En güzeli neydi, biliyor musun? Ya başladığı yerden yeni bir benle devam ediyordu insan, ya da ulaştığı son noktadan yeni bir benle. İkisi de aynı kapıya çıkıyordu, salt devam etmeyi baz aldığımızda. Aksi durumda değişiyordu manzara.
Geriye dönüp saplanıp kalmak değil de filmi başa sarıp yeni bir film kayda almak, yani ders çıkarmak, ses çıkarmak, kendini kendine duyurmak. Vücut için gerekli duyargalara bahşedilen en güzel nimetlerden yalnızca biriydi. Zor değildi, biliyordum. Başarıyordu insan. Elinden geleni yapıyor, hatta elinden gelenin daha fazlasını ortaya koyuyordu. Bunun için bilinçlenmesi, yaşamsal dinamikleri hayata geçirmesi, doğal olarak başlangıç için içgörü kazanmanın yeni bir örüntüye araladığı kapıdan bakması gerekiyordu. Hangi dilde ve dinde olursa olsun, insanı niteliyordu vurgular. Varoluşsal bir büyüydü bu, en soyut yanlarıyla hayatın emrine sunulan.
Evvela bir tanım lâzımdı insana, öyle ki kendi tanımı. Kimdi, neydi, nerede doğmuş, nasıl yaşamış, nelerden hoşlanmış, neleri hazmetmişti? Doğduğu, yetiştiği, yaşadığı yer, edindiği bilgi, kodlandığı kültür ve daha fazlasının harmanlandığı farklı duygular, düşüncelerden ibaret bir beden ve ruh halkası. Bu halkanın türü, türevlendiği zemin, insanın tanımı için vazgeçilmez gerçeklerden hasıldı. Harekete geçen, üreten, birbirine bağlı çarklar misali döndükçe deveran eden, edilgen yapıdan etken yapıya doğru evrimleşen bir öykü, bir yaşam alanı. Yaşam alanını işaret eden, başat olduğu kadar katmanlaşan, parça parça hissedilip dar alana sıkıştırılmaktan alıkonulan, kavramsal, fiziksel bir kalıbın çeperini yırtan. Hepsi onun için bir çıkış noktasıydı. Işığa doğru giden, gözleri kamaşsa da ışığa alışan, pozisyon değiştiren, duraksayan, genişleyen, atıl durumdan aktif duruma geçen, esneyen, büyüyen, gelişen, sağlıklı düşünen ve yorumlayan... Kendini tanımanın, zamanın genetik ruhuna uyumlanmanın tarifiydi duyumsadıklarımız, insana, yani aklını kullanabilene, bize dair detaylarımız.
...
Dün gece oturdum salondaki antrasit berjere ve bunları düşündüm. Ruhumun Kayıp Halkası 1'i okuyup bitirdikten hemen sonra gözlerimi insana çevirdim. Neden gelmişti dünyaya, neden var edilmiş ve neyi tanımlıyordu şu koca evrende insan?
Her kitap, herkeste aynı şeyleri elbet uyandırmaz; aynı hislerin etrafında toplamaz insanı ama düşündürür, hiç değilse o güne değin yaşadıklarının içinde minik de olsa bir noktayı işaret eder diye düşündüm.
Tanrısal bir gerçek olan insanın doğadaki varlığı ve bitmeyen evrimi devam ederken bu minvalde aklıma gelebilen bütün soruları kendime yönelttim. "Ben kimim?" sorusuyla başlayan ve ardından yapısal düzlemde değişiklik gösteren cevaplarla düşünsel bir boyut oluşturdum. Sanki her zamankinden daha farklı, daha özgün ilerleyen bir zaman aralığı belirledim, orada duyumsadım kendimi, kendimle başlattığım yolculuğumu izledim, adım adım kendi peşimde oldum, sonra kendi yanımda ve daha sonra kendi önümde. Her yönde ve zaman aralığında ben vardım, zira dünyaya gelerek, tanrısal bir gücü betimleyerek kim olduğumun beyinsel gerçekliğine bir adım daha yaklaştım.
Kaybedilip bulunan bir şey olduğunu anladım insanın. İçindeki o büyük cevherin gün yüzü görmemiş derinliğinde nelerin ufalanıp çoğaldığı, hangi fıtri değerlerin belirginleştiğini gözlemledim. Bulundukça manası derinleşiyor, kaybedildikçe, daha doğrusu kendini kaybettikçe ruhunu ve ruhuna eklemlenen halkayı uzaklaştırıyordu benliğinden. Durdum, düşündüm, elimi alnıma götürdüm, alnımdan çektim, camdan dışarıya baktım, gecenin yarısı, yarılmış karanlığın arasında bir yerde gördüm yüzümü. Dışarıda kimseler yoktu benden başka, aslında kendi içimde. En donanımlısı bendim kendimin, ben türetiyordum beni, ne kadar derine ulaşırsam o kadar netleşiyordum. Karşımda, yani içimden yükselerek, güne, geceye uyumlanarak bir yer ediniyordum kimliğim, insan olmamın bilişsel ve duygusal benliği adına. Süreklilik arz eden bir yerdim; akıl, vicdan, ruh ve beden çizgisi üzerinde olabildiğince somutlaşıp soyutlanan.
Ruhumun Kayıp Halkası 1'i okudukça âdeta bir korku filminden sıyrılıp korkumun da bir kokusu ve dokusu olduğuna odaklandım. Aradığım o şeyi, yani beni, yani insanı nerede bırakmışsam orada bulduğumu fark ettim. Hiçbir yere gitmeden, üstelik yer yer hiç mi hiç kıpırdamadan orada duruyor, benden alacağı komutlar eşliğinde suskunluğa bürünüyordu. Ayırt edebiliyordum neyin doğru ve yanlış olabileceğini. Arayıp bulduklarım bunlardan biriydi. Mesela insan olarak bakıp gördüklerimin nezdinde en uzakta, yüksekte ve alçakta tanrısal bir suret oluşturmamla evrene, doğaya, kendime sunduğum hakikatleri perçinliyordum. Yanılsama değildi bunlar. Serap yahut hülya, bir çölde kaybolmamıştım, ben bendeydim, en tanrısal öykümle.
Ruhumun Kayıp Halkası 1'i, bir diğer halkayı bulması için "Dengi Dengine Evlilikler''in yanına koydum. Aynı yazarın kaleminden çıkmış, bilgisi, emeğinden hüzme hüzme süzülmüş eserin yanına. Sonrasında gecenin yarık ve çatlak dudaklarından hece hece kayarak güne uyandım, başımı kaldırıp kitaplığıma baktım. "Ruhumun Kayıp Halkası 1" orada değildi. Yerimden doğrulup çıkıverdim odamdan, aynanın karşısına geçip gülümsedim. Dişlerimi sevdim ve dişlerimi bana sevdiren ruhumun kaybedilmemiş halkasına teşekkür ettim.
Koridorda boy gösterip avucuma aldığım cep aynasıyla sokağa çıktım, çocuklarla top oynadım, kaleye geçtim, defansa geçtim, bir ara forvette bulundum. Giden gelen tüm sesler, oynanan nice oyunlar içinde kâh çocuk oldum kâh yetişkin. İlerledim, markete gittim, marketin önünde Mihriban Teyze ile karşılaştım. Ne güzel gülüyordu yüzüme, tanrı gibi, geceleri parıldayan yıldızlar, dolunay gibi.
Markete girip çıktım, dönüşte Mihriban Teyze'yi göremedim, ama yine de gülüyordu hem de çok güzel, düşümdeydi, ruhumun kaybolmamış halkasında, paslanmamış, parlak yüzeyinde.
Döne döne geri geldim, binanın girişinde soluklandıkça ürperen gözlerle şöyle bir baktım yukarı. Burgu burgu uzuyordu merdivenler. Merdivenleri teker teker çıkarken bir üşendim, bir üşendim ki sormayın! Hem de nasıl, of var ya! Alışır olduk asansöre, ah ah! Azıcık zorluk büküyor belimizi. Yine de durmadım, inatla büyük attım adımlarımı, bu defa ikişer ikişer çıktım, üçer üçer çıktığım da oldu merdivenleri. Derken kapıya yaklaştım... fakat o da neyin nesi? İçeriden sesler geliyordu, kim vardı evimde benden gayri? Kapıyı çaldım, açmadılar, ben açayım dedim, açılmadı. Geri geldim, daire numarasına baktım, eee burası benim evim değil, yanlış geldim, zahmet olacak ama bir üst kata çıkmalıyım. Çıkıp kapıyı açtım, hızla kitaplığıma yöneldim. Cebimdeki aynayı büyük aynanın yanına koyduktan sonra "Ruhumun Kayıp Halkası 1"i bir kez daha aradım. Aradım ama bulamadım. Evet ya, dedim. Valla tam da böyle dedim. Elbette, doğru ya, o sesler boşuna mıydı, kaybedenler durağında cebelleşenlerin sesleri, o seslerin arasındaydı, yani bir alt katta. Evet evet, artık o, bana ait değildi. Alt kattakilerindi. Muhtemelen onlar da bir alt kata göndereceklerdi onu zamanla. Belki bir gün herkes bir şekilde kaybettiği halkayı bularak kendi gerçek katına yükselecekti...
Şimdi kendi katımdayım, kendi merkezim, gerçekliğimin özünde. Şimdi bir kez daha okuyorum beni, bulduğum halkanın sırrını ve anlıyorum ki halka halka birbirine kenetleniyor ruhumu bütünleyen ömrüm.
Şimdi bir kez daha konuşun benimle ey alt kattakiler, sizler de günü geldiğinde halkanızı bulacak, bulamadığınız halkanız olmayacak. Olan olacak, iyi olacak, güzel olacak, yeşeren yeşerecek ve üzerine güneş doğacak, santim santim aydınlanacak ruhunuzun duvarları. İnsan olmanın imtiyaz yüklü sıfatıyla barışık yaşayacak, yaşamın esrik gücüyle buluşacaksınız zifiri gecelerde karanlığı aydınlatan ay ışığı misali.
Kendi katınız ve adınızın tam da üstüne basarak, gerçeği yansıtarak, aynada gördüğünüze inanarak yaşayacak ve yaşlanacaksınız.
Yalnız bir şartla dedi Seyfullah Abi, kayıp halkayı bulduğunuzda.
Engin Yeşilyurt
14 Şubat 2022