dan beri artan Roma ve Balkan etkisini, Lale devrini, Tanzimat sürecini ve Cumhuriyet'i göstererek "Batılıyız" demekte. Bu tartışmada hep aynı argümanlar, hep aynı taraflar var ve "Doğu Cephesinde de, Batı Cephesinde de değişen bir şey yok." Tabii belirtmek lazım. Batı'dan kasıt Avrupa, özelde de "Akdeniz" ve Balkanlar, Doğu'dan kasıt ise Ortadoğu. Hani ya Ortadoğuluyuz, ya Avrupalıyız. Başka bir alternatifimiz, şansımız yok sanki. Sanki ülke olarak yarı-Yunan, Balkan, Latin; yarı-Arap/Fars yapıdayız da, birinden birini seçmek zorundayız. Bu fasit daireyi kırmanın zamanı geldi de geçiyor. Biz, Ortadoğulu değiliz. Biz, klasik anlamda Batılı ya da Avrupalı da değiliz. Biz Türk'üz. Kökleri Sibirya'ya, Ural'a uzanan bir ağacın, Türkistan'daki gövdesinden sürgün verip yeşeren dallarıyız. Dörtnala gelip Uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin evlatlarıyız. Şu da çok ilginç. Dolma yiyip Türk kahvesi içen, kültürel olarak bir Yunan ile, bir Arnavut ile daha yakın olan Sırp da dünyada "Slav" kategorisinde biliniyor, Alman edebi ve mimari kültürü temelindeki Çek de, Rusya'nın en doğusunda, Vladivostok'ta, Çin ve Kore sınırında meskun olan Rus da. Ancak özellikle Batı'da Türkiye Türk'ü denince akla gelen "Arap'ın laik olanı", "İtalyan'ın, Yunan'ın Müslüman olanı" iken, böyle fesli ve pala bıyıklı, bir yanda dansöz oynatıp nargile fokurdatan bir "şey" iken, Türk Cumhuriyetleri ise çoğu Batı yapımı filmde "küçük Rusya" gibi görülüyor. James Bond'un Azerbaycan temalı "Dünya Yetmez" filmi de böyle, kasten çekildiği belli olan ve Slavlarla özleşmiş tüm karikatürize ve zelil durumları Kazaklara yamayan Borat da. Peki bizim hatamız ne?
Türkiye Türkleri olarak hatamız, en başta bu tuzağa düşmek. "Doğulu musun, Batılı mı?" dendiğinde "Hayır, ben Greko-Roman ya da Semitik kültürler arasında seçim yapmak zorunda değilim, benim ikiz kardeşim Azerbaycan'dır, kan kardeşlerim Hazar'ın doğusundaki Türkistan'dadır, İdil-Ural havzasındadır, Rumeli'nden Sibirya'ya kadar uzanan bir aileyiz biz" dememek, diyememek dünyaya karşı. En başta kendimiz inanmıyoruz değil mi? "Onların kültürü başka ki, biz zaten karışıp gitmişiz" deyip duruyoruz. Genetik hususlar konusunda belki en çok neyin ne olduğunu açıklamaya çalışan benim, bu konuda zaten Türkiye Türklüğünün de Türkistan'ın, bozkırın "Akdeniz'e bir kısrak başı gibi" uzantısı olduğunu genetik olarak hep açıkladım ancak bu sefer konumuz kültür. Mesela yukarıdaki resme bakın. Yukarıdaki, Babacı(Balacı) Hatun Türbesi. Kazakistan'ın Taraz şehrinde bir Karahanlı eseri. Alttaki ise Kayseri'nin Dört Ayak Türbesi. Bir de yana bakın. Yanda, Kazak Hanlığı döneminde inşa edilen Tekturmas Türbesini görüyorsunuz. Onun yanında ise, Batman Hasankeyf'in sembollerinden biri olan, Akkoyunlu dönemine ait Zeynel Bey Türbesini. Kubbesiyle, şekli şemaliyle Türkiye ve Türkistan'da birbirine benzeyen çok ama çok yapı vardır. Atsız'ın meşhur bir tespiti vardır, Türkiye Cumhuriyetinin gökten zembille inmediğini söyler ve Osmanlı, Selçuklu ile Karahanlıları dahil ettiği bir silsilenin tek devlet olduğunu söyler. Ben bu söylem üzerine bir tarihçi olarak uzun yıllar boyunca düşünmüşümdür. Neden Hazarlar demedi de, Karahanlılar dedi Selçuklu'nun ardılı için diye... Zira, Selçuk Bey'in bir Hazar subayı olma ihtimali çok yüksektir. Tarihe daha kültürel ve dilsel baktıkça Atsız'ın bu konuda haklı olduğunu anladım. Selçuklu mimarisinden, günümüz Türkçesinin atası olan Eski Anadolu Türkçesi'ne kadar, bir çok konuda Karahanlılar bizim kültürel atamız. Biraz araştırın, Nahçivan'daki Mümine Hatun ve Yusuf ibn Kuseyr türbelerine bakın. Sonra rotanızı Hazar'ın doğusuna çevirin. Arslan Baba türbesine, Ahmet Yesevi türbesine bir göz atın. Yukarıdaki Balacı Hatun türbesiyle koyun koyuna, kardeş kardeş duran Ayşe Bibi Türbesine bakın, Buhara'nın Semerkant'ın mimarisine, Bibi Hanım Camisine bakın. Ondan sonra rotanızı bir Aksaray'a, Konya'ya, Kayseri'ye, Kırşehir'e, Sivas'a, Ahlat'a çevirin ve Selçuklu eserlerini bir bir gezin, kervansaraylarıyla, camileriyle, kümbetleriyle. Aynı dokuyu, aynı kültürü göreceksiniz.
Sonra bilgisayarınızı açın. Doğu Türkistan'a doğru yola çıkın. Türk kültürünün en büyük temeli olan sazımıza, sözümüze bir bakalım, kulak verelim. Sadece Türk'ün sesini, sözünü dillendirdiği için Çin Komünist Partisinin hedef tahtasına oturan Abdürrehim Heyit'e kulak verin. Erzurumlu Emrah'ın "Yok Yok"unun Kaşgar'dan nasıl yankılandığına kulak verin. Nasıl Kazakistan'ın güneyinden Özbekistan'a, Nahçivan'dan İç ve Doğu Anadolu'ya aynı dokuyu gördüysek, aynı sesi dinleyeceğiz. Doğu Türkistan'dan devam edelim. Doğu Türkistan Türklerinin Sünni olduğu ve dinlerine olan bağlılıkları mâlumdur. Ancak söz konusu kan ise, ortak kültür ise, Alevi Türkmen ile Sünni Uygur da birdir. Bir semahı dönerler, bir raksı ederler, bir ritimle bir can oluverirler(01:10'dan sonra başlıyor):
Evet, halen Batı Anadolu'da ölülerini defnederken kamasıyla, yiyecek içeceğiyle, kap kacağıyla gömen Tahtacı Türkmenlerimiz, Ahmet Yesevi'yi pir olarak bilen Tokatlı Sıraç Alevi Türkmenlerimiz var bizim. Sünnimiz de, Alevimiz de aynı genetik ve kültürel koddan gelir. Yesevilikteki, Melamilikteki ruh, Alevi-Bektaşilikte de vardır. Aslında yukarıda gösterdiğim videoda bir çok şey görebilirsiniz. Bizdeki kabak kemane veya ıklığın Türkistan versiyonunu, bizdeki kanunun benzerini, ortak ritimleri ve her şeyi. Ancak tabii ki bunlar, Aristocu görüşle açıklamak gerekirse "idea"nın yansıması olan gölgelerdir. Esas olan bu müziğin, çalgıların, ritmin, raksın arkasındaki ruhtur.
Mesela bir düşünelim. Ne yemeyi severiz? Şiş kebap yememişimiz yoktur. Eti şişe takıp yemeyi, mangalda kızartıp cız bız ettirmeyi çok severiz, özünde etçilizdir. İç Anadolulu olanımız şepeyi, Akdenizli olanımız sıkmayı, Kuzeydoğu Anadolulular başta olmak üzere çoğumuz bişiyi epey severiz, gözlemesiz de yaşayamayız, hamur olsun da ne olursa olsun! Yanında bir de köpüklü yayık ayran olacak değil mi bunların? Azerbaycan Türk'ü kardeşlerimiz, Adana kebabımızı aratmayacak leziz "lüle kebap" yaparlar. Türkistan'da bizim şiş kebabın daha iri bir varyantı olan şaşlık ve diğer kebap türleri, olmazsa olmazlardandır. Et demişken, Konyalılar iyi bilir, düğünlerde etli pilav vazgeçilmezimizdir. Türkistan'da yaygın bir şekilde pişirilen Türkistan pilavı da, bize yabancı bir lezzet değildir. Hamura gelince... Kazaklar, bizim şepemiz gibi şelpek yerler, börek türevleri ise Güney Sibirya'daki Altay Türklerine hatta Kuzey Buz Denizi'ndeki Saha Yeri'ne kadar yaygındır. Asıl kaynağının Türkler olduğunu tahmin ettiğim "Boşnak Böreği"ne benzer bir şekilde ama daha ziyade suda haşlanarak yapılan "orama", Kazakistan'da epey sevilir. Kırgızca ve Altaycada buna "oromo" denir, ikisi de "ora-" yani bükmek, dolamak kökünden gelmektedir. Börek demişken... Çoğu etimologun sorgusuz sualsiz Farsça saydığı börek kelimesi hakkında, Türklerden zerre kadar haz etmeyen ve Türkçe kelimelere farklı köken arama konusunda epey ısrarcı olan Sevan Nişanyan dahi yazdığı etimolojik sözlükte Farsça etimolojiye ihtiyatlı yaklaşmakta ve Yakut Türkçesindeki "börüök" şekline dem vurmaktadır.
Ha, tabii Türk dünyası da mayalanmış süt olmadan yapamaz. Kafkasya'da kefir, Türkistan'da at sütünden yapılan kımız ile, deve sütünden yapılan şubat, elbette ortak içeceğimiz ayran da bu ortak kültür öğelerimizdendir. Ne demiştiniz? Kültürümüz benzemiyordu değil mi?
Peki nereden geliyor bu Türklerin et, süt ve hamur sevdası?
Et ve süt, mâlum konar göçer hayatın ana besinidir. Ayrıca mandıracılık kültürünün ilk örneği, hayvanları sütleri için beslemeye dayalı ilk kültür dairesi olan, aynı zamanda hem ön-Türklerin kökeni, hem de tarih öncesi Türk-Ural ilişkileri açısından önemli olan, günümüz Kuzey Kazakistan'ındaki Botai kültüründe ortaya çıkmıştır. Bu da demek oluyor ki, mandıracılığın kökenleri milattan önce 3000'li yıllara gidiyor bozkırda. Bunların yanısıra, Asya kökenli toplumların çoğunda "laktoz intoleransı"nın genetik olması, Avrupalıların aksine çiğ sütü tam sindiremememiz de bu fermente süt ürünleri kültürünün yaygın olmasının bir sebebidir. Hamur ve dolayısıyla buğday türevi tahıllar ise, Türk kültürüne yabancı değildir. Meşhur Çuvaş asıllı Türkolog ve Sinolog, Çin kaynaklarını Rusçaya çeviren Biçurin, Sobraniye isimli eserinde Hunların özellikle Çinlilerden aldıkları esirlere tahıl tarlaları sürdürdüklerini belirtir. Muhtemelen bu yüzden hamur, Sibirya Türklüğüne kadar yaygındır. Buğday, yetişme süresi itibariyle Türklerin yaylak-kışlak esaslı konargöçer(veyahut yarı-göçebe, İngilizce kaynaklardaki adıyla semi-nomadic) yaşam tarzına uygun bir tarım ürünüdür. Yeme içme alışkanlığımızda dahi bizi birleştiren tarihi, kültürel, sosyolojik ve hatta genetik doneleri görebiliyoruz.
Konar göçer hayat demişken... Bu yaşam tarzı büyük ihtimalle kültürümüzdeki en büyük unsur. İlk olarak dilimizde kullandığımız kavramlarda bile görülebilir. Mesela yaz ve kış, yayla(k) ve kışlak kavramları. Kırgız Türkçesinde bizdeki "yaz" kelimesinin ses değişimine uğramış versiyonu olan "jaz", bahar anlamına gelmektedir. Bahar ise, "jay" şeklindedir, bu da "yayla" kelimesinin kökü olan "yay-" fiil köküyle ilişkilidir. Azerbaycan Türkleri de bahar için "yaz", yaz için ise "yay" derler. Hakas Türkçesinde yine ses değişimiyle "çaz" ve "çashı" şekilleri bahar anlamındayken, "çay" ve "çayğı" şekilleri yaz anlamına gelir. Çayla- fiili, yaylamak, yazı geçirmek anlamına gelirken, çaylağ ise bildiğimiz yayla manasındadır. Türk lehçelerinin tamamında "yayla" ile ilgili biçimler bulabileceğiniz gibi, kışlanan yer manasına gelen "kışlak" kelimesi Özbekçede "qishloq", Kırgızcada ise "qıştaq" şeklinde kalıplaşarak "köy" anlamını kazanmıştır. Bu durum, Türklerde yerleşik hayata dair unsurların içinde de konargöçer kültür izlerini gösterir. Köy kursa da, artık sürekli orada otursa da, kültürel genetik itibariyle halen o mekanı "kışlanan yer" olarak görmektedir Türk. Konargöçer yaşama dair bir çok izi yine Türk mimarisi ve Türk şehirleşmesinde bulabiliriz. Mesela Beyşehir Gölü kıyısında bulunan Selçuklu yazlık sarayı, Kubadabad buna bir örnektir. Selçuklu sultanı ne kadar Fars ve Rum kültürüyle iç içe bir coğrafyada hüküm sürse de, mimari açıdan bu şekillerden etkilense de, halen yaylayacak yer ile kışlayacak yer kavramı vardır kafasında. Fark ettiyseniz hâlen zengin olsun, orta halli olsun, fakir olsun herkeste tatil alışkanlığında bu anlayış yer tutmaktadır. Zenginimiz "yazlayacak" bir yazlık sahibi olur genelde, orta halli ya da fakir olan ise köyüne, yaylasına gitmeyi tercih eder. Dünyayı gezmek ya da yeni yerler görmekten ise böyle bir tatili tercih ederiz çoğumuz, bu da bozkırlı köklerimizden gelir. AVM çılgınlığına da bu açıdan bakmak lazım. AVM'ye gidip gelmeyi, hiç olmazsa gezmeyi hepimiz severiz. Bunu da "pazarcılık" geleneğine bağlıyorum. Geçmiş zamanları düşünün, pazar kavramının çok daha geniş olduğu, bakkalların, marketlerin yerini pazarın tuttuğu zamanları. Her şeyi pazardan almaya, topluca alışveriş yapmaya alışkınız. Türkistan'da da pazarlar kurulur, konargöçer hayvancı Türkler(misal Kırgız ve Kazaklar) hayvanı ve hayvan ürünlerini getirir, yerleşik Türkler misal Özbekler de bağ bahçe ve benzeri tarım ürünlerini getirir satar. Herkes bir pazardan alışveriş yapmaya alışmıştır. Bozkır hayatı, bir nevi "her şeyin bir yerde toplanması" gibi bir alışkanlığı da getirmiştir. Bu mimarimizde de görülür. Kervansaraylarımızda, Aksaray'daki Sultanhanı'nda olduğu gibi hem aşevi, hem medrese bulunur. Bir bina, birden fazla amaca hizmet eder, "kompleks" yani "külliye" şeklinde yapılır. Timur'un inşa ettirdiği, Kazakistan'ın Yesi şehrinde bulunan Ahmet Yesevi Türbesi de hem aşevi, hem medrese, hem türbe, hem cami özelliklerini taşır. Keza, Babür Türklerinin mimarisinin zirve noktası olan ve Osmanlı Türk'ü bir mimarın da emeğinin bulunduğu Tac Mahal, türbe ve ibadethanenin yanısıra kervansaray ve çarşı/pazar barındırmaktadır.
Klasik kültür, mimari gibi konular elbette farklı uygarlıklardan da etkilenerek oluşturduğumuz yapıları barındırır. Ancak ne olursa olsun, artık "kendi" üslubumuzu yakalamışsak ve bu senteze ruhumuzu nakşedebilmişsek, bu bizim ortak değerimizdir. Türk Sanat Müziği konusuna da bu açıdan girmek istiyorum. Genelde Bizans Müziği olduğu iddiası yaygındır ve cidden de Sanat Müziği ile kilise musikisi arasında net bir benzerlik vardır. Ancak Azerbaycan, Özbekistan ve Doğu Türkistan kültüründe de bu müzik kültürü mevcuttur. Azerbaycan Türklerinde Karabağ Şikestesi gibi muazzam bir bestenin de dahil olduğu "muğam", Doğu Türkistan Türklüğünde "muqam"(mukam), Özbekistan Türklüğünde "Shasmaqam" yani Şeşmakam türleri mevcuttur.
Azerbaycan muğamında bulunan makamlar Rast, Şur, Segah, Şuştar, Bayatı-Şiraz, Çehargah ve Hümayun'dur. Uygur 12 makamında ise(12 makamın sırayla icra edildiği örnekleri YouTube uzantısında görebilirsiniz) Rak, Çebbiyat, Segah, Çehargah, Pencigah, Öcal, Acem, Uşşak, Rast, Bayat, Müsevrak, Neva(Nava) ve Irak vardır. Özbek altı(Farsça: şeş) makamında ise Buzruk, Neva(Nava), Rast, Dügah, Segah ve Irak vardır. Bunlardan Rast, Dügah, Segah, Çehargah(Çargah), Pencigah, Acem, Uşşak ve Hümayun, sanat musikimizde bulunan makamlardır. Bu makamların çoğunun Farsça olduğu elbette ilk bakışta anlaşılıyor. "Gâh" Farsça yer demektir ve Dügah(iki yer), Segah(üç yer), Çehargah(dört yer) gibi isimlendirmeler de dolayısıyla İrani kültür kökenli görünmektedir. Özbekistan'da Şeşmakam, Özbek icracılarla birlikte aynı zamanda Tacikler ve Tacikçenin Özbekçe ve İbranice etkili bir lehçesini konuşan Buhara Yahudileri tarafından da seslendirilmektedir. Mesela bu İngilizce tanıtım videosunda genelde Özbekçe örnekler varken, burada Buhara Yahudilerinin icra ettiği örnekte Özbekçe ile karışık bir Tacikçe/Buhara Yahudicesi icra görüyoruz. Buradan şunu anlayabiliriz ki, Bizans kökenli diye kestirip attığımız müziğin de doğulu kökenlerinin olması muhtemeldir ve Bizans müziğine bu müzik türü, İpek Yolu aracılığıyla girmiş olabilir. Zira, klasik Grek/Yunan tarzına göre de fazla "doğulu" kalıyor. Şayet bu tarz Rum müziğine daha geç dönemde girdiyse, Osmanlı Rumlarının Türk musikisi icracılarıyla etkileşimleri sonucu bu tür kilise müziğine eklemlenmiş de olabilir. Yani Bizans kökeni durumunun tam tersi de geçerli olabilir. Şimdilik bunların hepsi birer iddia.
Solda, Kazak şarkıcı Karakat Abuldina'nın bir şarkısını görüyorsunuz ve onuncu saniyede, Kazakların "jetigen" isimli çalgısı çalmaya başlıyor. Sağda ise, iki Hakas kadının "çathan" isimli Hakas enstrümanını tuttuğunu görüyorsunuz. İlk bakışta kanuna benzeyen bu enstrüman, Tuvalılarda çadağan şekliyle bilinir, Moğollarda ise benzer bir çalgı "yatga" ismiyle mevcuttur. Ekseriyetle yedi, bazen altı telli olan bu çalgının kökeni de tartışmalıdır. Türkoloji ve Altaizmin önde gelen isimlerinden biri olan Nicholas Poppe, bu çalgının Moğollardan bir alıntı olduğunu ve Mançularda "Fituhan" isimli bir varyantının olduğunu yazar. Müzikolog Howard Keith ise Moğollardaki "yatga"nın ise Çin kökenli olduğunu ve "guzheng" isimli çalgıdan geldiğini belirtir. Bunlara karşın Hakas asıllı şamanizm araştırmacısı ve sosyolog Timur B. Davletov, "çathan"ın Yenisey Kırgızlarınca icat edildiğini ve asıl menşeinin Yenisey Kırgızları olduğunu belirtir. Bizim kanun ile bağlantısı peki? O da meçhul. Türk bilgin Farabi'nin müzik üzerine çalışmaları bilinmektedir ve hatta kanunu icat edenin o olduğu iddiası da vardır. Ancak bu durum tartışmalıdır. Yazının bu bölümünde fark ettiyseniz kesin yargılara varmak yerine "sorgulatmak" istiyorum. Bizans kökenli olduğuna "emin" olduğumuz TSM'nin bile köklerini deştikçe ilginç sorular çıkıyor karşımıza. Benim temel görüşüm şudur ki, TSM ve TSM'ye benzer yapıdaki makam temelli Türk musiki türleri(muğam, mukam, şeşmakam...) büyük ihtimalle İpek Yolu'nun kültürel etkileşimleri sayesinde ortaya çıkmıştır ve İrani toplumlarla Türk toplumlarının İslam kültür dairesi içindeki ortak bir unsuru olarak belirmiştir. Kanun ile çathan/jetigen tarzı enstrümanlar arasında bir süreklilik var ise şaşırtıcı olmaz. Bu yüzden, Türk Sanat Müziği hakkındaki araştırmaların daha geniş tutulması şarttır. Biz de, kültürümüze dar açıdan bakmamalıyız ve Türk dünyası boyunca kültürel benzerliklerin olağan olduğunu bilmeliyiz.
Şu ana kadar değindiğim konuların hepsi "yüzeysel" sayılır. Çünkü yemek konulu gösterdiğim benzerliklere birisi "e o zaman Sırplar da dolma yiyor, bizde de pırasa, lahana, marul gibi sebzelerin etimolojisi net olarak Rumca?" diyebilir. Veyahut Erzurumlu Emrah - Abdürrehim Heyit konusunda da, Ermeni müziğinde bize benzer ölçülerin kullanıldığını örnek gösterebilir. Elbette bu eleştirilerin pek de tutar tarafı yoktur, zira et-hamur-süt üçlüsü Türk mutfağında "temel öğeler"dir ve halk müziği benzerlikleri de kilometreler arası devasa farka rağmen bir süreklilik arzetmektedir, bu da yerel etkileşimlerden çok farklı bir durumdur. Ancak bu olası eleştirilere katılmasam da, şuna katılabilirim. Mimari, mutfak, müzik, giyim-kuşam gibi kültürel öğeler kolayca alışverişe tabi olabilir, bu yüzden bu etmenler yüzde yüz güvenilmez olmasa da, kültüre dair daha "yüzeysel" fikirler verirler. Asıl önemli olan ortak mantalitedir, ruhun özdeşliğidir, fikir birliğidir. Bu konuda ilk olarak kısaca "ölüm" olgusuna değinmek istiyorum. Geleneksel İslam'da bırakın türbeyi, mezartaşları bile hoş karşılanmaz. Ancak Türkler, İslam'a girmeleriyle birlikte türbe ve kümbet olgusunu sıkça kullanmışlar, kurgan geleneğini İslami bir şekle sokarak devam ettirmişlerdir. Mezartaşlarında da, özellikle tarihte geriye doğru gittikçe genelde yaşayan kişinin yaşam öyküsü kısaca belirtilmekte, ölümünün arkasından dramatik bir şekilde yas tutulmaktadır. Orhun Abidelerinden bile eski olduğu düşünülen Yenisey Yazıtları ile, Selçuklu döneminden kalan İslamiyet sonrası Ahlat mezar taşlarında da aynı tonla, aynı ruhla yakınmayı görebilirsiniz. Bu örnek, Ahlat'taki bir mezar taşından:
"O yeni yetişmiş gül gitti. Bahar dalı onun endamını kıskanırdı. Yeni damat 'Alau'd-Din ne yazıkki toprağı kucaklamaktadır. O servi boylu o bostan gülü nerde? Eğer cihanın bir ibret yeri olduğuna inanmıyorsan söyle; 'Alau'd-Din Osman nerde?
Bu, saadete ve şehadete erişmiş, gençliğine doyamamış, kısa ömürlü, genç yaşında kedere boğulmuş, çokça okuyan, ilmiyle amel eden, iki alemin müftüsü, dinin ve milletin yücesi, Galatlı (Halatlı-Ahlatlı) Muhammed'in oğlu Ebu Kasım'ın … … rahmetli İzzettin'in oğlu Osman'ın kabridir.O (hicri) Safer ayının sonlarında 668 (miladi ekim 1269) yılında, Allah'u Tealanın rahmetine kavuşmuştur."
Bu da Yenisey'den bir örnek:
"Ben,
Bayna Şangun'un oğlu,
Külüğ Çur'um.
Bunsuz geçti çocukluğum.
Bilmezdim kaygı, acıya değer.
Arkadan gelirmiş o meğer.
Doymadıydım
Gökte güneşe,
Yerde İl'ime
Doymadıydım.
Ayrıldım
Kuy'daki Ece'mden,
Ayrıldım
Koyak'taki oğlumdan.
Doymadan!"
Yakınma ifadeleri, kişinin yaşamının anlatılması, ölüm ve ruh gibi kavramların somutlaştırılmaya çalışması benzer durumlardır.
Yine ruhumuzun, mantalitemizin ortaklığını gözler önüne seren bir örnek ise, kilometreler boyunca bizi birleştiren atasözleridir. Mesela şu atasözü denkliği, çok belirgin bir şekilde görülmektedir:
Türkiye Türkçesi: İt ürür kervan yürür.
Kazak Türkçesi: İt üredi, kerwen jüredi.
Kırgız Türkçesi: İt üröt, kerben cüröt.
Bunun yanında, Kazak Türkçesi konusunda eserler vermiş Türkolog Dr. Oğuz Doğan hocanın "Kazak, Nogay ve Kırım Çöl Türkçesindeki atasözleri ve bunların şive ve ağız yönünden değerlendirmesi" isimli yüksek lisans tezinde Kazak Türkçesi, Nogay Türkçesi ve Kırım Çöl Türkçesi ile şu koşutlukları görebiliyoruz:
Kazak Türkçesi: "Qırğa balasın appağım der,
Kirpi balasın jumsağım der."
(Karga yavrusuna apağım der,
Kirpi yavrusuna yumuşağım der.)
Nogay Türkçesi:
"Ayuw süyer balasın
Appağım dep,
Kirpi süyer balasın,
Yumsağım dep."
(Ayı sever yavrusunu,
Apağım diye,
Kirpi sever yavrusunu,
Yumuşağım diye)
Kırım Çöl Türkçesi :
"Ayuw balasın appağım,
Kirpi balasın cımsağım dep süyer."
(Ayı, yavrusunu apağım,
Kirpi, yavrusunu yumuşağım diye sever.)
Bunlar, yıllardır babamdan duyduğum "Kirpi, yavrusunu pamuğum diye sever" atasözüne ve çok yaygın olan "Kuzgun yavrusunu kartal gibi görür" atasözüne benzer örneklerdir. Aynı şekilde sırasıyla Kazak, Nogay ve Çöl Tatar Türkçelerinden bu örnekler de, "Akıl yaşta değil, baştadır" atasözüyle birebir uyuşmaktadır:
"Aqıl jasta emes, basta. (Kazak)
Aqıl yasta tuwıl, basta. (Nogay)
Aqıl caşta tuwıl, baştadır.(Çöl)"
Yine aynı sırayla, "Kenarına bak, bezini al, anasına bak, kızını al" atasözümüzü görüyoruz:
Ayağın körüp asın iş,
Anasın körip qızın al." (Kabını/tabağını görüp yemeğini ye, anasını gör kızını al) Bu atasözü Nogayca ile Kazakça aynı şekilde yazıldığı için direkt Kırım Çöl varyantını vereyim:
"Sabısın körip atın al,
Anasın körip qızın al" (Sahibini görüp atını al, anasını görüp kızını al.)
Burada ise, "Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az"ın eşlerini görüyoruz:
"Bilgenge jır,
Bilmegenge dır." (Kazak) (Bilene türkü, bilmeyene düttürü)
"Bilgenge bir soqsañ da saz,
Bilmegenge dabılbaz da az." (Nogay) (Bilene bir vursan da saz, bilmeyene davul da az)
"Añlağanğa siwrisinek saz,
Anlamağanğa dawıl zurna az" (Çöl)
Son örneği çevirmeden dahi anlayabilmişsinizdir.
Buradaki örneklerin benzer olması olağan gelebilir. İlk olarak Kırım zaten Türkiye ile dip dibe bir coğrafyadır. Nogaylar ise Kafkasya aracılığıyla bizle komşudur. İlk verdiğim Kırgızca ve Kazakça örnekte de, "kervan" sözünün olmasından dolayı bu atasözünün İslam sonrası döneme denk düşebileceği, belki de yazının en başında bahsettiğim gibi Eski Anadolu Türkçesinin oluşum aşamasındaki Karahanlı Türkçesi etkisinin ürünü olduğu tahmin edilebilir. Şimdi ise bomba bir örnek geliyor:
"Adam söyleskenşe,
Jılqı kisnekenşe." (Kazak) (İnsan konuşana kadar, at kişneyene kadar.)
"Ädem söylesip,
Yılqı kisnesip tanısar." (Nogay) (İnsan konuşup, at kişneyip tanışır."
"Atlar kişneşip tanışır,
İnsanlar söyleşip." (Çöl)
Bu örneklere denk düşen ve aramızda binlerce kilometre mesafe farkı bulunan, belki 1500 yıldır, Üç Kurıkanlar kuzeye göçtüğünden beri aramızda hiçbir kültürel alışverişin olmadığı, Prof. Dr. Fatih Kirişçioğlu'nun "SAXA(YAKUT) ATASÖZLERİNİN TÜRKİYE ATASÖZLERİYLE KARŞILAŞTIRILMASI" çalışmasından alınan Saha Türklerinin atasözleri de şunlardır:
Sılgı kistehen, kihi kepseten bilser.(Atlar kişneyerek, insanlar konuşarak anlaşır)
Sılgı kistehen bilsiher, kihi kepseten bilsiher, uuça (nuuçça) surugunun bilsiher.(Yılkılar birbirleriyle kişneyerek, insanlar konuşarak, Ruslar da mektuplaşarak tanışırlar.)
Kihi kepseten, sılgı kistehen, ınax mağırahan bilser.(İnsan konuşarak, at kişneyerek, inek böğürerek anlaşır.)
Inax mañırahan bilser, sılgı kistehen bilser, kihi kepseten bilser.(İnekler böğürerek, atlar kişneyerek, insanlar konuşarak tanışır.)
Oğus ayaatahan bilsiher.(Öküzler birbirini böğürmeleriyle tanırlar.)
Durun, daha bitmedi! "Beş parmağın beşi de bir olmaz" atasözünü de Anadolu yaylalarından ve Karadeniz’in hem güney hem kuzey kıyılarından başlayarak Kazak bozkırı ve Yakut tundralarından görüyoruz.
"Bes sawsaq birdey emes" (Kazak)
"Bes barmaq da birdey bolmaydı" (Nogay)
"Beş parmaqnıñ beşi bir bolmaz" (Çöl)
Bies tarbax biir buolbatax. (Yakut) (Beş parmak bir değil.)
Aynı çalışmadan, Türkiye Türkçesi ile örtüşen birkaç örnek daha:
Bil balık bahıttan sıtıyar.(Balık baştan kokar)
Itaabat oğonu emsehteebetter.(Ağlamayan çocuğa meme vermezler.)
Öydööx östööx axaarı doğorbuttan orduk.(Akıllı düşman akılsız dosttan yeğdir.)
Kulgaax xaalar, mocus kuolar ebit.(Kulak kalıyor, boynuz ise ilerliyor) (Boynuz kulağı geçer.)
Tieteybit cebin siir, kihini – sanaa.(Demiri pas yer, insanı elem.)
Sana süreği siir, cebin timiri siir. (Düşünce kalbi yer, pas da demiri yer) (Demir nemden, insan gamdan çürür.) (Yiğidi gam, demiri nem öldürür.)
Keza, "Ağaç yaşken eğilir" atasözünü de Sibirya sahasındaki Hakas Türkçesinde görüyoruz:
"Ças ağastı huraalahha eg, olğannı tuzında ügret." (Yaş ağacı kurumadan eğ, çocuğu zamanında eğit.)
Hakas Türkçesinden bir örnek de “Yuvarlanan taş yosun tutmaz” atasözümüzün benzeri:
“Çatçathan tasha torbas ös-parça.”
(Yatan taş yosun tutar.)
Bu örnekler araştırdıkça çoğaltılabilir. Buna deyimler, bilmeceler, tekerlemeler, maniler, masallar da dahil edilebilir. Bahsettiğim çalışmaları inceledikçe zaten göreceksiniz. Kastım şudur, bizim ruhumuz, mantalitemiz, özümüz tüm mesafelere rağmen hâlen bir. Bu kültür hazinemizi toplayıp, biriktirip içimizdeki cevheri açığa çıkarmanın vakti gelmedi mi? Artık Avrupalıya ya da Arap'a öykünmek yerine, kendi özümüze yönelme vaktimiz gelmedi mi? Belki buna, turistlerin başına fes takmak, her turiste dansöz gösterisi göstermek, ülkemizin tanıtımını oryantal oryantal müziklerle yapmak yerine, aşık kültürümüzü, sazımızı sözümüzü, semahımızı, cirit gibi kadim oyunlarımızı daha çok öne çıkartarak, Selçuklu dönemindeki kültür birikimini güzelce irdeleyerek başlayabiliriz. "Doğu" ile "Batı" arasındaki sıkışmışlığı bitirmenin tek yolu, "bozkıra dönüş"tür.