Her gün aynı kâbusu görüyorum. Her gözümü kapattığımda… Aslına bakarsan; kâbus mu heves mi emin değilim. Büyüklüğü karşısında bunaldığım her şeyi küçültmeme rağmen hayat bana fazla geliyor. Mesela semtimi değiştirdim önce, daha sakin muhitte daha küçük hatta kulübe sayılabilecek kadar küçük bir eve taşındım.
Sabah oldu Sevgili Veronica, günaydın.
Seni düşünürken o duvar başında öylece birkaç uyuz sokak köpeği keyfimi kaçırdı. Bilirsin huylanırım köpeklerden. Bu bir korku değil ama belki bir tür tiksinme sayabiliriz. Kalktım oradan, ağır usul yürüyerek eve geldim.
Öylece bıraktım kendimi koltuğun üzerine, ışığı da açmadım. Sanki en ufak sese, ışığa, zihin yorgunluğuna tahammülüm yoktu. Ya da seni düşünürken dikkatimi çekecek başka hiçbir şeyin olmasını istemiyordum.
Kafamı geriye attım, gözlerimi kapadım. Gözümün önünde yine aynı sahne belirdi. Büyük bir aynanın önünde kafasına silah dayamış ben, arkada endişeli gözlerle bana bakan, aynadaki yansımamla göz göze gelmeye çalışan sen. O kadar gerçekçi ki silahın soğukluğunu elimde ve şakağımda hissediyorum. Parlak metal rengi, uzun namlulu, toplu bir tabanca, altı patlar dediğimiz cinsten…
Sonra bana söylendiğini, daha doğrusu beni ikna etmeye çalıştığını duyuyorum. Yapma Albert, diyorsun, "Hayat bu kadar kolay vazgeçilecek kadar değersiz bir şey değil.". Ağır hareketlerle sana dönüyorum, "aksine, hayat bu kadar tahammül etmeye değecek kadar kıymetli bir şey değil." Diyorum. Baş parmağımla silahın horozunu çekiyorum, tam tetiği çekip ateşleyeceğim, gözümü açtım.
Her gün aynı kâbusu görüyorum. Her gözümü kapattığımda… Aslına bakarsan; kâbus mu heves mi emin değilim. Büyüklüğü karşısında bunaldığım her şeyi küçültmeme rağmen hayat bana fazla geliyor. Mesela semtimi değiştirdim önce, daha sakin muhitte daha küçük hatta kulübe sayılabilecek kadar küçük bir eve taşındım.
Yeni evimi seviyorum. İki katlı, minik, bahçe içinde bir evcik. Şayet bir gün gelirsen eve dair bir fikrin olsun diye sana evin kaba planını yazacağım. Bahçe duvarları beton, şeker pembesine boyalı, bahçe kapısı büyük demir bir kapı, siyah yağlı boyayla boyalı, halen kapı ısındığında boya kokusu geliyor. Bahçede ıhlamur, akasya, iğde, salkımsöğüt, çam ağaçları var. Boyları evin boyuyla yarışır durumda olan bu ağaçların arkasında da ev… Ev küçük, iki katlı, dışı yine şeker pembesine boyanmış, kapıdan girince hemen sağ taraf mutfak, sol taraf salon. Mutfak, salon birleşik. Kapının karşısında lavabo, yanında merdiven. Üst katta merdivenin yanında banyo, geri kalan da yine büyük bir oda. Üst kat çalışma ve yatak odası yaptım. Her zaman olduğu gibi yine çok az eşyam var…
Hayatı küçültmek diyorduk, iş yerini de taşıdım. İş hanındaki yazıhaneden, pek gireni çıkanı olmayan küçük bir pasaja taşıdım yayınevini… Cami tarafından pasaja girince ilk dükkan bakkal. Hem pasajın hem de o civarın bakkalı, somun ekmeğe tost da yapıyor, ki bu benim için çok iyi bir şey. Bakkalın karşısında çay ocağı, pasajda en çok gördüğüm kimse diyebilirim çaycı için. Aynı zamanda anahtarcılık da yapan çaycı, üstüne bir de tanburi. Çay ocağının yanı terzi, onun karşısı gümüşçü, sonra birkaç konfeksiyoncu ve en köşede ben… Memleket Sahah-Kitabevi, Memleket Yayınevi…
Pasajın duvarlarını, diğer dükkanların önlerini de kitap sergilemek için kullanıyorum. Pasajın önünde, pasajla cami arasında büyük bir salkımsöğüt var. Gölgesine çaycı masa sandalye atıyor, havalar iyiyse müşteri gelmedikçe orada oturuyorum.
Ben sana bunları anlatırken güneş doğmuş. Kalkıyorum, üst kata çıkıp, duş alıp, elbiselerimi değiştirip, evden çıkıyorum. Köşeyi dönünce evime ve bahçeme bir kez bakıyorum, tahmin edersin ki o esnada bir sigara yakıyorum. Yürüyerek, durağa gidiyorum, şansım yaver gidiyor, otobüs vaktinde geliyor. Sigarayı atıp otobüse biniyorum, cam kenarı bir koltuğa oturup başımı cama yaslıyorum…