"Geri de sapsarı ölüm kaldı"...
Hastanenin kan bankasında bulunan yedi ünite kan verilmiş, gruba ait kan bittiği içinde uyumlu gruplardan yakınlarındaki arkadaşlarından kan verilmeye başlanmıştı. Bir yanı soğurken, bir yanı böylece ısınıyordu. Bir yanına ölüm matemi otururken, diğer yanına sevginin mücadelesi hakimdi. Ama zaman Tanrı'ya yârdı. Kişinin türemesi ölüm içindi..
"Doktor, doktor!". Bunlar, gözleri monitörün siyah zemininin üzerindeki yeşil çizgiye kitlenmiş meslektaşlarının elinin altında, sedye de yatan doktorun duyduğu son kelimelerdi. Doktor, hayat denilen geçmiş zaman dizesinin bir an gözünün önünden geçtiğini gördü. İlk karede genç bir erkek vardı. Dün dedesi ile polikliniğe gelmişti. Ama bu filmde Kabil rolü ona düşmüştü...
Kabil'in dedesi hiç konuşmadı. Çantadan bir tomar evrak çıkarıp, masaya bıraktı. İlk film görüntüsü bütün hikayeyi özetler gibiydi. Şekilsiz bir çok nokta dedenin akciğerine yapışmıştı. Ağrı içinde olması gereken adamda değişik bir hali vardı. Olayı çözmek isteyen dedektif edasıyla;
- "Delikanlı dedenle yalnız kalmamız gerek. Sen dışarı bekle."
diyerek torunu odadan dışarı çıkardı. Artık amca ile baş başa kaldıklarını düşünürken, gözüne odanın bir parçası haline gelmiş sekreter ilişti. Gömleğindeki mavi ile her zaman huzur veren oğlan, bu sefer huzursuzluğun kahramanıydı. Onu bütününden koparmak zorunda olduğunu hissetti. İmdadına duvarda duran saat yetişti.
- "ooo; senin kahve saatin gelmiş. Hadi bakalım, kahve molası zamanı."
diyerek onu da dışarı çıkardı. Artık poliklinikte esas oğlan ve esas adam baş başa kalmışlardı. Amcanın yüzünü baş başa kalmanın huzuru bir an aydınlatsa da hüzün tarafı ağır bastı. Ama bu hüzün tanımadığı ve edebiyatçıların beyninden kitaplar fışkıran ruhsal hüzün değildi. Bir çok kez mesleki olarak yaşadığı acının hüznüydü. Tanıyordu. Evet, kanser dedenin sadece bedenini değil, ruhunu da hüzün yoluyla sömürüyordu.
İhtiyarın iri siyah gözleri nice hüzünlü anlara şahitlik etmişti. Aman hüznün esaretine girmiş gözlerden yaşlar akmayalı uzun yıllar olmuştu. Şimdi ise nemlenmiş gözleriyle en son ne zaman ağladığını bir an duraksayarak düşündü, bulamadı. Zihni bulanmıştı. Ağrı hiç bir şeye izin vermiyordu. Sadece beyni duraksamamış, görünen alemin ötesinden gelen bir şeyler yüreğini kitlemiş gibiydi.
- "acı sadece beynimde kalsa"
diye kendinin duyacağı bir ses tonuyla fısıldadı. Ama sınır tanımayan bir kurt yüreğini kemirmeye başlamıştı. Derinlik denen o kavramın anlamını veren bu kas torbasına kitlenen ne varsa sanki gözlerine bir yol bulmuş ve söz yaşları olarak damlıyordu. Gözler, bilinen gerçeği bir kez daha haykırıyordu...
İhtiyar, artık mekanı kaybetmişti. Zaman onu adını koyamadığı bir çağa götürdü. 2 yıl önce kaybettiği eşinin demlediğini çayı, öğle namazından sonra içerken izledikleri "Ömür Dediğin" programını izlerken buldu kendini. Herşeyi yeniden yaşıyor gibiydi. Hayır, yeniden yaşamanın ötesinde bir durumdu bu. Aynı zamanda ama iki farklı mekandaydı. Durdu. Sanki karşısında duran silüet bir türkü söylüyordu. Hayır, hayır; dudakları oynamıyordu. O, karşısında oturan doktorda farklı bir alemde gibiydi. Bedenler bir ceset hükmünde odada kalmışlardı adeta. Zamanı aynı mekanda, farklı yaşıyorlardı. İhtiyar programda söylenen, " bir baba on evlada bakar, on evlat bir babaya bakamaz" sözünün sağlamasını yapıyor, doktor ise iki gün önce aldığı babalık haberinin üzerinde hayaller kuruyordu.
Bir süre ikisi de kendi dünyalarında kaldılar. Kendini ilk toplayan ihtiyar oldu.
- " evlat"
dedi. Sonra sustu. Suskunlukla birlikte suratına bir yanlış yapmış gibi mimik oturdu. Kendini topladığında;
- "doktor bey, kusura bakma. Dışarı çıkardığın torunun babası senle yaşıt. Onu gördüm gibi oldu. Sıkıntı yok değil mi?"
- "Hayır amcacığım."
- "O da senin gibi koca şehirlere okuyamaya gitti. Avukat oldu. Sonra kendi gibi avukat birini buldu. Tek bebeleri de bu. Gelin hanım bizli köylü diye beğenmedi. Bunu şımarttı. Eline bol para verdiler. Çevre felan derken kötü işlere bulaştı. Yengen ölünce de benim yanıma geldi işte. Ediyle büdü gibi yaşadık bir zaman. Kopardığımı sandım. Ama yanıldığımı geçen gün anladım. Peşinden daha fazla koşamacağımı anladığımda büyük oğlanın evine gittik. Ama gelin hanım, benim gece inlemelerimden uyuyamamış. Kibarca kapının önüne konduk. Gene baş başa kaldık. Ama şimdi bu gene rahat durmuyor. Benimde ağrılarım iyice arttı. Biliyorum; artık zaman daraldı. Mühür sende Süleyman sensin. Beni yatır. Bu oğlanda yanımda kalsın. En azından buraya sigarasına koyduklarından sokamaz."
- "Peki amcacım"
diyebildi. Yatış için gerekli evrakları tamamladığında mesaide bitmişti. Öğleden sonra hasta bakmamış, günün yarısı tamamen amcaya ayırmıştı. Ama yine de yorgundu. Yerinden kalkmak istemedi. Biraz daha bekledi. Eşinin çıkış saati yaklaştığında toparlandı. Yavaş yavaş arabaya doğru gitti. Güneşliğe astığı ultrason sonucuna bakarak, "Alperen" dedi. Doğmamış çocuğuna, üniversite yıllarında tanıdığı Dilaver Cebeci gibi üç bin yıl sonra doğacak torununa mektuplar yazmak istedi. İlk notlarını telefonuna almak istedi. Elini uzattı. Gözü saatte takıldı. Hızlı olmazsa eşine yenilemeyecekti. Hem torunlarına kadar gidecek bu mektup, öyle bir anda yazılmamalıydı. Toparlandı. Eşi ile beraber tıp fakültesindeyken şeçtikleri şarkıyı açıp yola düştü. Aslında okullarının ağırlığından kavak yelleri esen yılları hiç olmamıştı. Kütüphane koridorlarında aşkları filizlenmiş, uzmanlık sınavına hazırlandıkları periyot dedikleri yirmi dört saat açık kütüphane de evlilik yolunda adımları atmışlardı. Balayı denilen dönemin ardından asistanlıkla birlikte gelen ardışık nöbetler özlem denilen ateşi harlamıştı. Günler geçmiş, uzmanlık için dökülen terin karşılığı gelmişti. Artık uzman doktorlar olarak Gaziantep'in yolunu tutma vakti gelmişti.
Şarkı bitmeden hastanenin kapısındaydı. Kendisini bekleyen eşini aldı. Kısa bir merhaba seramonisinin ardından eve giden doğru giden caddeye girdiklerinde şarkı yeniden çalmaya başladı. Kısa sürede olsa göz göze geldiler. Elleri sanki ezberlenmiş gibi Alperen'in yanına gitti. Huzur denilen kavramın vücuda gelişini şairlerin görmesini istediler belki. Ama yüreklerinin sesi en güzel melodiydi...
Eve yaklaştıklarında doktorun telefonu çaldı. Hastaneden arıyorlardı. Amca fenalaşmış, nöbetçi ekip onu yoğun bakıma almıştı. Eşini eve bırakıp, hastaneye doğru yola koyuldu. Ulaştığında amca yoğun bakıma alınmış, kriz geçici olarak giderilmişti. Bir iskemle çekip, yanına oturdu. Göz göze geldiler. Sessizlik çığlıklarından "torunum" yankılarını duydu. Kalkıp, kapıda bekleyen torunu odasına götürdü. Tekrar yoğun bakıma geldiğinde amca bilincini tamamen kaybetmişti. İskembeye oturduğu anda monitörde dalgalanmalar durdu. Yapılabilecek pek bir şey yoktu artık. Emaneti alması gerekenlerin yeri ve zamanı gelmişti.
Dışarıdan saba makamında okunan ezanın sesi geliyordu. Canlı yine mutlak olan ölümü tatmıştı...
Amcayı kendi elleriyle kefenleyip, morga indirdi. Mesai başlamadan eve gidip duş almak istedi. Hastaneden çıkarken ihtiyarın ailesi ile karşılaştı. Bakıştılar. "Başınız sağolsun" diyebildi.
Hastaneden çıkıp, arabaya gittiğinde saatine baktı. Eşinin evden çıkış saati geçmişti. Ona yetişemeyeceğini anladı ve annesinin evine gitti. Yolda iken telefon açıp katmer yapmasını istedi. Eve ulaştığında katmer hazırlanmış, sofra kurulmuş. Küçük bir çocuk gibi bir süre annesinin dizinde yattı. Saçlarını okşamasını istedi. Yüreği çoşmuştu. Annesine bir türlü doyamıyordu. Ama vakti dardı. Bir saat sonra randevulu hastaları vardı. Annesinin elini öpüp helallik istedi. Ana yüreği burkulsa da "helali hoş olsun" demekten kendini alamadı. Hastaneye ulaştığında randevulu hastalarının beklediğini gördü. Hemen hazırlıklarını tamamlayıp, hastalarını muayene etti. Dalgındı. Bir şeyi unuttuğunun farkındaydı ama bir türlü hatırlayamıyordu. O sırada telefon çaldı. Serviste yatan bir hastası için hemşiresi aramıştı. Gelen telefonla amcanın ölüm raporunu imzalamadığı aklına geldi. Morgu aradı, cenazenin henüz alınmadığını öğrendi. Bekleyen hastasının kalmadığını öğrenince kalkıp işlerini bitirmek üzere servise doğru yürümeye başladı. Servis binası, hastanenin daha sessiz olan mahalle tarafına yapılmıştı. Oraya gitmek için poliklinik binası ile yanık ünitesinin arasından giden yoldan geçmek zorundaydı. Saat 12:45'te tam yolu yarılamışken bir ses duydu: "doktor! doktor!" Arkasını döndü. İhtiyarın torunu ile göz göze geldiler. Nereden çıkmıştı? Yol dardı. Yanında geçse fark ederdi. Dalgınlığına verdi. Torun konuşmaya başladı;"Ölüm raporunu imzalamayacaksın!". Doktor duraksadı. "Olmaz öyle şey" diyebildi. Hala şoktaydı. Ne olduğunu anlamamıştı. "Hapçıya borcum var, iki gün daha bekle" dedi tekrar delikanlı. "Olmaz öyle şey" diye tekrarladı doktor. Torunun elinde parlayan bıçağı görmesi ile göğsünde yanma hissetmesi bir oldu. Ağrısının fiziksel mi yoksa ruhsal mı olduğunu anlayamadan dizlerinin bağı yavaş yavaş kendini bırakmaya başladı. Ayakta zor duruyordu artık. Son kez karşısındakinin gözlerine bakmayı denedi. Sanki aralarına bir sis girmişti. Elini kaldırıp, biraz aralamak istediği anda, kolunun boş bıraktığı sağ tarafından bir acı daha hissetti. Ve derinliğinin ölçüsünü yüreğinden bildi. Derinlik yürek işiydi ve artık orası yaralanmıştı. Saat daha öğle ezanları için yeni ferman verirken, gözlerine inen ağır perdedenin karanlığında Burak bineğini kıskandıracak iyi atlar dört yandan ona doğru geliyordu. Gökte sanki bir kapı aralanmıştı. "Lebbeyk" diyebildi, belli belirsiz bir sesle...
"Soğukluğu hissedebiliyorum. Ama kollarım, kollarımdan vücuduma geliyor. Hayır, hayır; böyle olamaz. Ayaklarımdan başlamalı. Bir dakika. Düşünmem gerek. Diğer kolumdan da vücuduma sıcaklık yayılıyor. Allah'ım! Bu araf neresi?" Evet, vücudu soğumaya ayaklarından başlamalıydı. Ama o kollarından verilen kanların soğuğunu, ölüm soğuğu ile karıştırıyordu. Bilinci artık tamamen onu bırakmıştı. Bırakmasa, belki "lebbeyk" dedikten sonra onu hastane otoparkında güvenlikçilerin kan gölü içinde, kendi kanında boğulmak üzere bulduğunu ve hemen acile getirdiklerini hatırlardı. Şu anda bulunduğu Araf ise ona beynine yürüyen kanın bir oyunundan ibaretti. Hastanenin kan bankasında bulunan yedi ünite kan verilmiş, gruba ait kan bittiği içinde uyumlu gruplardan yakınlarındaki arkadaşlarından kan verilmeye başlanmıştı. Bir yanı soğurken, bir yanı böylece ısınıyordu. Bir yanına ölüm matemi otururken, diğer yanına sevginin mücadelesi hakimdi. Ama zaman Tanrı'ya yârdı. Kişinin türemesi ölüm içindi...
Monitörün siyah zeminli ekranındaki yeşil yaşam çizgilerindeki dalgalanmaların arası uzamaya başlamıştı. Yaklaşık on ünite kan verilmiş ama yapılan müdahalelere yeterince cevap verilmemişti...
"Durun! Sağ yanıma döneyim. Sırt üstü olmaz. Bakın; sağ tarafımda Alperen'im var. Annesinin karnından kopup gelmiş cennet kokulum. Bırakamam onu! Ne olur, ne olur biraz daha gayret edin..."
Dr. Ersin çizgilerin düzleştiğini görebilseydi... Ama olmadı, göremedi. Sadece ruhlarımızla helalleşebildi...