Bu tanım ciddi analitik açılımlar vadetmese de yazının başında adı geçen örnek imparatorlukları çok zorlanmadan bünyesine kabul edebildiği için pratiktir. Üstelik günümüzden de örnekleri içine sığdırabileceğimiz bir tanımdır, bir hususun farkında olmak kaydıyla: Teknoloji değişir, dünya değişir, siyasi örgütlenme modelleri değişir, imparatorluklar da değişir. Titus'un Roma'sından Victoria'nın İngiltere'sine kadar kavramın gösterdiği gelişimi düşünün. Örneğin Roma İmparatorluğu'nun tüm Akdeniz'i çevreleyen toprakların yönetim ve sadakatini sağlamakta kullandığı Romalılık kültürüne asimilasyon ve bu asimilasyonun ileri safhalarındaki yerellere nispeten açık vatandaşlık 19. Yüzyıl İngiltere'sinin sömürge imparatorluğu için akla bile gelmeyen kavramlardır. İmparatorluğun bekaasını sağlama amacında onların yerini böl ve yönet sloganında billurlaşan siyasi metodoloji ile teknolojik gelişimin getirdiği askeri ve ekonomik üstünlük almıştır. Hal böyleyken Amerikan İmparatorluğu'nu kavramın evriminde bir sonraki merhale olarak düşünebiliriz.
Bu evrim süreci içinde İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden, özellikle de Soğuk Savaş sonrası dönem için bazı temel tanımların alışılagelmiş karşılıklarının artık kifâyetsiz kaldığını kabul etmemiz gerekir. Evvelâ dünyadaki siyasal yapıların 1648 Westphalia Anlaşması üzerine oturtulmuş ve idealize edilmiş ulus-devlet modeline artık uymadığını görmek elzemdir. Bugün artık ulus-devlet Westphalia'nın gönlü geniş, ya da Birleşmiş Milletler Bildirgesi'nin 2. maddesinin safça okumalarında anlaşıldığı gibi kendi topraklarında mutlak egemen değildir. Bunun çeşitli sebepleri arasında küreselleşme kavramında özetlenen ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişme sonucu dünyanın küçülmesinin ulus-devlet sınırlarını idari araçlardan küresel aktiviteleri zorlaştıran rahatsızlık kaynağı duvarlara dönüştürmesi, sanayii üretiminde başlayan devrimin ekonominin diğer sektörlerine de yayılması sürecinde üretimde lider olan devletlerin diğerlerine üstünlüklerini sürdürebilmek için hammadde ve pazar arayışlarında ziyâdesiyle "girgin" davranmaları, ve artık bazı sorunların (misâl küresel ısınma) gerçekten ulus-devletin boyunu aşması sayılabilir. Kişisel perspektifinize göre bunlara 11 Eylül'den sonra uluslararası teröre reaksiyon, sivil toplum örgütlenmelerinin devletin siyasi tekeline alternatifler oluşturması, ve Avrupa Birliği'nde örneğini bulan bütünleştirici inisiyatifler gibi değişik soslar da ekleyebilirsiniz. Yaşanan dönüşümün sebepleri çeşitliyse de sonucu tektir: Bugün artık ulus-devlet bir ulusun diğerlerinden bağımsızlığının aracı olduğu için değil, bilâkis küresel sistemin ulusa empoze edilmesinde faydalı olduğu için vardır.
Gramsci'den ilham alan bu nevi bir okumayla analizi tek bir perspektife sınırlamamak için bir de karşı entellektüel geleneğe bakalım. 1980'lerde siyaset bilimi alanında Amerikan literatürünün önde gelen dergilerindeki devlet tartışmalarında da devletin klasik egemen tanımıyla uluslararası yapıya bir tuğla olmak fonksiyonu arasındaki farklılıkların altı çizilmektedir. Jackson, Crowe, ya da Krasner gibi yazarlarca dillendirilen hâkim görüş devletin kendi topraklarındaki ampirik varlığıyla uluslararası camiadaki üyeliğinden kaynaklanan hukuki varlığının birbirinden ayrı olduğunu ifade eder. Bu tespit ise iki yaklaşım arasındaki farkın özde değil vurguda olduğunu açık eder. Amerikan literatürü devletin uluslararası düzenin yerele yansıtılmasında bir araç olduğunun üstünde durmaz elbette. Lakin devlete harici bir dayanak bulmakla varılan nokta Marksist yaklaşımların bizi getirdiği yerden usulen farklıysa da esasta aynıdır.
Bu teorik çerçeveyi bugünün dünya haritasıyla beraber incelersek varacağımız yargı Amerika'nın güçlü bir devlet olmasından ziyâde, diğer devletleri kendi kurduğu ve tepesinde oturduğu yapının içinde tuttuğu için bir imparatorluk olduğudur. Yani ABD kendi halkı üzerinde hâkim bir imparatorluk olmanın ötesinde bir dünya imparatorluğunun hamilidir. Bu sonuca varmak için komplo teorilerine başvurmamız da gerekmez üstelik. Kosova'da, Irak'ta ve Afganistan'da silinip uluslararası sisteme (ve ABD planlarına) daha uyumlu biçimde baştan bina edilmekte olan devletler, Türkiye gibi ülkelerin IMF, ve dolayısıyla ABD güdümüne iyiden iyiye girmiş ve bağımsızlığını yitirmiş ekonomileri, son örnekleri Suriye, Kuzey Kore, ve İran'ın başına gelen dış politikadaki hareket alanının iyice daraltılıp tek boyuta indirgenmesi hep bu sürecin işaretleridir. ABD kendi küresel imparatorluğunu pekiştirmekte, bunu da uluslararası sistemin diğer yapıtaşlarının özerkliğini azaltarak yapmaktadır. Özerkliğinin azaltılmasına soğuk bakanların akıbeti de Irak gibi olmaktadır.
"Yükseliş-çöküş döngüsünde Amerikan İmparatorluğu nerededir?" sorusuna yanıt vermek zor. 1970'lerde de ABD'nin gerileme dönemine girdiği üzerine pek çok spekülasyon yapıldığını hatırlarsak bugün kimilerince dillendirilen "Irak ABD için bataklığa dönüştü, çöküş yakındır" söylemi ikna gücünü kaybetmektedir. Üzerinde düşünmemiz gereken bir diğer nokta da bundan önceki imparatorlukların çöküşünde varolan dış etkenlerin bugün varolup olmadığıdır. Roma'yı yiyip bitiren kavimler göçü, İspanya'yı yıpratan Hollanda sorunu, İngiltere'yi imparatorluğunu muhafaza edemeyecek ölçüde zayıf düşüren iki Dünya Savaşı, Sovyetlerin enerjisini tüketen Soğuk Savaş bugün paraleli olmayan olaylardır. Kaldı ki, şimdiye kadar kurulup çökmüş imparatorlukların hakkından gelen dış etkenleri daha oluşmadan bertaraf edebilmek için de ABD, imparatorluğunun dışında bir alan kalmayacak şekilde küresel ekonomik ve kültürel hâkimiyetini pekiştirmeye çalışmaktadır. ABD'den dünyaya yayılan medya örgütlenme modelleri, neoliberal ekonomik söylemler, fikri mülkiyet hakları gibi diğer kültürlerde varolmayan yeni oyun kurallarının tüm dünyaya empoze edilmesi ABD'nin en güçlü imparatorluk olmayı değil, kendi inşa ettiği küresel piramitin en üstünde tek hâkim olarak oturmayı amaçladığını göstermektedir. Böylesi bir imparatorluk modeliyse tarihte değil, Isaac Asimov'un Vakıf'ında karşımıza çıkar sadece. Ne yazık ki Asimov da çizdiği sınırları olmayan galaktik imparatorluk resminde detaylı bir analizden imtina etmiştir.
Özetle Amerika'nın tek süpergüç ve bir imparatorluk olmasından rahatsız olan çevrelerin endişelenmesi gereken asıl gelişme ABD'nin rakipsiz askeri gücü, banknot matbaasında Dolar basabilme yeteneğinin de yardımıyla yürüttüğü ekonomik dünya hâkimiyeti, Yeni Muhafazakârların diplomatik teamülleri hiçe sayan kendilerine güvenleri vb. değildir. Amerikan İmparatorluğu'nun ilelebet payidar kalabilmesi ihtimalinin varlığı, dolayısıyla Roma'dan Britanya'ya uzanan döngünün kırılabilirliği küresel siyasi iktisadın kurallarını tek taraflı belirleme yeteneğinden ve teknolojinin ulaştığı seviyeden kaynaklanmaktadır. Casus uydular, telekomünikasyon şebekelerindeki dinleme mekanizmaları, İnternet gibi daha önceden öngörülememiş özgür alanlarda getirilen her türlü kısıtlama, medyadaki tekelleşmeler, ve tüm bunların küresel ölçekte uygulanmasının önündeki son engel olan ulus-devletin özerkliğine getirilen sınırlamalar belki bugün değilse bile bir yirmi yıl içinde George Orwell'in 1984'ü benzeri bir dünyaya götüremez mi bizi? O gün geldiğinde İmparatorluk kendisine yönelecek her türlü tehdidi daha oluşma aşamasında tespit edip engelleyecek yeteneğe ulaşamaz mı?
Bu endişeyle beklenecek kötü bir gelişme olmak zorunda değil. ABD'nin hüsn-ü niyetine güvendiğiniz ölçüde Pax Americana'nın bir Pax Eternia'ya dönüşmesi sorun olmaktan çıkacaktır. Savaşlar bitecek, nükleer silahlar yayılmayacak, terör son bulacak, ve her yere "demokrasi" gelecektir böyle bir ebedi barış ortamında. Peki siz, ABD'ye güvenebiliyor musunuz?