2011'de vizyona giren ve o zamandan beri farklı bir alt kültürün oluşmasına zemin hazırlayan Kaybedenler Kulübü filminin, bütünüyle gerçek bir hikayeden hareketle çekildiğini yakın zamanda öğrendim. Mağaradan yeni çıktım, kabul ediyorum hehe. 1990'lı yılların sonunda başlayan bir radyo programından nasıl bu kadar hikaye çıkabileceğini düşünürken filmi tekrar alıcı bir gözle izlerken buldum kendimi. Çünkü film kurmaca olmak için kabul edilebilir fakat gerçek olmak için fazla tuhaf bir filmdi. Aldım elime yeni defterimi, gördükçe not almaya başladım. Gördüklerim gözüme battıkça battı, adeta bir kıymık gibi yürüdü beynime kadar gitti, böyle bir yazıya dönüştü.
Bildiğiniz üzere Kaybedenler Kulübü'nün iki ana karakteri var: Kaan ve Mete. Mühendis olduktan sonra kendini bir çeviri kitapların basıldığı bir yayınevi kurarak "kimsenin okumadığı" kitapları basan, motor tutkusu olan Kaan ve plak koleksiyonu yapan, bohem hayatından sıkıldıkça annesinin Boğaz manzaralı lüks evine gidip gelen, filmin sonunda da Moda'da bir plak dükkanı açan Mete. Bu iki karakterin hayatları ve ellerinde bulunanlar pek de bir şey kaybetmediklerini gösteriyor. Nitekim Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisini bu filme uyarlayacak olursak Kaan ve Mete'nin yaşamının maddi kaygılardan uzak, bütün ihtiyaçları karşılanmış ve piramidin en üstünde yer alan "Kendini Gerçekleştirme" aşamasına gelecek kadar iyi bir seviyede olduğunu söylemek mümkündür. Zira kaybedenlik Moda'nın sokaklarında, Taksim'deki bir radyo stüdyosunda olacak bir şey değildir. Kaybedenlik, bohemlik hakiki anlamıyla şehrin kenar mahallelerinde; akşama ne yiyeceğini düşünen insanlarca hakkıyla yaşanır. Gerçek bir kaybeden filmi izlemek isterseniz Aki Kaurismäki'nin "La Vie de Bohème" (Bohem Hayatı) filmini öneririm. Marcel Marx ve Rodolfo'dan sonra bizim çakma bohemler cidden çok yavan geliyor.
Aslında bakıldığında gerçek kaybeden; sürekli evde televizyon koltuğunda oturan, içine girdiği depresif modun etkisiyle hiçbir şey yapamayan, öyle ki kendine verilen çeviri işini bile bir türlü halledemeyen, yalnızlığı sonuna kadar hissetmek ve yaşamakla birlikte bunu boşverip "standart" bir hayat geçiren Murat karakteridir. Ancak onun yalnızlığı, esasen hiç de yalnız olmayan Mete ve Kaan tarafından sonuna kadar istismar edilmektedir.
Radyo programını arayan bazı dinleyenlerin bulunduğu sahnelerde de yalnızlığın bizim "kaybedenler" tarafından açık bir istismarı var. Telefon başındaki sessiz çoğunluk yalnızlıktan ve kaybetmekten şikayet etmekte bile zorlanırken bunun ekmeğini yeme peşindedir mikrofon başındaki "kaybedenler". Bu yönüyle bakıldığında, Kaybedenler Kulübü'ndeki konuşmalar da totaliter komünist bir devlette ellerinde bütün imkanlara sahip olan üst düzey parti yöneticilerinin fakirlik içinde yaşayan işçiler, köylüler hakkında sanki onlarmış gibi konuşmalarına benzer. Daha doğru bir deyişle, Kaan ve Mete "primus inter pares", yani "eşitler arasında birinci" rolünü kendilerine layık görmektedir. İnsanların çoğu yalnızdır, ancak bizim DJ'lerimiz daha da yalnızdır. Öyle böyle değil, valla. Off ne kadar dertliler ama, değil mi?
Bir diğer mesele de "Yalnızlar Partisi" kavramıyla alakalı. Radyo programının yayınlandığı dönemlerde Kadıköy'de bir barda başlayan ve günümüzde hala yapılmaya devam eden bu partinin de gerçek yalnızlıkla zerre alakası olmadığı çok açıktır. Nitekim, bu "Yalnızlar Partisi"ne girişin paralı olması da bunun üzerinden menfaat devşirildiğini gösteriyor. Yalnız mısınız? Fakir olmayan bir yalnız mısınız? Fakir olmayan, yolunacak enayi bir yalnız mısınız? "Ooooof ya yalnızlık çok cool" diyen çakma bohemlere para kaptıracak kadar salak bir yalnız mısınız? "Yalnızlar Partisi" sizin için biçilmiş kaftan! Biletler, Biletix'te! (Valla Biletix'te satıyorlar. Gözlerimle gördüm) GERÇEK YALNIZLIK BU DEĞİL, hehe. Aslında yalnızlığın kitleselleştirilmesi gibi bir durum bizatihi yalnızlığın kendisine aykırı bir durumdur. Bir şey her ne olursa olsun kitleselleşirse o kavramı istismar edenler, onun üzerinden kendine şu veya bu şekilde menfaat sağlayanlar, liderler, hayranlar meydana getirecektir. Aynı şekilde, kitleselleşen bir şey ona ait insanlarda yeknesaklaşmaya ve ortak normlar oluşturmaya başlar. Peki yalnızlık herkesin aynı şekilde yaşadığı, "daha" veya "premium" yalnızlar tarafından yönetilen bir şey midir? Bu açıdan bakarsak, yalnızlık kimlik oluşturacak ve binlerce kişiye aynı anda hitap edecek bir ideoloji değildir. "Yalnız" kelimesi, dilbilgisi açısından bir sıfattır ve yöneldiği her insanı ayrı ayrı niteler. Bu yüzden de yalnızlık herkesin kendine has bir şeydir. Yalnızlık kimi için hayatın bir rutinidir, kimi için bir hayatın sonunu getirecek kadar büyük bir felaket; kimi için üretkenliği kamçılar, kimi için dünyayı durdurur; velhasıl hepimizin yalnızlığı da yalnızdır. Yapayalnız.
Yalnızlığın yüceltildiği, aslında sonuna kadar sömürüldüğü, bir ortamda insana en ufak bir değerin verilmemesi de o derece tuhaf ve ironik. Bir insan eğer gerçekten yalnızsa çevresindeki insanları bırak, kendisini durak haricinde alan otobüs şoförünü, içtiği kahveyi getirdikten sonra "afiyet olsun" diyen garsonu, müşteri hizmetlerini aradığında konuşan çağrı merkezi görevlisini bile unutmaz. Ancak bizim "kaybeden" ve "yalnız" kahramanlarımız çevresinde olan, beraber zaman geçirdiği insanların adını hatırlamaktan aciz bir umarsızlık ve vurdumduymazlık içinde. Filmde duyduğumuz "Adın neydi ya senin?" cümlesindeki gamsızlık da tam olarak bu insanların ne kadar yalnız olmadığını ve bundan tamamen farklı olduklarını göstermek için yeter de artar bile.
Öte yandan, erkekler arasındaki alfa-beta ayrımı filmin tam orta yerinde kendini gösteriyor. Hayvanlar ile insanlar arasındaki ortak özelliklerden olan bu ayrım, hayatımızın her alanında kendini hissettiriyor. Buna uygun olarak erkekler ikiye ayrılıyor: her zaman lider, tuttuğunu koparak, çevresinde insanların olduğu alfalar ve pasif, elinde pek bir şey olmayan, yalnızlığa daha meyilli betalar. Betalar günümüz toplumunun yalnız ve kaybeden kesimini oluşturmaktadır; sessiz çoğunluğu oluştururlar ve kimsenin onlardan haberi yoktur, içine düştükleri açmazı açacak bir durumda da değillerdir. Halbuki alfalar bunun tam tersidir. Yalnız olmalarına imkan yoktur, kaybeden konumuna da düşmezler. Ancak kendilerine yarayacağını düşündükleri zaman bir tür çakma beta rolüne girerler. İlişkilerinde bunu sonuna kadar kullanırken alfa olduklarını da belli ederler elbette, o yüzden ağzını sonuna kadar açmış timsahın olduğu çakma Lacoste tişörtlere benzer bunların hali. Sonuç olarak, istediklerini elde ederler. Çakma bohem tavırlarıyla, hayatlarında hiçbir başarı olmasa da bozuk karakterleriyle istediklerini elde ederler. Filmde uzun uzun yakınılan ve adeta izleyiciden yas tutması beklenen bir sahnede söylenen "Kadınlar; seni sen yapan özelliklere aşık olup, sonra senden o özellikleri almaya kalkıyorlar." repliği de bunun açık bir yansımasından başka bir şey değildir. Alfa karakterlerimiz Kaan ve Mete'nin en ufak bir sorunu dünyanın sonuymuşçasına önemsenir filmde; en büyük aşk onlarınkidir, en şiddetli ayrılık onlarınkidir. Fakat yukarıda esas kaybeden olarak nitelendirdiğimiz Murat'ın yaşadığı ilişkinin yoğunluğu ve ayrılığının etkisi küçümsenir, bütünüyle yok sayılır.
Sonuç olarak, "Kaybedenlerimizi" kaybeden yapan bir şey yoktur, yalnız da değillerdir; fakat çok iyi tüccardırlar. Dışı parıl parıl, kıpkırmızı; içi çürük ve kurt dolu bir elma satar gibi satarlar kendilerini. Kendilerindeki kurt ayyuka çıkınca da "Zaten elmanın da kurtlusu, arızalısı daha iyi olur yav hehe" diyerek savunmaya geçerler. Kurtlu elma kurtludur, yenecek hali de yoktur.
Uyarı: Kendilerini kaybeden veya yalnız olarak tanıtan ve sizden ilgi, şöhret isteyen kişilere inanmayın. Böyle bir durumda hemen TÜK İhbar Hattı'nı (444 0 TÜK - 444 0 885) arayın.
MFÖ'nün de dediği gibi, "Yalnızlık Ömür Boyu"