Bu yıl içinde yazdığım yazılarda Türkiye'nin dönemlik sorunlarının çok ötesinde kültür çekişmesi, millî idare eksikliği, maarif, çevre ve şehircilik gibi köklü, ciddi ve acil toplumsal sorunları olduğunu ifade ettim. Bu sorunlar ne yazık ki Türkiye'nin makus talihi olan "olağanüstü dönemlerden" dolayı siyasiler tarafından önemsenmiyor, hep bir geçim kaygısı içinde hayatını heba eden toplumumuz tarafından da dikkate alınmıyor. Zaten geçim kaygısı olmasa da toplumumuzun bu gibi konularla pek ilgileneceğini zannetmiyorum. O yüzden bu sorunların neden mevcut anayasa, siyasi partiler, liderler, olağanüstü yetkili başkanlık sistemi, çoklu koalisyon hükûmeti, seçmen oyları ve tali iktidarlar ile çözülemeyeceğini gerekçeleriyle açıkladım. Türkiye'nin bu tarihi toplumsal sorunlarının çözümü için sivil, seçkin bir cemiyetin asli kurucu iktidarı ele almasından ve ülkenin güzidelerinden oluşturulacak bir kurucu meclisin toplanmasından başka herhangi bir çözümün neden gerçekçi görünmediğini belirttim. Asli kurucu iktidar ve kurucu meclisin dönemlik ve tepkisel olmayan, ülkenin gerçekliğine uygun, akılcı, kapsayıcı millî bir anayasa yapabileceğini, millî idare eksikliğini gidererek siyaseti kültür çekişmesinden kurtarabileceğini, kuvvetler ayrılığını esas anlamda sağlayarak hem siyasi istikrarsızlığı hem de avam diktatörlüğünün timsali olan yeni Erdoğanların çıkmasını önleyebileceğini, birey hak ve özgürlükleri genişleterek koruma altına alabileceğini, çevre, maarif, ordu, diplomasi, güvenlik ve istihbarat gibi millî meseleleri yasalaştırabileceğini, devleti içinde bulunduğu yüzyıla yorumlayabileceğini öne sürdüm. Geçen yazımda sorduğum gibi peki asli kurucu iktidar ve kurucu meclis, bunları nasıl yapacak, devleti içinde bulunduğu yüzyıla nasıl yorumlayacaktır? Türk Milleti'nin kültür çekişmesini nasıl sonlandıracak, bir daha Erdoğanların çıkmasını nasıl engelleyecektir? Bu yazıda bu sorulara değineceğim.
Gelecek On Yılların Önderlerine
Günümüz Türkiye'sinden ve gençliğinden tamamen umutsuz, karamsar ve kötümser bir insan olarak yazılarımı bugünün Türkiye'si için değil, yarının Türkiye'si için yazıyorum. Bir gün Türkiye'nin kültür çekişmesi, millî idare eksikliği gibi toplumsal sorunları, Hobbesçu bir doğa durumuna yol açar ve millet için ihtilâl kaçınılmaz bir hak olursa (örnek: 1978-80) asli kurucu iktidarı eline alacak cemiyetin toplayacağı kurucu meclis, her şeyden evvel Türkiye'ye her türlü değerden uzak bir cihette, gerçekçi yaklaşmalıdır. Türkiye'nin toplumsal gerçekliği neyse onunla yüzleşebilme cesareti gösterebilmeli, bu gerçekliğe uygun, en faydalı eylemi gerçekleştirebilmelidir. Eğer Türkiye'nin istiklâli, egemenliği, güvenliği, huzuru, refahı ve hürriyeti için demokrasinin hatta ve hatta cumhuriyetin tartışılması gerekiyorsa hiçbir çekince duymadan demokrasi ve cumhuriyeti de tartışabilmelidir. Malûmdur ki, milletler rejim için değil, rejimler milletler içindir. Milletlerin belirli dönemleri veya evreleri için var olan bir rejimi, Hegelyan zihniyetle nihai durak, Fukuyama gibi ebedi, evrensel nizam görmek, bunu şart koşmak elbette ki makul bir yaklaşım olmayacaktır. Bunun için kurucu meclis, bütün doğmalardan azade bir biçimde yeri geldiğinde cumhuriyetin ve demokrasinin ötesinde düşünmekten çekinmemelidir.
Parçası olduğumuz ülkeye her türlü ideolojik gözlük dışında, çıplak bir gözle bakacak olursak, bizce Türkiye, toplumu uluslaşamamış, belirli değerler etrafında derlenememiş, eğitim eksiğini giderememiş, ulaşım, sanayi, teknoloji atılımını gerçekleştirememiş, düzensiz üremiş, taşradan göçü kontrol edememiş, böylelikle taşralılığın şehirleri istila ederek geleneksel şehir bilincini yok etmesine müsaade etmiş, çarpık kentleşmeyi önemsememiş, kendi toprağını, suyunu, yeşilliğini ve havasını her yönüyle yağmalamış, insanını zararlı alışkanlıklar konusunda bilgilendirememiş, doğal afetlere karşı korumak için ciddi bir çaba göstermemiş, böyle ehemmiyetli meseleler dururken son yetmiş beş yıl boyunca siyasi partilerce bölünmüş ve sığ politik çekişmelerle kendi millî enerjisini on yıllar boyunca israf etmiş, bilinçsiz, bilgisiz, duyarsız, kültürsüz, değerler sisteminden yoksun, tutucu, itaatkar, yoz bir toplumdur. Bu yoz toplumu eğitmesini beklediğimiz eğitim sistemi, müfredatı, kurumları, eğitimcileri ise her kesiminden münevverin altını çizdiği gibi yetersizdir. Türkiye, eğitim veremeyen bir ülke olduğu kadar toplum olarak da eğitilmek istemeyen, eğitimi hakir gören, eğitimlileri alaya alan, eğitimi iş olanağına indirgeyen, eğitime meraksız bir toplumdur.
Böyle olduğu içindir ki, Türkiye toplumu 75 yıllık demokrasi denemesine rağmen hiçbir zaman bir bilinç ve duyarlılık edinememiş, geçen on yıllarda otoriterleşme ve istikrarsızlaşma arasında savrulup durmuştur. Türkiye, demokrasi denemesi boyunca ekseriyetle etnik, kültürel, inanç ve duygusallık üzerinden siyasi tercihlerde bulunmuştur. Bu dün böyleydi, bugün de böyle, yarın da böyle olacaktır. Çünkü toplumumuzu oluşturan insanların ezici çoğunluğu, hâlâ bireyleşememiş, yöre aidiyetlerini yırtıp uluslaşamamış, çevresine mahkûm bir haldedir. Türkiye'nin bugün geldiği yer de geçmişin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak bir toplumsal kamplaşma ve siyasi otoriterleşmedir. Bu kamplaşma ve otoriterleşmeye de bir günde gelinmediğini, son yirmi yıl boyunca gerçekleştirilen hür ve demokratik seçimlerle, millî irade denilen en temel bilgilerden dahi yoksun yığınların inadı sayesinde gelindiğini de belirtmek isterim. Bu gelinen dehşet verici otoriterleşmeden hatta totaliterleşmeden toplumun büyük bir kısmının görünür düzeyde tek şikayeti son yıllardaki alım gücünün düşmesidir. Bunu siyasi iktidarın tabanı da açıkça ifade etmektedir. Bu iktidara on yıllarca oy verip şimdi şikayet edenler, genellikle ekonominin bozulmasından dem vurmakta, yaşayan akıl almaz hukuksuzlukları önemsememektedir. Zaten isteseler de önemseyemezler. Çünkü hukuk, ehliyetli bir iştir. Daha mevcut anayasaya kabul oyu vermiş yurttaşlara "Mevcut anayasa, Türkiye'nin kaçıncı anayasasıdır" diye sorsak, bön bön bakacaklardır. Yani dar bir kesim dışında kimse yargının ideolojikleşmesi, basının baskı altına alınması, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, eğitimin iflası vb. gibi meseleleri dert etmemektedir. Etse zaten bu iktidar onuncu yılını dahi göremezdi. Ekonomi bu denli bozulmasa belki bu köhne iktidar, bir yirmi yıl daha toplum eliyle, tüm dünyanın gözleri önünde, hiçbir çekince duymadan, hak ve hukuk gaspları yapmaya devam edecekti.
İşte o parçası olmaktan övünç duyduğunuz, müşfik bir hâlde yüceltip idealize ettiğiniz toplumumuz budur. Elimizdeki bu toplum, ne önümüzdeki seçimle ne de parlamenter sistemin cılız ve geleceği muğlak hükûmetleriyle düzelebilir. Çünkü içinde bulunduğumuz demokratik veya cumhuriyetçi düzen, ne olursa olsun nihayetinde oy ve seçim esaslı bir düzen olduğundan toplumu yönetmek için var olan siyasi partiler, bir yerden sonra ortak akıl bahanesiyle taşralıların düzeyine inmek zorunda kalacaktır (Bakınız İyi Parti Ömer'in Yolu). Oy, seçim, sandalye, mevki ve makam kaygısıyla halkı memnun edecek politikalar güdecektir. Nasıl ki sosyalizan bir devlet her şeyi kamulaştıracaksa, bu onu o yapan ilke ise cumhuriyet ve demokrasi de kendini seçmene sabitleyecektir. Gelecek bir seçim ihtimali var oldukça, bu olacaktır. Böylece yetmiş beş yıldır süren ama son on yıldır iyice güçlenen avam diktatörlüğü, küçük aralıklarla sürüp gidecektir. Bugün dahi, son yirmi yıl boyunca ülkeye ettiğini bırakmamış iktidar partisi hâlâ birinci parti olma vasfını koruyabiliyor, gelecek seçimleri iktidar partisi karşıtlarının az bir farkla kazanabileceği tahmin ediliyor (oysa iktidar partisi 2018 seçimlerinde baraj altı kalması gerekirdi). Bu sebeple sorun, Erdoğan özelinde düşünülmemeli, bunun bir toplumsal sorun olduğu bir an önce idrak edilmelidir.
Evet, belki Erdoğan gelecek seçimlerle gidecektir ama onu yirmi yıl boyunca seçenler ve yetkilerini pervasızca bu seviyeye getirenler, elini kolunu sallayarak aramızda dolaşmaya devam edeceklerdir. Türkiye toplumunun bu bilinçsizliği, bilgisizliği, duyarsızlığı sürdükçe -ki hiçbir şey yapılmazsa bu popüler kültürde, tüketim toplumunda sürecektir- Erdoğanlar da sürecektir (Menderes, Özal, Erbakan, Gül, Erdoğan).
Peki bir toplumun kaderini, dürtülerinin, duygularının, ihtiraslarının, bilgisizliğinin bilincinde olmayan, bireyleşememiş, şahsiyetleşememiş, iradeden yoksun on milyonlarca insanın gelişigüzel tercihlerine bırakmak, o toplumun bilinçli ve duyarlı yurttaşlarını esir almak değil midir? Bugünün Türkiye'sinde bilinçli, iradeli ve gelecek vadeden milyonlarca yurttaş, toplumun yüzde ellisinden bir fazlasının tercih ettiği siyasal iktidarın yanlış politikalarınca mağdur edilmiyor mu? Ya da parlamenter sistemde kitlelerin yoğunlaştığı politik partilerin kaprislerini çekmek zorunda kalmıyor mu (1991-02)? Bir mağarayı andıran bu toplum yönetiminde, bilinçli ve duyarlı olmak bir anlam ifade edebilir mi?
Öyleyse ne yapılmalıdır? Toplumlar, yaşadıkları yurdu, doğa güzelliklerini, canlı çeşitliliğini, tarihi ve kültürel mirasını, insan haklarını, azınlık haklarını, özgürlükçü değerlerini, millî birlik ve beraberliğini, bilgisiz, bilinçsiz ve duyarsız yığınların inançlarından, geleneklerinden, baskılarından, linçlerinden nasıl korumalıdır? Anayasanın, yasamada meşru yollardan çoğunluğu sağlamış zihniyetlerce torba torba değiştirilmesine nasıl engel olunmalıdır? Bağımsız mahkemelerin, anayasa mahkemesinin, denge-denetleme kurumlarının meşruiyetini anayasadan alması, anayasal maddelerin taşralıların seçtiği vekiller eliyle değiştirilebiliyor olması, bu kurumların halkoylamalarına biat etmek zorunda kalmaları, bürokratik atamaların bir şekilde seçilmişler tarafından yapılıyor olması, yığınların bu kurumların işlevselliğini umursamamasının önüne nasıl geçilmelidir? Monarşi mi gelmelidir? Totaliter ideolojik tek parti idaresi, kimseye sormadan toplumu mu yönetmelidir? Ne yapılmalıdır? "İyiyi, doğruyu, güzeli bilemeyiz, kitlelerin bilgeliğine güvenelim" demeye devam mı edilmelidir?
Monarşinin birçok cezbedici yönü olsa da Türkiye gibi bir toplumda -cihanşümul, halife geçmişi- açık topluma uygun yetkisiz bir monarka, dini hüviyet vermek isteyen kitleler olacak, her buhran döneminde yığınlarca bir kurtarıcı olarak beklenecek ve teşvik edilecektir. Hem Türk'ten bir monark, anayasal olarak ne denli yetkisiz olursa olsun, Türklüğünden ötürü bir zamandan sonra yetkiyi arzulayacak ve III. Viyana Seferi için hazırlıklara başlayacaktır. Bu sebepten ötürü cumhuriyetin teorik olarak birçok açığı olsa da Türkiye gibi itaatkar ve duygusal toplumlar için faydalı bir rejimdir.
Totaliter ideolojik tek parti yönetimi, hâlâ beynimizin bir köşesini kemiren, jakoben, toplum mühendisi kısmına cazip gelse de insana ve topluma yönelik her dayatma muhakkak geri tepecek, ilk uygulanışında veya ilk on yıllarında faydalı sonuçlar verecek olsa dahi yürütülen politikalar daha sonraki on yıllarda toplumsal çöküşlere neden olabilecek, her tek parti idaresi gibi önlenmesi imkansız bir bürokratik oligarşi yaratacaktır (SSCB, Yugoslavya, Çin). Türkiye toplumunun her şeye rağmen ulusçu, cumhuriyetçi, özgürlükçü ve açık toplumcu kazanımları korunmalıdır. Peki ne yapılacaktır? Bütün bu sorunlar, Türkiye'nin kaderidir denilerek, olumlanacak mıdır?
Hayır. Türkiye'deki aslî kurucu iktidarı eline alacak olan cemiyetin toplayacağı kurucu meclisçe, -demokratik parlamenterlerin bir türlü yapmak istemedikleri- Türkiye gerçekliğine uygun ve dünya değerlerine uyumlu, ulusçu-özgürlükçü bir anayasa yapılmalıdır. Bu anayasa üzerinden yargı bağımsızlığı olabildiğince sağlanmalı (yargı bağımsızlığı görecelidir) ve yargı içi atamalar, yasamadan ve yürütmeden kurtarılmalı, kendi içinde bir teamüle bağlanmalıdır. Peki yeni anayasa ve yargı bağımsızlığı yeterli midir? Elbette ki hayır. Çünkü bu kurumlar, yasalara bağlı olduğu için bu yasalar taşra vekillerince veya halkoylamalarıyla eğriltilebilir. Bunun için Türkiye'de yeniden yığınların seçtiği temsilcileri dengeleyecek, yargı bağımsızlığını ve anayasanın çoğulcu, özgürlükçü maddelerini muhafaza edecek bir üst meclis, yani bilindik ismiyle senato -biz kurultay demeyi tercih ediyoruz- açılmalıdır. Peki kurultay, ne gibi bir işlev görerek Türkiye'nin sorunlarını çözecektir? Senato üyeleri de seçimle gelmeyecek midir? Senatoda da particilik olmayacak mıdır? Millî irade orayı da taşralılaştırmayacak mıdır?
Hayır. Açılacak olan kurultay, klasik bikameral düzenden farklı bir işlevde olmalıdır. Klasik bikameral düzenlerde, üst meclis seçimle gelen, daha iyi eğitimlilerden oluşan, genellikle bir inceleme, bir danışma meclisiyken, Türkiye'de kurulacak olan kurultay, kurucu meclis tarafından atamayla gelen, yaşam boyu yetkili bir yasama meclisi hüviyetinde olmalıdır. Böylelikle kurultay, anayasanın ulusçu-özgürlükçü yasalarını koruma altına alan, anayasanın maddelerini değiştiren, yasa kaldıran ve yasa koyan tek erk olmalıdır. Alt meclis ise halk oyuyla seçilen milletvekillerinden oluşmalıdır. Yani muhtarları, ilçe-il meclis üyelerini, belediye başkanlarını, yürütme meclisi üyelerini, bakanlar kurulunu, cumhurbaşkanını yine halk seçmelidir. Sadece toplumun -her bireyi bağlayan- yasalarını, kurucu meclis tarafından ömür boyu görev yapması için atanan kurultay yapmalıdır. Böylelikle toplumun bilgisiz, bilinçsiz ve duyarsız yığınlarınca seçilmiş alelade vekiller, Türkiye'ye özgü ulusçu-özgürlükçü anayasayı dilediğince, el kaldırıp indirerek değiştirememeli, atanmış yasama meclisinin yaptığı kanunlar çerçevesinde ülkeyi yönetmelidir (Mevcut anayasanın değiştirilemez denilen maddelerinin bile değiştirilmekten son anda kurtulduğu 2011-13 yıllarını, 2010 halkoylaması yıllarını bir düşünün). Halkoyunun bilmem kaçta kaçını almış, meclisteki sandalyenin kaçta kaçını kazanmış, çok güçlenmiş bir lider veya siyasi parti, yasaları kendi çıkarlarınca berkitememelidir.
Özetle yeni düzende de -V. Cumhuriyet- siyasi partiler olacak, bu partiler seçimlere girecek, birinci çıkan parti hükûmeti kuracak, meclisteki diğer partiler yine hükûmeti toplum adına denetleyecektir. Ancak seçilmişler meclisi yasa yapamayacak sadece toplumun idaresi, imarı, yatırımları, dış ilişkileri ve hizmet gibi işlerini yürütecektir. Kurulacak olan üst meclis, yani kurultay, kurucu meclis tarafından gerçekleştirilen atamayla belirlenecek ve ömür boyu görev yapacaktır (biri vefat eder yahut görev ifa edemez duruma gelirse, diğer kurultay üyeleri o üyenin yerine birini seçecektir). Kurultay, Birleşik Devletlerdeki Senatodan daha çok Birleşik Krallıktaki Lordlar Kamarasına benzeyecektir. Lordlar Kamarasından farkı ise ırsilik yerine entelektüellik ehliyet olacaktır. Evet, kurultay düşündüğünüz gibi halk tarafından seçilmeyecektir. Eğer kurultayı da halk seçecekse, seçilmişler meclisinden ne farkı kalır? Dağdaki çobanın oyuyla seçilmiş, bilmem ne aşiretinin iyi eğitimli üyesinin kurultayda ne işi var? Halk onu seçti diye Profesör Davutoğlu'nu kurultaya mı sokacağız? 1961-80 yıllarındaki Cumhuriyet Senatosu, bu hatadan dolayı ülkenin 1975-80 arasında yaşadığı toplumsal buhranı engelleyemedi.
Evet, yasama hakkı halkın elinden alınacaktır. Elbette ki bu görüşe yönelik eleştiriler gelecektir. Bir toplumda yaşayan insan, kendine dayatılan yasaları belirleyemeyecek midir? Evet, belirleyemeyecektir. Nasıl ki herkes kendine uygulanacak tıbbi tedaviyi belirleyemiyorsa, nasıl ki erler kendilerini yeri geldiğinde ölüme yollayan askeri harekatları belirleyemiyorsa, tıpkı onlar gibi ehliyetli ve teknik bir mesele olan anayasayı, yasaları, hukuku ve yargı işleyişini de belirleyemeyecektir. Kurultay, Türk Milleti'ne ait olan yasama hakkını yine Türk Milleti adına üstlenecek, bir yasa koyucu meclis halini alacaktır. Böylelikle her türlü ehliyetten ve liyakatten yoksun toplumun, kafasına göre verdiği oylarla seçilen politikacılar, toplumun tümünü bağlayan yasaları, kalabalıkların isteklerine, kendi ideoloji, zihniyet veya yaşam biçimlerine, politik ya da ticari kaygılarına göre ya-pa-ma-ya-cak-tır! Türkiye toplumunu bağlayan yasalar, yasama üzerine ehil, insan haklarını içselleştirmiş, dünyayı bilen, Türkiye gerçekliğinden haberdar, seçim ve ikbal kaygısı duymayan kişilerden oluşturulacak kurultay tarafından yapılacaktır (İslam'dan evvel Türk devletlerindeki boy beylerinden, aksakallardan, kocamışlardan oluşturulan toya benzetilebilir). Halkın oylarıyla seçtiği muhtarlar, belediye başkanları, milletvekilleri, bakanlar kurulu, cumhurbaşkanı da anayasa ve kurultayın yaptığı yasalar çerçevesinde yürütme erkini kullanacaktır.
Kurultay, Türkiye'nin bağrından çıkmış, kendini dünyaya kanıtlamış, milletinin ve devletinin değerlerine ters düşmemiş, işinin ehli kişilerden atanmış, partiler üstü, siyaset dışı, Türkiye'yi, Orta Doğuyu, Balkanları, dünyayı bilen, anlayan, seçkin bir meclis olacaktır (Örnek vermek gerekirse: İlber Ortaylı, İoanna Kuçuradi, Kemal Gözler). Bu meclis anayasayı koruyacak, gerekli gördüğünde yasa yapacak, yasa değiştirecek ya da yasa kaldıracaktır. Böylelikle anayasa, yer yer zamana ve olaylara göre ıslah edilmiş olacaktır. Böylelikle yürütme, artık yasamadaki çoğunluğuna ve toplumdaki tabanına güvenerek her ile ikişer üniversite, her üniversiteye yüzlerce akademisyen, sınırsız imam hatip açamayacak, ortaokul, lise müfredatlarını zihniyetine göre değiştiremeyecek, her önüne geleni öğretmen yapamayacaktır. Basın özerkliğine, üniversite muhtariyetine, yargı bağımsızlığına, sivil toplum kuruluşlarının haklarına saldıramayacaktır. Yasamada çoğunluğu bulunan partiler, insan hak ve özgürlüklerini budayamayacak, devletin ve yurdun Türk aidiyetini tartışamayacak, yargı ve seçimle ilgili yasaları halkoyuyla filan değiştiremeyecektir. Bunlar demokrasiye, cumhuriyete ters düşüyor olabilir. O yüzden demokrasinin ve cumhuriyetin ötesinde düşünülmelidir. Bize ne demokrasi tabusu, ne cumhuriyet fetişizmi lazımdır. Lazım olan Türk yurdunu yığınlar yağmasından, Türk Devletini halk alıklığından, Türk bireyini kendi yöre aidiyeti esaretinden kurtaracak, idareyi sağlamaktır.
Tabii böyle ifade edilince demokratlar hemen demokrasinin bir eğitim ve kültür meselesi olduğunu dillerine doluyorlar. Varsayalım ki doğru, toplumları demokrasiye götürecek eğitim müfredatını, demokrasiye uygun olmayan eğitimdeki insanlar mı belirleyecek? Eğitimsiz milyonların seçtiği millî eğitim bakanı mı, gelecek nesilleri demokrasiye hazırlayacak? Hem bir toplum ne denli eğitimli olursa olsun, kaçınılmaz olarak kahir ekseriyeti düşük eğitimlilerden oluşacaktır. Bir toplumda herkes entelektüel olamaz. Bu modernist idealizm çökeli çok oldu. Ayrıca varsayalım ki, toplumun tamamı eğitimli oldu, bu durum yine de onların siyasi meselelerle ilgilenmesini gerektirmez. Birçok eğitimli insan, siyasi meselelerden bihaberdir. Çünkü bu da diğer her şey gibi bir ilgi, alaka meselesidir. Böyle ifadelere karşı hemen sömürge imparatorlukları ardılı olan Batı-Kuzey Avrupa ülkelerini örnek veriyorlar. O toplumları o noktaya getiren sayısız sebebi göz ardı ederek, her şeyi demokrasiye indirgiyorlar. Oysa demokrasinin en kötü örnekleri o ülkelerde yaşandı. Hâlâ daha demokrasileri, yığınlar, gelenekler, korkular ve duygusallığın tehdidi altındadır. Konuya dönecek olursak kurucu meclis tarafından atanmış, seçimle gelmemiş, halka karşı hiçbir sorumluluğu olmayan, "gelecek seçimlerde bir daha seçilir miyim, acaba genel başkan ne der" diye kaygılanmayan, particiliğin çirkinliğine bulaşmamış, üzerinde uluslararası entelektüel bir etik yük duyan kurultay üyeleri, memleketin ihtiyacı ve çağın gereklilikleri olan yasaları çıkaracak, halkın seçtiği yürütmeyi dengeleyecektir.
Böylelikle anayasa korunmaya alınacak, anayasada gerek duyulan ıslahatları partisiz, seçim kaygısı duymayan, entelektüel yasama üyeleri yapacak, insan hakları, birey özgürlükleri, yargı ve basın bağımsızlığı muhafaza edilecek, açık toplum sağlanacaktır. Yığınlar partiler aracılığıyla belediye başkanını, başbakanını, cumhurbaşkanını seçmeye, onlardan hizmet dilenmeye devam edecektir. Ama yığınlar hiçbir zaman, hem yasamayı hem yürütmeyi ele geçiremeyecek, buradaki ve toplumdaki kalabalıklarına güvenerek bürokratik bütün kurum ve kuruluşları işgal edemeyecek, kendi zihniyetlerini toplumun geri kalanına devletin yaptırım gücüyle dayatamayacaktır.
Düşünen insanlar da "acaba bu yasama erkini elinde bulunduran kurultay, bir oligarşi yaratmaz mı, bütün gücü eline almaz mı" gibi düşünceler peyda olabilir. Ancak, tüm kuvvetler birbirinden kalın çizgilerle ayrı olduğu için kurultay, anayasanın ruhuna aykırı bir yola saptığında yargı, özgür basın, özerk üniversiteler, bağımsız silahlı kuvvetler, sivil toplum kuruluşları buna göz yummayacaklardır. Ayrıca kurultay, entelektüel etik kaygı taşıyan, tarihe karşı sorumluluğun şuurunda olan, sağduyulu, farklı görüşlerde, olgun yaştaki kişilerden oluşacağı için bir bütün olarak açık toplumu hapsedecek bir evreye gelmesi hayli zor olacaktır.
Yasama erkinin bir kurultayda olduğu cumhuriyette, bir demagog yığınları kandırarak, aldatarak uzun yıllar iktidar olsa bile, anayasayı değiştiremeyecek, anayasal kurumları işlevsizleştiremeyecektir.
Yasama erkinin kurultayda olduğu bir cumhuriyette, yürütmeyle hiçbir irtibatı olmayan, seçilmiş siyasilerden hiçbir beklentisi bulunmayan mahkemeler, yürütmeyi dört gözle didik didik denetleyecek, yolsuzluklar olabildiğince düşürülecektir.
Yasama erkinin bir kurultayda olduğu cumhuriyette, seçilmişler meclisi on yıl hükûmet kuramasa bile bütün bürokratik kurumlar, anayasal haklar, özgürlükler ve hukuki güvenceler kesintisiz devam edeceği için toplumsal yaşamda pek bir şey değişmeyecek, hükûmet meseleleri gazetecilerin magazini olacaktır.
Yasama erkinin bir kurultayda olduğu cumhuriyette, silahlı kuvvetler bağımsız bir kurum olacak, görüşlerini Ulus Toyunda (cumhurbaşkanının, kurultay üyelerinin, bakanlar kurulunun, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının, yargıtay üyelerinin katıldığı yıllık devlet zirvesi) ifade edecek, kağıt üstünde cumhurbaşkanına bağlı olacaktır. Yasama erkini elinde bulunduran kurultay içinde emekli generaller de olacağı için, silahlı kuvvetlerin siyasete müdahale etmesine de gerek kalmayacaktır.
Yasam erkinin kurultayda olduğu bir cumhuriyette, bu toprakların Türk yurdu, bu topraklardaki devletin Türk devleti, yurdun ve devletinin sahibinin Türk Milleti olduğu, insanın temel hakları ve toplumlaşmayı zedelemeyecek özgürlükleri tartışılamayacaktır.
Böylece siyaset, bir devleti ele geçirme uğraşından topluma hizmet etmeye doğru evrilecek, toplumsal kültür çekişmesi zayıflatılacak, Türk bireyi doğaya ve topluma karşı koruma altına alınacaktır.
"Demokrasi taraftarları diyecekler ki: "Demokrasinin ne günahı var? Demokrasi bu değildir. Suç onu anlamayanlardadır" doğru. Vitamin de çok iyi faydalı, hatta hayati bir şeydir. Fakat insanlar aptallaşıp da sağlık kazanalım diye avuç avuç vitamin yutmaya kalkarlarsa, doktorlar da ahlâksızlaşıp onlara bol bol vitamin reçetesi yazmaya başlarlarsa yapılacak tek şey, insanların vitaminden ölmelerini durdurmak için vitamini piyasadan kaldırmak olur."
- -Atsız