By Selim Uysal on Perşembe, 20 Nisan 2017
Category: Siyaset

​16 NİSAN REFERANDUMU VE KUTUPLAŞAN TÜRKİYE'Yİ BEKLEYEN TEHLİKE

Türkiye, geçtiğimiz Pazar günü son derece önemli bir referandumu atlattı. Atlatılmasına atlatıldı ama tartışmalar bitmedi ve uzunca bir süre de bitmeyeceğe benziyor. Bir yanda referandumda Hayır cephesini oluşturan CHP'nin ve MHP'li muhaliflerin mühürsüz oy pusulaları hakkındaki itirazları, diğer yanda Evet cephesindeki AKP ve MHP'nin %51'lik oy üzerindeki paylaşım tartışmaları gündemi sıcak tutmaya devam ediyor.

Vatandaşlar referandum öncesindeki son derece yoğun ve gergin ortamdan sıkıldıklarından olsa gerek, genel anlamda bir "oh" çekmiş durumdalar. Ancak politik duyarlılığı yüksek kesimlerde az önce bahsettiğimiz tartışmalar aynı şekilde kendisini gösteriyor. Bu durum, referandum öncesi meydana gelen toplumsal kutuplaşma ortamının kolay kolay normalleşmeyeceğini, bunun da bazı sakıncalar doğurabileceğini düşündürüyor.

Toplumun bir kesiminde ardarda kazanılan seçimler haklılığın, doğruluğun ve aynı zamanda yenilmezliğin göstergesi olarak görülürken, diğer kesiminde ise uzun süredir kaybeden tarafta olmak umutsuzluğa, çaresizliğe veya farklı yol arayışlarına neden oluyor.

Halkın bir bölümü ülkenin geliştiği, büyüdüğü, bölgesinde ve dünyada her anlamda güçlendiğini düşünürken, bir bölümünün bunun tam zıttı olacak şekilde ülkenin giderek gerilediğine, yaşanmazlaştığına ve bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığına inanması, algılar arasında oluşan uçurumun büyüklüğünü gösteriyor.

Bu aynı zamanda, toplum kesimlerinin birbirlerine bakış açılarını da belirliyor. Örneğin ülkenin iyi bir grafik sergilediğini düşünenler, olumsuz eleştirilerde bulunanların ülkenin iyi gidişatına engel olmak istediklerine, gelişmesinden rahatsız olduklarına, hatta dış güçler tarafından yönlendirildikleri ya da onlarla işbirliği yaptıklarına inanıyor. Eleştiren ve muhalif kesimde yer alanlar ise, diğerlerinin ülkeyi bir felakete sürüklediğini, kötü yönetimin ötesinde art niyet ve düşmanlıkla ülkeye zarar verildiğini, kendi yaşam alanlarının da gün geçtikçe daraldığını düşünüyorlar.

Toplumun farklı kesimlerinde oluşan bu algıların sebeplerini siyasilerin söylem ve davranışları ile onların hem tamamlayıcısı hem de fikirlerinin yayıcısı olan basın yayın organlarında aramak doğruolacaktır. Zira, siyasilerin sadece referandum öncesi süreçte değil, daha öncesinde birbirlerine karşı kullandıkları dilin de oldukça sert, ağır ve kutuplaştırıcı bir dil olduğu göze çarpmaktaydı. Bu dilin toplumdaki karşılığı çok daha sert olmakta, arkadaşlar, komşular, akrabalar hatta aileler içerisinde tartışmalar, küslükler ve tamamen koparılan bağlar meydana gelmektedir.

İşte bu durum, 2019'da hayata geçecek olan Partili Cumhurbaşkanlığı sistemi sonrasında, seçilecek kişi ve parti farketmeksizin Türkiye'nin başına yeni ve bugüne kadar hiç karşılaşmadığı ölçüde büyük bir sorun çıkarma ihtimalini beraberinde getiriyor.

Söz konusu ihtimal, Türkiye'nin bir iç çatışma ortamı ve dış müdahale gibi korkunç bir durumla karşı karşıya kalma tehlikesidir. Bu ihtimali, paranoya olarak görmeden, hem ülkelerin en kötüsüne hazır olmasının bir gereği, hem de sınırlarımız ve yakın coğrafyamızda son yıllarda olan bitenlerin sağlıklı bir analizi olarak değerlendirmek gerekiyor. Bilindiği gibi Büyük Ortadoğu Projesi, ilk bahsedildiği yıllarda çok dikkate alınmamış olsa da Afganistan ve Irak'ın işgallerinden, Turuncu Devrimlere, Arap Baharı'ndan Suriye iç savaşına kadar gerçekleşen bir çok olay bu projenin plan ve öngörüleri çerçevesinde meydana gelmiştir. Bu gelişmelerin yaşandığı coğrafyamızda haritaya bakmak bile Türkiye'nin çevresinde bir çemberin oluştuğunu görmek için yeterlidir.

Bahse konu olan müdahalelerin yaşandığı ülkeleri incelediğimizde bazı ortak özellikler dikkatimizi çekecektir. Bu ülkelerin resmi yönetim şekilleri Cumhuriyet olmakla ve demokratik seçimler yapılıyor görünmekle birlikte, kendi halkları da dahil herkes bu ülkelerdeki tek parti ya da tek kişi tarafından yönetilme, muhalif unsurlara şans tanımama gibi anti demokratik uygulamaların farkındaydı. Bu durum ise müdahaleyi, daha doğrusu işgali elbette haklı kılmıyordu ancak bahane oluşturulmasını kolaylaştırıyordu. Bahanenin varlığı ve bunun çeşitli argümanlarla desteklenmesi, müdahaleyi düşünen ülkelerin uluslararası kamuoyunun ve kendi iç politikalarına etki etmemesi adına vatandaşlarının desteğini almalarını sağlıyordu.

AKP hükümetleri, sadece referandum sürecinde değil, çok daha öncesinden bu yana devlet yönetimi bakımından görmezden gelinmeyecek hatalara imza attı. Buna ek olarak toplumsal bütünleşmeyi sağlayabilecek ve devlet yönetim zihniyetini değiştirebilecek fırsatları yakalasa da bunları kullanmak yerine, farklı tercihlere yöneldi ve bu da toplumun daha fazla kutuplaşmasına neden oldu.

MeselaErgenekon, Balyoz vs.gibi adlarla anılan davalarda birçok insan terör örgütü üyesi olmak ve vatana ihanetle suçlandı. Aradan yıllar geçtikten sonra bu davaların FETÖ ile alakalı olduğu ortaya koyulmuş olsa da, davalar sürerken onların savcılığını üstlendiğini söyleyenler veya gazete ve televizyonlarda iddiaları gerçekmiş gibi anlatıp hüküm verenler, bir şey olmamış gibi davranmayı tercih ederek, özür dahi dilemeyi düşünmediler. Üstelik onlara hukuki yollarla hesap soran da olmadı. Bahsedilen davalar toplumun önemli bir kesiminde hükümete karşı güvensizlik oluşturmuşken, sonrasındaki tavır da samimiyetsizlik olarak algılandı.

Keza bununla birlikte, ortaya çıkan yolsuzluk iddiaları, bazı hak ihlalleri ve adaletsizlikler, insanların canlarının yanmasına, mağdur olmalarına neden olan daha bir çok olayın FETÖ ile ilişkisi ortaya çıktı ya da FETÖ ile ilişkilendirildi ve siyaset bunlarla ilgili herhangi bir sorumluluk üstlenmemeyi seçti. Üstüne üstlük FETÖ'yü meydana getiren Gülen Cemaati yapılanması ile iktidarın uzun yıllar süren yakınlığı ve işbirliği insanlarda şüphe oluşturmuşken, siyaset kurumu ve siyasetçinin bedel ödememesi vatandaş nezdinde şüpheyi artıran bir unsur haline geldi. Belli bir yaşam tarzına sahip insanlara yönelik ötekileştiren söylemler, hatta söylemlerin eylem haline gelmeye başlaması da kaygıyı artıran diğer bir neden oldu.

Mevcut iktidar partisi AKP'nin 15 senelik uzun ve kesintisiz iktidarı, muhalif kesimlerin iktidar partisi ve onun dünya görüşü ile devleti özdeşleştirmesine ve siyasi anlayışla birlikte devlete de soğuk bakmasına sebep olmaya başladı. Şaibeli olduğu düşünülen veya hata yapıldığı iddia edilen hiçbir olayda şeffaflık ve aklanma anlayışının tercih edilmemesi, bunun yerine sert bir dille reddetme ve karşı tarafı suçlama mekanizmasının işletilmesi de şüpheleri ve uzaklaşmayı artıran etkenler oldu.

15 Temmuz Darbe Girişiminin engellenmesi sonrasında toplumsal bütünleşme, milli birlik ve beraberlik söylemleri en üst noktaya ulaşsa ve toplumun kutuplaşan kesimlerinin birbirine yaklaşması mümkün olmuş olsa da, hükümete duyulan güvensizlik ve siyasi anlayışın devletle özdeşleştirilmiş olması belli bir kesimi yine temkinli davranmaya itti. 15 Temmuz sonrası süreçte, FETÖ ile yoğun mücadele dönemi başlamış fakat geçmişte bu yapı ile çok yakın ilişkilerde bulunan, hatta doğrudan içinde yer alan bir çok ismin, özellikle de siyaset kurumunun sorumluluk üstlenmemesi ya da üstlerindeki sorumluluğu "kandırılma" ile açıklayıp "özür dileme" ile aklanmaya çalışması toplumun büyük kesimini tatmin etmemiştir.

Nihai olarak ise, referandum sürecinde vatandaşa bir hak olarak sunulan iki tercihten birini seçenler çeşitli terör örgütleri ile ilişkilendirilmiş ve yabancı devletler menfaatine çalışmakla suçlanmışlardır. Bu durum da büyük bir tepki ve kızgınlık meydana getirmiş, geleceğe yönelik kaygıları artırmıştır.

İşte bu yüzden, toplumun ciddi derecede kutuplaştığı, yöneticilerin kendilerine yöneltilen suçlamaları hukuki bir aklanma ile değil de oy oranı ile cevaplamaya çalışması, şeffaflığın sağlanamaması, muhalif kesimin propaganda araçlarının gün geçtikçe azalması, Suriye, Filistin gibi bölgelerde işbirliği yapılan bazı unsurların pek de temiz olmayan sicilleri ve son olarak 16 Nisan'da kabul edilen yeni Anayasa ile kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması, daha önce bahsettiğimiz bir iç çatışma ve dış müdahale ortamına hem zemin hem de bahane oluşturuyor.

Bu korkunç tehlikenin önüne geçmek adına mutlaka tedbirler alınması gerekiyor. Burada toplumun her kesimine iş düşse de, asıl görev ülkeyi yönetenlere düşüyor. Birlik ve beraberliğin sağlanması, adaletin ve demokrasinin de gerçek anlamda tesis edilmesi için mutlaka somut ve tatmin edici adımlar atılması gerekiyor. Bu adımlardan en önemlisi de toplumun endişeli muhalif kesimlerinin şüphelerine cevap verecek, endişelerini giderecek bir yönetim anlayışının oluşturulması olacaktır. Bu güvenin tesis edilebilmesi için öncelikle hataların kabulü ve onların sorumluluğunun idari ve hukuki anlamda üstlenilmesi, bir kesimin sırtının sıvazlanması şeklinde sürdürülen popülist politikalardan vazgeçilerek devletin sadece bir kesimin değil bütün vatandaşların sırtını yaslayabileceği bir mekanizma olduğunun gösterilmesi, ötekileştirici ve kutuplaştırıcı dilden mutlak surette uzak durulması, her alanda siyasi görüşlerin değil liyakatin ön planda tutulduğu bir anlayış geliştirilmesi zorunlu görünüyor.

Türkiye'yi yönetenler bunlara dikkat etmezlerse, uzun yıllar boyunca, tehditlere, tehlikelere kapıyı kendi elleriyle açmış olmak gibi unutulmayacak bir hatanın sorumlusu olarak anılabilirler.

Selim Uysal

19.04.2017

Related Posts

Leave Comments