2012 yılında yazdığım bir yazı. Alpaslan Türkeş'in anısına.
Küçük Hüseyin efendi, karşısında duran ve henüz 7-8 yaşlarındaki çocuğu şehadet parmağı ile işaret edip;
-"Bu çocuk... Bu çocuğa dikkat edin. Türk tarihi bu çocuğu altın harflerle yazacaktır" demişti!
…
Bu çocuğun güzel bir beklenti yüreğini heyecanlandırıyordu, zihnini canlandırıyordu yaşama başladığı çocukluk yıllarında.
O çocuk zamanın kucağında umutlara sarılmış, milletin kendisini beklediğini bilmeden. Milleti için umutlarla dolu bir geleceği bilmeden, zamanın sarmalında büyüyor ve hayata yerleşiyordu.
Tebessüm ediyordu umutlar, yürekler, kaderi ve geleceği titreyerek.
Beşeriyetin hafızası ve milletin şahsiyetini değiştirmeye ve geliştirmeye namzet bu çocuk delikanlılık yıllarını, toplumun kültür ve mefkûresini kuvvetlendirmeye bu alanda hizmet etmeye başlamıştı. Toplumun tarih ve kültür kodları milli şuur ve idraklerini arayan kalabalıkların hafızalarını toparlamada, şaşkın bir durumda olan Türk milletinin "millet vasfı" olma duygusunu bulmada ve muhafaza etmeleri konusunda artık büyümüştü.
Hayatın, ülkenin, düzenin, sistemin, yetmedi tüm dünyanın acımasız sarmalıyla karşı karşıya kaldı. Yılmadı, yıldıramadılar, vazgeçmedi, vazgeçiremediler.
Söz vermişti.
Emanet aldığı "Türk cihan hâkimiyeti mefkûresini" şerefi ile taşıyacaktı. Taşıyacak ve arkasından gelenlere emanet edecekti. "BÜYÜK TÜRKİYE" mefkûresini iktisaden büyütmek, bu ülkenin kültürünü evrensel düzeye çıkarmak, uluslararası bir güç haline getirmek olacaktı, ülküsü.
Bu ülkü için mücadele eden, bu ülküye gönül veren arkasından gelenlere de bir isim bulmuştu, "ÜLKÜCÜ."
O ülkücüler de isim babasına bir ad bulmuştu, "BAŞBUĞ."
Yani baş, başkan, komutan…
Evet, Başbuğ Alpaslan Türkeş...
Bakışları yenileyen, hedefleri belirleyen, ufuk tazeleyen, ilham veren heyecan katan bir bilge insan olarak halkına ve kitlere yön verdi, yol gösterirdi ve hep önde giden oldu. Fırsatları faydaya dönüştürmede icraatçı, uzman, arzulanan sonuçlara ulaşmada başlangıçları iyi belirleyen biri oldu.
O sonuçları tartışmadı, başlangıçları belirledi.
Milleti güçlendirmek için otorite kullanmadı. Ait olduğu millete hedefler koyan onları bu doğrultuda yönlendiren ve arkasından sürükleyen kişi oldu.
Lider doğdu ve hep lider kaldı. Zaten Küçük Hüseyin efendi de 7-8 yaşlarındaki bir çocukta görmemiş miydi? o vasıfları.
Kendisi doğru, gölgesi de hep doğru oldu.
Siyaseti tekilci değil, hep çoğulcu idi.
Ve derdi "vatan" idi.
Alpaslan Türkeş büyük bir devlet adamı, fikir adamı, gönül adamı ve dava adamı idi, dava adamı demişken, bu dava adamına yüzlerce dava açılmıştı…
Ama hiç birisi;
Hırsızlıktan, vatanı satmaktan, vatan hainliğinden, başkasının malını çalmaktan, arakçılıktan, uğruluktan, şakilikten, rüşvetten değildi.
Bir davası vardı adam gibi o da, "Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi" ve bu mefkûreye "dava" açılmıştı…
Eğmedi başını kimsenin önünde. Yalnız geldi ve kalabalık gitti. Onuru ve birde kefeni ile.
04 Nisan 1997 yılında.
Bilirsiniz, herkes bu misafirhaneye uğrar ve bir iz bırakır gider. Bu izler arasında öyleleri var ki, onları zaman ve asırlar aşındıramaz. İz vardır ki ona yüzler sürülür, gözyaşı dökülür.
Ariflerin ölümüne üzülmeyin, en güzel şiirlerinizi okuyun mezar başında, en iyi duadır. Çünkü içinde iyi dilekler vardır, gidene geç kalmış…
Milletin kalbinde yaşayanlar, milletle gelen ve onlarla yoluna devam edenler olmuştur.
Başbuğ Alpaslan Türkeş'in aziz ve manevi hatıralarına…
Emanetin başım üstüne.
Yaşar Kiraz