Küreselleşme, Alt-Right ve Christchurch...
Ben, öyle yok Rockefeller dünya hakimiyetini kuracaklar, yok Gezi eylemlerinin arkasında güç Rothschildler gibi iddialara inanmam. Bu tür söylemlerin belki daha derin ama daha gözler önünde olan biten bazı şeylerden dikkati dağıtmak için insanların ağzını ve zihnini gereksiz yere meşgul etmekte kullanılan basit söylemler olduğu kanaatindeyim.
Bakmak ve görmek farklı eylemlerdir. Bence hepimizin gözü önünde olan biten ama ezici çoğunluğun görmediği bir çok şey var. Hani şu meşhur 'Büyük Resim' var ya, işte tam ondan bahsediyorum. Bu büyük resmi görmenin aslında hiç de zor olmadığı kanaatindeyim.
Bir çoğunuz hayal kırıklığına uğrayabilir ama bu Büyük Resmin 'Eyes Wide Shut' (Gözleri Tamamen Kapalı) misali kapişonlu pelerinlerle kuru kafadan şarap içen, ahlâksızlık yapan, latince ayinler yapan iluminatilerle de alakası olduğunu düşünmüyorum.
Dediğim gibi, olaylar aslında gözümüzün önünde gelişiyor. Tek eksiğimiz olayları mantığımızın süzgecinden geçirerek tarih ve toplum bilimleri penceresinden değerlendirip kafa yormaktansa, Dan Brown gibi popüler kültürün kalemlerinin yazdıklarını bilimsel gerçek gibi kabul ederek Nicole Kidman ve Tom Cruise'un yakınlaşmalarınla daha çok ilgilenmemiz.
Ben Christchurch olayının teferruatları üzerinde çok fazla durmak istemiyorum. Olayın Avrupa'da 'Yeni Sağ' ve ABD'de 'Alt-Right' olarak bilinen akımlarla alakasını değerli arkadaşım Emrah Ece 'YENİ ZELANDA SALDIRISI ALT-RIGHT VE RUSYA BAĞLANTILARI' isimli yazısıyla çok güzel ve net ortaya koymuş. Konuyla alakadar diğer değerli arkadaşım Kutlu Altay Kocaova 'Yeni Zelanda'daki Katliâm ve Düşündürdükleri...' başlıklı yazısında bu vahşetin dikkate alınması gereken hususlarını değerlendirmiş. Olayın batı medyasında yansımasını sevgili Kutlu Kocaova'dan biraz farklı algılasam da, her iki yazı olayla alakadar okuduğum en iyi değermendirmelerin başında geliyor.
Ben bu satırlarımda mevzu bahis 'Yeni Sağ/Alt-Right' gelişiminin nasıl oluştuğu ve geliştiğine değinmek istiyorum. 15 Mart Christchurch vakasını da bu kapsamda değerlendireceğim.
YENİ SAĞ / ALT-RIGHT'IN ZEMİNİNİ HAZIRLAYAN KÜRESELLEŞME
Küreselleşmenin ne zaman başladığı somut bir tarihle belirlemek mümkün değil. Kavramın ne kadar dar veya geniş kullanıldığına göre farklı tarihler belirlemek mümkün. Ama kavramı ortak bir ekonomi, siyaset, kültür, çevre ve enerji politikası ile iletişim kullanımı veya en azından bu konularda ortak hedef belirlenmesi üzerinden değerlendirdiğimizde dünyadaki küreselleşme derecesinin millenium ile beraber, yani bu bin yılın başlangıcıyla, insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar zirveye ulaştığı görülmektedir.
Bu tırmanışı tetikleyen iki önemli gelişme olmuştur:
- 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması ile
başlayan Demir Perdenin çöküşü
Bu olayla beraber 2. Dünya Savaşı sonrası rekabet halindeki iki temel sosyo-ekonomik ve yönetim modelinden biri olan 'komünizm' çökmüş, Batı Dünyası tarafından benimsenin 'liberal-rekabetçi' kapitalist model galip gelmiştir.
Komünist modelin iflasından sonra bu model kapsamında bulunan ülkelerde, özellikle çöken kutubun süper gücü olan Sovyetler Birliğinde, yönetim krizi başlamış ve bu ülkelerin 15-20 yıllık bir değişim sürecine (transition process) girmeleriyle beraber Batı, özellikle batıdaki süper güç ABD, kendisine karşı koyabilecek bir kutubun kalmayışıyla etkinlik alanını gerek ekonomik, gerek siyasi, gerekse askeri açıdan çok daha geniş bir alana yayabilmiştir.
Başta eskiden Sovyetler'in etki alanında bulunan Doğu Avrupa olmakla beraber bir çok ülke ya AB genişlemesiyle ya da NATO kapsamında Batı/ABD hegomonyasına tabi olmuştur. Bu genişleme NATO'nun Sovyetler Birliğinden sonra yeni oluşan Rusya Federasyonu'nun kapısına kadar dayanmıştır.
Ancak küreselleşmenin derecesini asıl artıran etken, batı hegemonyasına girsin girmesin, eski Doğu Blok ülkelerinin yeni yapılanmalarında kapitalist modeli benimsemeleri olmuştur. Eski Doğu Blok'ta Sovyetlerden sonra en büyük güç olan Çin bile, Sovyetlerde yaşanan çöküşü kendi sınırlarında engellemek için mazisine nazaran çok daha liberal bir modelle 'devlet destekli ve kontollü kapitalizm' uygulamaya başlamıştır.
Böylece dünya çapında serbest ticaret engelleri iyice alçalmış, ülkeler birbirleri ile ilişkilerini başta ekonomi olmakla beraber bir çok alanda çok daha artırmışlardır. - Bilişim ve İnternet
Küreselleşmenin bu derece ivme kazanmasını sağlayan bir başka gelişme ise teknolojik alanda gerçekleşmiştir. Daha doğrusu bilgisayar-bilişim teknolojisi alanında. Bu da World Wide Web'in, yani 'internetin' 1992-1994 yıllarından sonra arasında geniş kitleler tarafından kullanılmasının mümkün olmasıdır.
Dünyada değişik yerlerde bulunan bilgisayarların birbirlerine bağlanması daha önceden mümkün olsa da, daha ziyade askeriye ve bilim dünyasının erişimine kısıtlı olan bu teknoloji İsviçre CERN'de çalışan Tim Berners-Lee'nin mevcut yöntemi kullanışsız bulması ve işlevi kolaylaştıracak yazılımları, HTTP ve HTML'i kodlaması, ilk internet tarayıcısını ve ilk ePosta yazılımının geliştirmesi ve bütün bunları lisans veya patent ücreti istemeyerek bütün dünyada kamunun hizmetine sunması ile internet artık herkesin kullanabildiği bir mecra olmuş ve her geçen gün hızla gelişmiştir.
DOĞU BLOKU'NUN DAĞILMASI VE DAĞILMASINDAN SONRAKİ SÜREÇ
Peki Doğu Blok'u nasıl dağıldı ve dağıldıktan sonra ne oldu?
Eski Varşova Antlaşması kapsamında Avrupa'da bir çok ülke Rusya'dan uzaklaşıyor ve Batı Avrupa ile bağlantılarını güçlendiriyorlardı. Bunların birçoğunun sonraki yıllarda AB ülkesi olduğunu gördük. Sovyetler Birliğinde Başkan Michael Gorbaçov o tarihe kadar görülmemiş reformlarla koca ülkeyi bir arada tutmaya çalışsa da, bir çok eski Sovyet Cumhuriyeti bileşenleri bağımsızlık hedefliyordu ve bu cumhuriyetlerde bağımsızlık çığlıkları atanlar sadece milli güçler değildi. Örneğin Ukrayna Sovyet Partisi Moskova'nın dayatmalarını alışılmamış sert bir dille eleştiriyordu ama diğer yandan da gerek Rusya'da, gerekse diğer cumhuriyetlerde komünist parti her geçen gün kontrolü kaybediyordu.
Nihayetinde 1991'de tarihe 'Ağustos Darbesi' olarak geçen olayda Rusya Sovyeti reformları durdurmak ve eski gücü sağlamak için son bir çaba gösterdi. Tanklar, içinde Rusya Cumhuriyeti'nin ilk demokratik seçilmiş başkanı Boris Jelzin'in bulunduğu Bakanlar Burulu binasının önüne sürüldü ve Gorbaçov tutuklandı. Yine de darbe başarısız sonuçlandı. Çünkü ordunun emir komuta zinciri darbeye katılmadı. Halk, bazı Sovyet siyasilerin emrinde olan bir kaç tanka karşı, bakanlar kurulu binasını korudu.
Bütün bunlar olurken ülkenin ekonomisi iyice çökmüş, gıda ve tarım üretimi %50'den fazla azalmıştı. Halk açtı. Gürcistan, Rusların 1989'da Tiflis'te yaptığı katliamı unutmamış, bağımsızlığını istiyordu. Ukrayna ve birçok başka cumhuriyet artık çok açık Moskova'ya baş kaldırmıştı. Gorbaçov'a karşı darbe başarısızlıkla sonuçlanmış, Sovyetler Birliği çoktan bölünme sürecine girmişti. Ve nitekim 8 Aralık 1991'de Sovyetler Birliğinden ayrılan 11 cumhuriyet bir araya gelerek Bağımsız Devletler Topluluğunu ilan ettiler. Gorbaçov ülkeyi bir arada tutmayı başaramamış ve tamamen güç kaybetmişti. 25 Aralık 1991'de televizyona çıkan Micael Gorbaçov "Görevimi kaygı içinde ama umutla bırakıyorum. Herkese iyi şanslar diliyorum" diyerek istifa etti. Rusya'da yeni güçlü adam Boris Yeltsin'di.
Bugün geri bakıldığında Rusların çoğunluğu Yeltsin'i gücü kendisi ve yakınlarına bölüştürmek isteyen ve halkın dertlerini zerre umursamayan sovyet artığı olarak anar. Ve gerçekten de Yetsin başarılı bir yönetimden ziyade televizyonlara bile zil zurna serhoş çıkmasıyla hatırlanır.
Yeltsin yönetiminde başlatılan özelleştirme ülke ekonomisine fayda sağlamamıştı. 11 Ekim 1994, %27 değer kaybına uğrayan Rus Rubel'i sayesinde 'Kara Salı' olarak anılmıştı. Nisan 1995'te Rusya IMF ile Stand By anlaşması imzalamak zorunda kaldı. Ama sıkıntılar sadece ekonomik değildi.
Rus silahlı kuvvetleri, 11 Aralık 1994'te bağımsızlığını ilan eden Çeçenistan'ı işgal etmeye başlamış ve 31 Aralık 1994'te başlayan Grosny kuşatması Rus tarafında büyük kayıplarla başarısız geçmişti. 1995'in Temmuz sonunda Çeçenistan ile ateşkes ilan etmek mecburiyetinde kalmıştı.
Rusya şubat 1996'da IMF ile yeni bir anlaşma imzalamaya mecbur kaldı. Aynı yılın nisan ayında Çeçenlerin Rus askeri konvoyuna saldırısında 73 Rus askeri öldü 8 Rus Tankı ve 11 Rus kamyonu imha edildi.
Yeltsin'in sağlık durumu her geçen gün kötüye gidiyordu. Çeçenler 15 bin kişilik silahlı güçle Çeçenistan'da Ruslar tarafından işgal edilmiş bir çok köyü kurtarmayı başarmıştı.
16 Ağustos 1999'da Rus Parlamentosu Valadimir Putin'i başbakan olarak teyit etmişti. 26 Kasım 1999'da Yeltsin 'bronşit rahatsızlığı' bahanesi ile hastaneye yattı ve nihayetinde 31 Aralık 1999 tarihli yeni yıl konuşmasında istifasını açıkladı ve erken seçimlere kadar Rusya Federal Güvenlik Servisi müdürü ve Rusya Güvenlik Konseyi'nin başkanı Vladimir Putin'i geçici başkan ilan etti.
Görüldüğü gibi bu süreçte Rusya etkin bir dış politika takip edemeyecek kadar iç sıkıntıları ile meşguldü.
ABD EMPERYALİZMİNİN YAYILMASI
Doğu Bloku'nun dağılması ile beraber kendini dünyada tek kutup olarak gören ABD bir yandan etki alanını genişletme imkânına sahip olsa da diğer yandan da eski hakimiyetini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Çünkü 2. DÜnya Savaşından sonra 'Sizi Komünist tehlikeye karşı koruyorum' gerekçesi ile hakimiyetine aldığı diğer batı ülkelerinin 'komünist tehlikenin' kaybolması ile beraber ABD'nin eteği altında bulunmalarına bir gerekçe kalmamıştı. Dolayısıyla ABD acilen yeni bir düşman prototipine ihtiyaç duymaktaydı.
ABD etki alanını sadece Doğu Avrupa'da genişletmekle meşgul değildi. 1990'da birinci Körfez Savaşı ile beraber Ortadoğu'ya istediği şekli vermeye başlamış aynı zamanda bu vesile ile beraber diğer batılı ülkeleri müttefik olarak kendine bağlamıştı. Ve nihayetinde 11 Eylül 2001 saldırıları ile beraber düşman prototipi olarak 'İslami Terör' eski 'Komünist tehlike'nin yerini aldı. Dönemin ABD Başkanı G. W. Bush 21 Eylül 2001'de ABD Kongresi önünde yaptığı konuşmada 'Bizimle olmayan, bize karşıdır!' dedi.
Batı yeni 'Ortak düşmanını' bulmuştu.
Batıda ABD hegemonyal gücünü pekiştirmeye ve artırmaya devam ederken Rusya Putin'in liderliğinde yavaş yavaş bulunduğu kaostan çıkma ve tekrar dünya sahnesinde yerini almaya başlamıştı. 1999'ta başlamış olan ikinci Çeçenistan Savaşını büyük bir kararlılık ve sertlikle sürdüren Putin Çeçenistan'ın bağımsızlığını engelledi ve ülkeye kendi kontrolünde olan bir yönetim atadı. Aynı şekilde Gürcistan'ı işgal ederek Abhazya ve Güney Osetya topraklarını Rusya'ya bağladı. Her ne kadar ülkeyi gittikçe daha totaliter yönetse de ekonomik kalkınmadan halkın da faydalanmasını sağladı. Yönetim şekline 1959-1965 yıllarında Endoneyza Başkanı Sukarno'nun uyguladığı 'Yönlendirilen Demokrasi' adını verdi. Eski Sovyetler Birliği dönemindeki komşuları ile sıkıntılarını ve kendi iç meselelerini hallettikten sonra Rusya uluslararası sahneye büyük bir özgüvenle geri döndü.
Önceki yazılarımda da birçok kez değindiğim, Putin'in 2007 Münih Güvenlik Konferansında yaptığı konuşmayı okumanın bugün yaşanan bir çok olayı daha iyi anlamamızı sağlayacağı kanaatindeyim. Putin bu konuşmada kısaca Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra ABD'nin bayağı bir süre tek süper güç olarak kaldığını, Rusya'nın asla tek kutuplu bir dünyanın devamını kabul etmeyeceğini, Avrupa ile iyi ve uyumlu bir komşulşuk arzuladıklarını ve artık Avrupa'nın da ABD'den başka ilişkiler ve bağlar kurması gerektiğine inandığını ifade etti.
Bu konuşma yakın tarihin en önemli konuşmalarından biridir ve maalesef ülkemizde çoğu kişi bilmez. Rusya tekrar dünya sahnesine dönmüştü. Ama bunu çoğu kişi anlamadı ve 1989 ve sonrasının kaos ortamının devam edeceğini düşünerek Rusya'yı küçümseme hatasında bulunuldu.
Peki bütün bunlar olurken Putin'in hem elini uzattığı hem de gözdağı verdiği Avrupa'da durumlar neydi?
DEMİR PERDE SONRASI AVRUPA
İnsanların nesiller boyunca alışmış oldukları iki kutuplu dünya kalmamıştı. Batı Avrupa halkları birden eskiden hiç görüşmedikleri, sadece medyadan tanıdıkları insanlarla karşılaşır olmuşlardı.
Diğer yandan hayatları boyunca rekabet tanımayan, kendi yaşamlarına sadece çok dar sınırlar içinde yön verebilen eski doğu bloku halkları adeta sınırsız bir hürriyete kavuşmuş ama artık var olmak için kendileri düşünüp kendileri çalışmaları gerektiğini idrak etme mecburiyetinde kalmışlardı.
Kısacası eskiden beri 'düşman' bellenen bir sürü doğu blok halklarından bir çok insanla artık Batı'nın her şehrinde karşılaşmak mümkün olmuş, her iki tarafın 'düşman' prototipi geçerliliğini kaybetmişti.
Batıda halkın büyük kısmında hakim olan 'hayatım boyunca çalışırım, evimi alırım, arabamı alırım, emekli olur, emeklilikte rahat ederim' anlayışı her geçen gün daha da sallanmaya başlamıştı. En köklü ve büyük şirketlerin üretimhanelerini kendi ülkelerinde kapatıp iş gücünün daha ucuz olduğu doğuya gitmeleri, doğudan bir sürü işsiz güçsüz insanın şansını denemek için batıya gelmesi ile gelişmiş ekonomilerde bile iş gelirinin azalması, teknolojik açıdan sürekli gelişen medya sayesinde uzağın yakınlaşması hatta belki istenenden daha da yakınlaşması özellikle refah düzeyi ve nüfusunda yaşlı oranı yüksek batı ülkelerinde yavaş yavaş tedirginliğin artmasına sebep olmuş ve zamanla çok ciddi bir 'Küreselliğe Karşıt' kitlenin oluşması için gereken zemini hazırlamıştı.
ABD'nin öncülüğünde Ortadoğu'da sürdürülen savaşlar, hem savaş bölgelerinden mültecilerin batıya göçe başlamasına hem de aşırı İslamcı oluşumların Batıda terör saldırılarında bulunmalarına sebep olmuştu.
Bütün bunlar yetmemiş gibi ABD'de Clinton döneminde 'Her Amerikalının en az bir evi olmalı' düşüncesi ile uygulanan ekonomi politikası patlak vermiş ve dünya tarihinde görülmemiş bir ekonomik krize yol açmıştı. Ekonomik kıyametin kopmasını engellemek için devletler ve merkez bankaları iflas etmiş bankaları ve sigorta fonlarını binlerce milyar dolarlarla desteklemek mecburiyetinde kalmış, çok yüksek paralar kazanan finans aktörlerinin yaptıkları yanlış yatırımların maliyeti vatandaşların ödediği vergiler ve birikimlerle karşılanma mecburiyetinde kalınmıştı.
Güvensizlik, özel sektörden kamuya sıçramış ve senelerdir AB sayesinde sorumsuz ekonomik politika uygulayan başta Yunanistan gibi güney Avrupa ülkeleri iflasın eşiğine gelmiş, batı Avrupa ülkeleri AB'nin bekası için vatandaşlarının parası ile bu ülkeleri kurtarma mecburiyetinde kalmışlardı.
Bütün bunlar Avrupa'da insanların başta AB fikri olmakla beraber küreselleşmeye karşı ciddi tepkiler göstermeye başlamasını sağladı. İflasın eşiğinde olan ülkelerde insanlar kuzeyli ülkelerin kendilerini sömürdüğünü iddia ederken, kuzeyin halkları güneydekinlerin senelerdir onların parasıyla zevk ü sefa içinde yaşadıklarını ve bir şey üretmeden asalaklık yaptıklarını iddia ediyordu.
ABD'de ise peş peşe gelen iflas haberleri yanısıra bir de Ortadoğu ve Afganistan'dan tabutlarla geri gelen askerlerin görüntüleri Amerikan halkında ABD'nin müttefikleri tarafından kendi güvenlik politikaları gereği jandarma olarak suistimal edildiği intibasının artmasına sebep oluyordu.
Batı'da Xenofobist ve aşırı sağcı fikirlerin gelişmesi için gereken en mükemmel ortam oluşmuştu.
SAYGIN VE 'PREZENTABL' AYRIMCILIK
Aşırı sağ açısından sıkıntı şuydu;
Gerek ABD'de gerekse özellikle Batı Avrupa'da beyaz ırkın üstünlüğü, 'Efendi Irkı' (Herrenrasse) gibi düşünceler ikinci dünya savaşından sonra hiç bir zaman tamamen yok olmamıştı. Lakin diğer ırkları 'yaşamaya değer' bulmayan, hatta 'insan sınıfına' sokmayan veya olsa olsa 2'nci, 3'üncü sınıf insan olarak algılayan aşırı saldırgan söylem ortalama eğitim seviyesi yüksek olan toplumlarda marjinal kalmaya mahkûmdu. Yeni bir söylem, yeni bir anlatım şekli gerekiyordu. İşte Avrupa'da 'Yeni SAĞ'ın, ABD Anglo Saxon coğrafyasındaysa 'Alt-Right' hareketinin doğuşu böyle oldu.
Bu akımlar diğer ırkları yok etmek gerektiğini, diğer kültürlere saldırılması gerektiğini anlatmıyordu. Ne Amerika'da 'Gelin tüm siyahları öldürelim, köleleştirelim' söylemi ile ne de Avrupa'da hadi tüm Yahudileri veya Türkleri yakalım öldürelim' lafları ile artık geniş tabana hitab etmek mümkün değildi. Geniş tabana ulaşmak için yeni, insanlara 'Evet ya, ne kadar doğru. Adam haklı…' dedirtebilecek bir söylem lazımdı. Yeni akımın düşünürleri bu söylemi buldular.
Bu söyleme göre yabancılar 'Beyaz-Hıristiyan toplumları' tehdit etmekteydiler. Dolayısıyla 'Beyaz-Hıristiyanlar' kendilerini savunma mecburiyetindeydiler. Bu onların en doğal hakkıydı. Bir de düşmanın 'müslüman' olmasından ötürü bu Yeni Sağ akım insanlara Hıristiyanlığı, Hristiyan kültürünü korumak, yani bir nevi dinî sorumluluk olarak sunuldu. Evet, beyaz-hıristiyan, oksident kültürünü oryental saldırganlara karşı korumak gerekiyordu!
Yeni metod saldırı değil, savunma üzerine tasarlandı. Yeni Sağ veya Alt-Right ırkçılığı ve xenophobiyi etkin saldırganlıktan edilgen savunmaya çevirdi ve bu kapsamda bir çok komplo teorisinin yayılmasını sağladı. Böylece aşırı sağ yeni mağdur rolü ile çok daha büyük kitlelere ulaşabiliyordu.
İnternet ve sosyal medyayı çok verimli kullanan bu kitle toplumu yalan-yanlış propaganda ve komplo teorileri ile besledi.
CHRİSTCHURCH: ALT-RİGHT, YENİ SAĞ VE KLASİK IRKÇILIĞIN HARMANI
Örneğin 15 Mart Christchurch vahşetini yaşanmasına sebep olan terörist, vahşetini meşrulaştırmak için 'Büyük Değişim Teorisi'ne değiniyor. Avrupa'da sol 68 hareketine karşı gelişmiş olan bu teoriye göre dünyada birileri tarafından (bir çok zaman siyonistler olarak yorumlanır) Avrupa'ya Müslümanlar yerleştirilerek, Avrupa kültürünün yok edilmesi ve Avrupa halkının Arap / Müslümanlarca değiştirilmesi hedefleniyordu. Bu teori yazılı olarak ilk defa Fransız Jean Raspail'in 1973'te yayımlanan 'Kutsalların Ordu Kampı' kitabında yer almıştı ve günümüzde en tanınmış yorumcusu Ranaud Camus isimli yazardı. Camus aynı zamanda en tanınmış küreselleşme karşıtlarından biridir ve küreselleşmede her ticari malın, her üretim mekânının ve her insanın kolaylıkla başka mal, mekân ve insanla değiştirilebileceğini iddia eder.
Saldırıdan sonra 'Alt-Right' ve 'Yeni-Sağ'ın bir çok önde gelen ismi hemen saldırgana ve saldırıya mesafe koyma çabasına düştüler. Örneğin Avusturya'da 'Yeni Sağ'a ait 'Kimlik Hareketi'nin (Idenditäre Bewegung) eşbaşkanı Martin Sellner aynı akşam yayımladığı bir videoda saldırganın her ne kadar Büyük Değişim Teorisine değinse de 'Yeni Sağ' ile alakası olmadığını, 'Yeni Sağ Vatanseverlerinin' her türlü terör eylemini kınadıklarını ve caninin sağcı terör camiasına mensup olduğunu açıkladı.
Gerçekten teröristin alışılagelmiş, klasik ırkçı, nazi kitlesine çok da uzak durmadığını aşağılık saldırısında bir çok sefer David Eden Lane'in '14 Kelime' diye bilinen sloganına ("We must secure the existence of our people and a future for White children" / Biz halkımızın varlığını ve beyaz çocuklarımızın geleceğini korumalıyız.) atıfta bulunmasından anlaşılabiliyor.
Lakin diğer yandan da saldırının 'Alt-Right' veya 'Yeni Sağ' teorisinden esinlendiğini gösteren bir çok vurgu var. Örneğin klasik ırkçı, xenophobist hareket diğer kültür ve ırkların yok edilmesini hedeflerken 'Yeni Sağ', 'Alt-Right' Ethno-Çoğulcudur. Christchurch vahşisi saldırısndan önce bir çok farklı kişiye gönderdiği bildirinin 13'üncü ve 14'üncü sayfasında "Etnik kökenlerini, ırklarını, kültürlerini ve inançlarını ayırmadan dünyanın değişik halklarına sadece en iyi temenniler besliyorum ve barış ve refah içinde yaşamalarını diliyorum. Ama herkes kendi arasında, kendi ülkesinde kendi örf, adet ve töresine göre kendi ulusunda kalsın." diyerek saldırısının çoğulculuğa karşı yönelik bir saldırı olmadığını, aksine, çoğulculuk lehinde bir hareket olduğunu iddia ediyordu.
Ayrıca terörist 'Yeni Sağ', 'Alt-Right'ın ön düşünürleri olarak bilinen Ernst Jünger ve Armin Mohler'in çizdiği, kendi ırkını korkusuzca savunan, vatanı için kendini feda eden 'kahraman' tiplemesinden fazlasıyla etkilendiği besbelli. Örneğin Jünger yazılarında 'Duruma layık olan haslet, beklenen sonucun tamamen yok olma olmasına ve bütün çabalananın büsbütün ümitsizliğine rağmen sarsılmayan kahramanca gerçekliliğin özelliğidir.' derken, Christchurch teröristi bildirisinin 42'nci sayfasında 'Ölümü bekleyin, mücadeleyi (savaşı) bekleyin, asla unutamayacağınız kaybı bekleyin. Yaşamda kalma beklentiniz olmasın. Beklenilmesi gereken sadece gerçek savaş ve gerçek bir askerin ölümünü ölmektir.' diye belirtmişti. Dolayısıyla Sellner veya hareketin diğer önde gelen isimlerinin öne çıkıp 'bizimle alakası yok' demesi, pek inandırıcı değildi.
'SADECE' DEĞİL AMA 'ÖZELLİKLE' KREMLİN TARAFINDAN İYİ KULLANILAN MAŞA
Batıda gelişen Alt-Right / Yeni Sağ hareketi dünya sahnesine geri dönen ve yeni bir kutup oluşturma iddiasında olan Rusya için kaçırılmaz bir fırsat oluştursa da bu teori sadece batı ile sınırlı kalmadı. Aynı şekilde bu teorinin söylemleri ile beslenen trolleri belki en etkili kullanan Rusya olsa da tek kullananın Rusya olmadığı kesin.
Rusya'nın 2014 Kırım işgali öncesi Ukrayna'yı hatırlayalım. Batı medyası olayı Ukrayna Halkı'nın ülkeyi sömüren Yanukoviç'e karşı meşru direnişi ve Rusya'nın Yanukoviç'in ne pahasına olursa olsun desteklemesi olarak yansıttı. Her zaman olduğu gibi olay tüm gerçeği ile sergilenmedi.
Evet; Yanukoviç Ukraynayı sömüren ve Rusya'nın kuklası bir siyasiydi. Evet, Ukraynalılar değişim istiyordu. Ve evet, değişim isteyen Ukraynalılar'a Rusya taraflı faşistler tarafından baskı uygulanıyordu. Ama diğer yandan da ABD Ukrayna'nın Rusya'nın hakimiyetinden koparmak için elinden geleni yapıyor, halkı Rusya'ya karşı kışkırtıyordu. Ortalık tarihi müttefikleri Rusya'nın bayrağını yakan Ukraynalı ırkçılarla doluydu. Hatta Yanukoviç ile muhalefet liderleri Vitali Klitschko, Oleh Tjahnybok und Arsenij Jazenjuk yeni seçim ve olaysız değişim için yapılan bir anlaşma gerek Rusya tarafından, gerekse Meydan-Komitesi tarafından reddedildi ve ortama göre en yapıcı değişim olabilecek olan bu anlaşmayı Meydan'da halka sunan Klitschko Ukraynalı faşistler tarafından hain ilan edildi ve tartaklandı.
Besbelli ki sağcı, ırkçı trol camiası yönüne göre kolayca her iki karşıt tarafdan maşa olarak kullanılmaya son derece müsaitti.
Rusya dünyada istediği konuma ulaşması için sadece kendinin güçlenmesini beklemeyecek kadar aklıllı hareket etmeye başladı. Acilen etki alanını artırması, aynı zamanda Batı'nın etki alanını ise kısıtlaması gerekiyordu. Bunu başarmak için 2. Dünya Savaşın'dan sonra oluşan ve 1989 sonrası genişleyen batı ittifakına zarar vermeliydi ve bunun için etkin kullandığı maşalardan bir ise 'Alt-Right' / 'Yeni Sağ' hareketi oldu.
AB'DE YENİ SAĞ ETKİSİ
AB'de bütün AB karşıtı sağ kanat oluşumları 'Yeni Sağ' ağzı ile konuşur. Dediğim gibi, aşırı sağcı partiler her zaman Avrupa'da var oldular ama 1945 sonrası hiç bir zaman 'Yeni Sağ'cıların son yıllarda kazandığı gibi popülarite kazanmamışlardı.
Fransa'da Marine Le Pen hiç olmadığı kadar güçlü. 2017'de Macron'a karşı ikinci turda sadece %2,7 geride kalarak %21.3 ile kaybetti. Diğer yandan Macron ise her gün daha da zemin kaybediyor. 'Sarı Yelekliler' hareketi ise her geçen gün demokratik sivil protestodan ziyade anarşist çatışma haline bürünüyor. Bir sonraki seçimlere kadar böyle devam ederse, uzun yıllar sosyalistlerden umduklarını bulamayan ve çok beklentileri olan Macron'dan da hayal kırıklığına uğrayan Fransız oylarının kime kayacağını tahmin etmek hiç de zor değil.
Hollanda'da Geert Wilders'in aşırı sağcı 'Partij voor de Vrijheid' (Özgürlük için Parti, Özgürlük Partisi) 2006'dan beri parlamentoda. Gerçi en yüksek oyunu 2010'da almış ama son aldığı %13 oy ve 150 koltuklu mecliste 20 milletvekili ile hiç de yok sayılacak bir aktör değil.
Almanya'da AFD (Almanya için Alternatif) 2013'te kuruldu ve sadece 6 sene içinde evvela eyalet parlamentolarında sonra federal parlamento'ya girdi. Hatta 2018'de yapılan bir ankete göre Hristiyan Demokratlardan sonra en güçlü 2'nci parti bile çıktı. Yani o gün seçim olsa, Sosyal Demokratlardan fazla oy alacaktı.
İtalya'da AB karşıtı popülistler iktidar ortağı.
İskandinav ülkelerinde bile artık çok güçlüler.
Macaristan'da Orban'ın Fidesz partisi AB ve Juncker karşıtı kampanyasından dolayı AB parlamentosundaki gruplarından geçici olarak dışlandı.
Polonya'da hükümette olan PIS partisi sürekli AB kararlarına uymamakla gündemde.
Ve tabii ki İngiltere'nin AB'den çıkış kararı aldığı meşhur halk oylamasını da unutmamak gerek. Orada da AB karşıtlığının bariz şekilde 'Alt-Right' / 'Yeni-Sağ' retoriği üzerine inşa edildiği görüldü.
Diğer önemli bir gelişme ise ortak 'Yeni Sağ' ağzı ile konuşan bu bütün bu popülistlerin oy kazanmalarının yanı sıra, oy kaybeden merkez sağ partilerinin de seçmeni geri kazanmak için merkezden uzaklaşarak sağa kaymaya başlamasıdır. Dolayısıyla Yeni Sağ, Alt-Right sadece diğer partilerden seçmen kapmakla kalmayıp diğer partilerin de kendi düşünceleri doğrultusunda harekete yönlendirerek çok önemli stratejik bir hamlede bulunuyor.
Bütün bu gelişmeler AB'nin geleceği hakkında soru işaretleri oluşturuyor.
ABD'DE ALT-RIGHT ETKİSİ
Kıta Avrupası ve İngiltere'de bu gelişmeler dikkat çekerken ABD'de Trump'ın seçilmesi Alt-Right'ın ABD'de ne kadar güçlendiğini gözler önüne serdi.
Amerikalıların yaptığı en büyük hata bu gelişimi küçümsemek oldu. Cumhuriyetçilerin eski değerlerine bağlı bir isim üzerine anlaşamamaları ve demokratların Hillary Clinton gibi sevilmeyen bir ismi aday göstermemeleri, baş strateji danışmanı 'Mevcut Devlet Yapısını yıkmayı' hedeflediğini açıkça söyleyen aşırı sağcı Stephon Bannon gibi biri olan Donald Trump'ın seçilmesini sağladı.
'Önce Amerika' sloganı ile seçilen Trump başa gelir gelmez kalıcı olmayan, ancak tribünlere oynamaya yarayan aşırı proteksiyonist bir siyaset uyguluyarak dış politikada ABD'nin asırlardır sürdürdüğü çizgiyi kırdı. ABD ve Avrupa arasında 2. Dünya Savaşından sonra görülmemiş bir uçurum açmayı başardı. Dışpolitikayla sınırlı kalmayan Trump, aynı zamanda ABD'nin iç politikada sahip olduğu değerleri zerre umursamadığını her fırsatta gösterdi. Bu konuda o kadar ileriye gitti ki, ABD için Vietnam'da savaş pilotu olarak görev yaparken uçağı düşürülmüş, tutsakken Vietkong tarafından işkence görmüş ve bundan dolayı sakat kalmış, ülkesinde dönebildikten sonra siyasete atılmış ve Trump'ın da adayı olduğu Cumhuriyetçiler tarafından Obama'ya karşı aday olmuş John McCain'in cenazesine hak ettiği saygıyı ancak tüm ülkeden ağır eleştiriler aldıktan sonra mecburiyetten usulen göstermişti.
Bütün bu gelişmeler alakasız görünebilir ama hepsi aslında korkunç derecede Rusya'nın işine yaramaktaydı. Çünkü hem mevzu bahis ülkelerde demokratik hukuk devleti yapılanmasının sarsılmasına yol açmakta hem de ülke halkının ortak değerler üzerinde birleşmelerini engellemekte, dolayısıyla ülkenin birlik ve beraberliğini zedelemekteydiler. Ayrıca, ülkelerin yarım asırdan fazla bir sürede geliştirdikleri, pekiştirdikleri ittifak ve bağlar da ya koparıldı ya da tehlikeye sokuldu.
Yani dünya genelinde gelişmelere bakıldığında bir yandan birbirleri ile özellikle ŞİÖ (Şangay İşbirliği Örgütü) üzerinden birliklerini sağlamlaştıran ve geliştiren, başını Rusya ve Çin'in çektiği bir 'Doğu / Asya' bloku oluşurken, diğer yandan Batı'nın birliği sürekli sarsılmakta ve yara almakta olduğu görülüyor. Bu, Batı Bloku ülkelerinde birilerinin ya 'Alt-Right' / 'Yeni Sağ' söylemlerini 'meşru siyasi zeminde' kullanması veya gerekirse gayri meşru zeminde silahlı saldırı veya terör eylemi yapması ile gerçekleşiyor.
COMMONWEALTH / İNGİLİZ MİLLETLER TOPLULUĞU
Batı'da tanınan kurumsal veya tarihi süreçle gelişmiş AB, ABD-AB ilişkisi, NATO yapılanmaları dışında aslında bilinen ama bir şekilde hiç gündeme gelmeyen önemli bir birlik daha var. Eski İngiliz İmparatorluğu'nun etki alanında bulunan ülkelerden oluşan 'Commonwealth', yani İngiliz Milletler Topluluğu.
Bu topluluğun başta İngiltere, Kanada, Avustralya, Hindistan ve Yeni Zelanda olmakla beraber mevcut 53 üyesi bulunmakta. Bu 53 üyenin 16'sı İngiltere Kraliyetine doğrudan tabi Commonwealth Realm üyesi. Yani İngiltere Kraliçesi onların da kraliçesi ve o ülkelerde aynı İngiltere'de sahip olduğu hak ve sorumluluklara sahip. Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın da bu 16 ülke arasında olduğu dikkati çekiyor.
SALIDIRIDA KULLANILAN SEMBOLLERİN AMACI VE ÖZELLİKLE KULLANILMAYAN SEMBOLLER
Şimdi;
Yeni Zelanda, Christchurch saldırısı esnasında teröristin kullandığı semboller birçok kez konuşuldu ve dikkate alındı. Zaten alınmamasının da imkanı yoktu, zira terörist sembolleri ve semboller üzerinden vermek istediği mesajı adeta herkesin gözüne sokacak şekilde sergilemişti.
Lakin benim asıl dikkatimi çeken şey, kullanmadığı semboller oldu.
Tam olarak neyi kastettiğimi anlamak için, kısaca kullanılan sembollere değineyim: Semboller ülkemizde her ne kadar benim de genelde doğru olduğuna inandığım 'Sen ne olduğunu unutsan da düşman Türk olduğunu unutmaz' yorumuna yol açsa da, ben bu saldırının özellikle Türkiye ve Türklere karşı yapılmış olduğuna inanmıyorum.
Bence hedefte İslam tarihi vardı. Ve tabii ki tarihimizde bu dine ve bu kültüre liderlik yaptığımız sayfalar bulununca, özellikle Osmanlı tarihinden Arnavut İskender Bey, Venedigli Marco Antonio Bragadino ve Sebastiano Venier, Şıpka Geçiti ve Viyana 1683 gibi motiflerin olmasında şaşılacak bir şey yok. Asıl burada bence önemli olan kullandığı Karl Martel, I. Boemondo gibi diğer sembollerin yine özel uluslara karşı değil müslüman medeniyetlerine ve tarihe karşı olmasıydı.
Dolayısıyla bu saldırı, kullanılan bu sembollerin herhangi biriyle kendini özleştirebilen kültür veya toplumların birbirlerine yakınlaşmasını ve paylaştıkları ortak acıda buluşmalarını sağlayabilecekleri şekilde tasarlanmış bir terör saldırısıydı. Yani İslam coğrafyasında özellikle dini ve müslüman kardeşliği, ümmeti vurgulayan siyasilerin popülaritesini artıracak, onların işine gelecek şekilde hazırlanmıştı.
Saldırı, Çanakkale Zaferi'nin yıldönümünün arifesi denecek bir tarihte gerçekleşmesine rağmen, AVUSTRALYALI bir teröristin YENİ ZELANDA'da estirdiği terörde hiç bir şekilde Gelibolu'ya, 1916'ya veya ANZAK, Yani Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu'na atıfta bulunmaması benim dikkatimi çekti. Bu atıfta bulunmadı çünkü bence Çanakkale Savaşı 1. Dünya Harbinde Türk-Alman iffitakına karşı Arapların Türklere karşı İngilizleri desteklediğini hatırlatırdı.
Bu düşünülmemiş, tamamen ırkçı, milliyetçi bireysel bir eylem olsa bütün bu İslam dünyası semboliğinin yanı sıra bir de 'Gelibolu'nun öcünü alıyorum' diye de mesaj verilirdi bence. İtinayla bu bağlantının kurulmasından kaçınılması bu terör eylemini hedeflerinden birinin İslamcılığı pekiştirmek olarak planlanmış olduğunu göstermekte bence.
Peki İslam coğrafyasının gerek siyasi gerekse toplumsal alanda daha fazla aşırı yöne kayması neye yola açar?
İslam coğrafyasına baktığımızda mevzubahis ülkeleri iki sınıfa ayırmanın mümkün olduğunu görmekteyiz. Birincisi petrolleri sayesinde zengin olan Arap coğrafyası. Bu ülkeler, genelde Batı-ABD'nin hegemonyasındaki suni veya selefiliğe yakın ve kraliyet sistemi ile yönetilirler. Demokratik haklar çok kısıtlı olduğu veya hiç mevcut olmadığı için, bu ülkelerde krallığa muhalefet çok düşük seviyededir ve bastırılıyordur ama az da olsa mevcuttur. Bu muhalefetin içinde batı tipi demokratik hukuk devletine özenenler olduğu gibi, kralların ve ailelerinin aslında İslama uygun hareket etmediğini iddia edenlerin sayısı hiç de az değildir. İşte Christchurch saldırısı Müslümanların ölmesine tepki göstermeyen Batı hegemonyasındaki kraliyetlerde muhaliflerin artmasına yarar.
Diğer müslüman ülkelerse Batı, yani ABD'nin çizgisinde olmayan ülkelerdir. Bu ülkelerin de aslında doğal zenginliği vardır ama ABD etki alanında olmadıkları için ambargo gibi yöntemlerle bu zenginliklerini kullanmaları bir şekilde engellenmektedir. Bu ülkelerin içinde ise en totaliter yönetilen yine molla rejimine tabi Şiî İrandır. Geri kalanların rejimi sağlam değildir. Birçoğu Arap Baharını yeni atlatmış sayılmakla beraber ya bölünmüşlerdir ya da bölünme aşamasındadır veya islamcı, dinci akımların hedeflerine ulaşmaları için uğraştıkları oturmamış, olgunlaşmamış demokratik veya yarı demokratik yönetimleri vardır.
Birçoğumuz bu dinci, İslamcı akımların özellikle Batı-ABD tarafından kullanıldıklarını biliyoruz. ABD, özellikle Afganistan savaşında Müslümanları din üzerinden nasıl kendi amacı için yönlendirebileceğini iyi öğrenmişti. Lakin, başta Ruslara karşı ABD tarafından desteklenen Taliban'ın sonra ABD'ye karşı geldiğini ve hatta Afganistan'da şu an ABD'ye karşı savaştığını göz önünde bulundurursak, bu akımların ABD'den istediklerini bulamayınca Rusya'ya yönelebileceklerini göstermektedir. Özellikle şimdi olduğu gibi, Alt-Right teorisine dayanan, eski Batı / ABD hedeflerinden ve metodlarından uzaklaşmış bir ABD hükümeti ile bir çok alanda sürtüşme yaşanabileceği ve hatta yaşandığı kuvvetle muhtemel.
Diğer yandan da Batının Alt-Right veya Yeni-Sağ akımlarına kapıldığı bir ortamda İslam Coğrafyasının siyasi ve toplumsal açıdan daha aşırıya kayması bir çok alanda durumu olduğundan da daha çok gerer. Batı'da terör saldırılarının artması, çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin siyasilerinde Batı düşmanı söylemlerin sertleşmesi batıdaki popülistlerin işini kolaylaştırır ve güçlendirir. Bu da, yukarıda bahsettiğim gibi Batı'da alışılagelmiş ittifaklara zarar verir. Yani Batı bloğunun hem bağları zayıflamış olur, hem de özellikle Ortadoğu'da etki alanını kaybetmesine yol açar. Boşalan etki alanınında da başta Rusya ve Çin olmakla beraber ŞİÖ'nün güçlenmesi kaçınılmazdır.
COMMONWEALTH'İN FİKİR, EN AZINDAN TAVIR AYRIMINA YOL AÇMASI
Christchurch teröründe dikkatimi çeken bir başka husus daha var.
Yukarıda bahsettiğim Commonwealth bölgesine baktığımızda etki alanının Commonwelath'in Kuzey Amerika'daki Kanada hariç ağırlıklı olarak Hint Okyanusu, Avustralya bölgesinde olduğu görülmekte. Karibik'da olan ada ülkeler fazla önemsenmeyecek kadar küçükken, Kanada gerek nüfus açısından, gerek yüz ölçümü açısından, gerekse ekonomi açısından Commonwealth'in ağır toplarından. Ayrıca doğrudan ABD'nin komşusu. Kuzey Amerika'da ABD yönetimi artık Alt-Right'a kaymışken Kanada için bildiğim kadarıyla bu henüz söz konusu değil. Aksine son derece demokratik bir yapılanması var.
Commonwealth'in önderi İngiltere'de Alt-Right çizgisinde veya en azından Alt-Right'dan ciddi etkileniyor olmasına rağmen Yeni Zelanda'da henüz dikkate alınması gereken böyle bir akım yok. Avustralya bölgedeki diğer ülkelere nazaran aşırı sağ söylemin daha bariz ortaya çıktığı bir ülkeydi. Avustralya'da İslami terör değil de bir Avustralyalı'nın Yeni Zelanda'da terör estirmesi, gerek Avustralya'da sağcı söylemin popülaritesinin Yeni Zelanda'da oluşmasını azaltır veya tamamıyla engeller. Özellikle Yeni Zelanda başbakanı Jacinda Ardern'in, ama geneliyle Yeni Zelanda halkının olaydan sonra demokrasi ve hoşgörüyle ilgili çok başarılı bir sınav verdiğini düşünüyorum.
Dolayısıyla gelişmeler bu minvalde devam ederse İslami terörden muzdarip ve AB'den ayrılıp Alt-Right'a kaymış ABD'nin yanında yer alan bir İngiltere liderliğinde Commonwealth üyesi Yeni Zelanda, Kanada ve belki Avustralya'nın arasındaki uyumsuzluk da artabilir. Bu da bazı mensupları aynı zamanda Commonwealth üyesi olduğu için etki alanı kısıtlanan veya en azından rekabetle yüzleşmesi gereken ŞİÖ'nün çok işine gelir.
DERLEME
Olayın Türkiye'yi nasıl etkilediği konusuna girmeden şimdiki düşüncelerimi kısaca özetlemek istiyorum. Sanırım Christchurch vahşetinin bireysel bir saldırı olmadığı, belki terörist saldırganın bile farkına varmadan birileri tarafından ince düşünülüp tasarlandığı, yani teröristin ama bilerek ama bilmeyerek birilerine hizmet ettiği konusunda genel olarak herkes hemfikirdir diye düşünüyorum.
Özellikle Batı'da olayı 2011 Oslo, Breivik saldırısına benzetenler var. Ben iki olay arasında ciddi farklar olduğu kanaatindeyim. Bir kere Oslo Breivik olayında hedef alınanlar sadece Müslüman değildi. Saldırının hedefi aralarında Türk ve Müslümanların da bulunduğu sosyal demokrat bir işçi partisinin gençlik kampıydı. Saldırıya uğrayanların arasında Norveç Prensesi Mette Marit'in üvey kardeşiyle beraber bir çok Norveçli vardı. Christchurch'de ise hedef doğrudan 'İslam'dı. Saldırgan camilerde terör estirdi ve hedefi sadece Müslümanları öldürmekti. Dolayısıyla 'Breivik' sadece İslamophob değil demokratik çoğulculuğa düşmanca bir saldırı gerçekleştirmişti. Christchurch ise çok daha nokta hedef bir operasyon olarak karşımıza çıktı.
Birçok zaman devletlerin tüm kurumsal varlıkları ile aynı hedefe yönelik çalıştığı doğrultusunda düşünür, değerlendiririz. Oysa bu, çoğu zaman doğru değildir. Aynı devlet içinde farklı kurumlar, birbirlerinden farklı, hatta birbirlerine zıt hedeflere yönelik hareket edebilirler. Bunu da hesaba katarak bence böyle bir olayın kesin olarak "şu adres tarafından tasarlanmıştır" denmesi mümkün değil.
Dolayısıyla ben Christchurch Kremlin tasarımlı bir saldırıdır demiyorum, ama bir çok açıdan özellikle Kremlin'in dış politikasına yaradığına neden inandığımı yukarıda teferruatlı olarak izah ettim. Ama bu olayın tasarlanmasından (her kim tasarladıysa) Kremlin'in en tepesi haberdar mıydı, yoksa genel hatları ile hedef belirtilen istikamet doğrultusunda ama Rus, ama Rusya'nın etki alanında veya Rusya ile ortak hedefleri olduğuna inananların tasarımı mı, onu bilemeyeceğim.
TÜRKİYE'NİN TAVRI NE OLMALI
Önce şunu söylemek istiyorum: Onyıllardır, iktidarları ve parti başkanlarını eleştirdim ve genel hatları ile çok yanlış işlere imza attıklarını da düşünüyorum. Türkiye'nin kendisini bu 'Müslüman kardeşliği, ümmet' yaklaşımından muhakkak uzak tutması gerektiğini savunanlardanım. Zamanında takip edilen genelde Ortadoğu, özelde Suriye politikası yüzünden "Ortadoğu bataklığı"na bulaşmamız çok yanlış oldu ve bunun yüzünden çok büyük kayıplar verdik ve zarara uğradık.
Şunu iyice idrak etmemiz gerekiyor; Türkiye'yi bu veya benzeri olaylara sürüklemek isteyen, kullanmak isteyen sadece ABD değildir. ABD'nin emelleri ne kadar emperyalist ve kendi çıkarları için amansızsa, Rusya'nın, Çin'in, ŞİÖ'nün hatta o kadar büyük olmasalar da bölgede bazı ülkelerin Türkiye'yi olaylara bulaştırmak çabası her zaman olmuştur ve olacaktır.
Dolayısıyla, her ne kadar eleştirsem de, Cumhurbaşkanı'nın Christchurch olayından sonra Türkiye'de yükselen 'Ayasofya cami yapılsın' seslerini susturmasının son derece doğru olduğu kanaatindeyim. Artık neden ve ne niyetle olayın dışında kalmayı tercih etti bilemem ama doğru bir tavırdı. Keşke Christchurch'u 31 Mart seçimi evvel propaganda malzemesi olarak da kullanmasaydı ve toplumsal tepkinin de o yöne kaymasına zemin hazılamasaydı.
Genel olarak, Türkiye'nin NATO'da kalması gerektiğini savunuyorum. Bunu Türkiye'nin NATO dışındaki düşmanlarına karşı güvende olduğunu düşündüğüm için savunmuyorum. Aksine, Türkiye'nin kendini NATO içindeki düşmanlarına karşı savunması için NATO'ya ihtiyacı var.
AB konusunda ise her zaman Türkiye'nin AB'ye katılmaması gerektiğini savunanlardan oldum ve halâ aynı görüşteyim. Çünkü herşeyden önce AB'nin mevcut yapılanması ile ne kadar devam edeceğine dair ciddi tereddütlerim var. Onun için bence milletimiz ve vatanımız için bu olaya bir nokta konulmalı. "Nokta konulmalı" derken bu, AB ülkeleri ile düşman olalım, teması koparalım manasına gelmiyor. Gerek AB, gerekse NATO konusunda Türkiye sahip olduğu stratejik konumunu değerlendirmiyor. Her iki kurumla da çok daha öz güvenle, daha çok kendi çıkarlarımızı ön planda tutacak özel bağlar kurabileceğimiz kanaatindeyim.
Genel olarak Türkiye kendi tarihi ve sosyolojik konumu doğrultusunda siyaset yapmaya geri dönmesi gerekiyor. Biz ne Hıristiyan Batı'ya, ne de Müslüman / Arap Doğu'ya aitiz ne de ait olmamız gerekiyor. Biz, dünyanın en köklü milletlerinden, devletlerinden biriyiz. Bunun milletimizin ağırlıklı çoğunluğunun İslam'ı din olarak kabul etmiş olmasıyla alakası olmadığı gibi milletimizin dini mensubiyeti de kendi kimliğimize uygun davranmamıza engel teşkil etmemelidir. O bölgede bulunan sadece iki köklü devlet mevcuttur. Biri İran/Fars, diğeri ise biziz.
Dolayısıyla maddi ve manevi refahımızı artıracak çok uzun hedefler belirleyip, bu hedeflere kısa vadeli olaylarda bizi mümkün olduğu kadar esnek bırakan ileri görüşlü bir siyasete ihtiyaç vardır.
Acilen din, mezhep veya ideoloji vurgulu iç siyasetten uzaklaşıp artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayan ve daha çok değişikliklere gebe olan dünyada kendi yerimizi bulmamız ve ağırlığımızı hissettirmeliyiz. O bölgede sadece bizim değil, tüm bölgenin huzur bulabilmesi için Türkiye'nin güçlü ve belirleyici olması vazgeçilmezdir.
Mehmet Alp