Türkiye'de herkes konuşuyor.
Bilsin, bilmesin...
Ama son 20 senedir boş konuşanlara sunulanı kadar geniş zeminin başka hiç bir dönemde sunulduğunu hatırlamıyorum.
Dolayısıyla ortada ciddi bir kavram kargaşası var.
Hükümet ile devletin ayrımını yapamayanlar ağzılarında televizyon ekranlarında, internet veya gazete köşelerinde anlamını bilmedikleri kelimeleri gevelemekten geri kalmıyorlar.
„Demokrasi", „hukuk", „sosyal devlet", „hukuk devleti"...
Oysa bu kadar rahat ve hoyratça kullandıkları bütün bu kavramların her birini kısmen yüzlerce yıllık düşünce ve felsefe tarihi temellerine dayanmakta.
Yani öyle „Gız Naciye, gördün mü bizim Hacce ablanın gelinin düğünde giydiğini…" rahatlığında konuşulacak konular değil bunlar. Ama bu tür kavramlar toplumsal ufukları düğünlerde giyilen elbiselerden öteye varamayacak tiplerin ağızlarına düşünce ve bu tipler ekranlarda topluma ‚gazeteci', ‚aydın', ‚prof' diye sunulunca, maalesef içleri boşaltılıyor ve manalarını yitiriyorlar.
Böyle içi boşaltılan ve artık özellikle milliyetçi kesim tarafından adeta küfür gibi kullanılan kavramlardan biri de 'liberallik'.
12 Eylül sonrası Özal döneminde getirilen uygulamaların ve vahşi batı kapitalizminin ülkemize ‚liberalizm' diye tanıtılmış olması ve özellikle son yıllarda 'Negahan Alçı' ve 'Rasim Ozan' gibi tiplerin AKP öncesi Türkiye'yi ve Türk Ordusu'nu kastederek 'Vesayetçi devlete karşıyız' gibi boylarını aşan laflarla 'liberal' oldukları iddiaları muhakkak ki 'liberalizm' kavramının bu şımarık ve sorumsuz tavırla bağdaştırılmasını sağladı.
Lakin özellikle tapusunda ‚Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik' ilkesi yer alan mahallenin sakinlerinin bu tipler yüzünden ‚liberalizme' düşman kesilmesi değil bu tiplere karşı gerçek liberalizmi, yani ‚hürriyet ve şahsiyetçiliği' savunması gerekridi.
Çünkü 9 Işık'ta bahsi geçen ‚Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik' temeli 17. yy.'ın Aydınlanma Dönemine dayanan ve merkezine bireyi, yani şahsı, alan, yüzyıllar boyunca tarihin süzgeçinden geçerek arınan, sayesinde bir çok ulus devlet ve demokratik toplumlar oluşan ‚liberal teoridir'.
Onun için çağdaş hukuk devletlerinde kısaca ‚demokrasi' diye anılan yönetim şekli ile kastedilen aslıda ‚liberal demokrasidir'.
Demokrasinin ‚liberal', yani hürriyetçi, şahsiyetçi olması neden önemlidir?
M.ö. 5. yy'da ilk defa bahsi geçen demokrasi hakkında, m.ö 3. yy'da yaşayan tarihçi Polibios „Demokrasinin her zaman ochlokratiye (paçozların egemenliği) dönüşmeye meyilli bir yanı vardır." demiş „Bir ochlokratide ise, her zaman perde arkasında gücü kendi eline almak için bir tiran bekler."
Bilindiği gibi demokrasiden despotizme kayan bir çok örnek var tarihte.
Onun için Kant 'Ebedi Barış' eserinde demokrasi hakkında „…kelimenin asıl anlamı açısından bir tür despotluğu tarif eder. Çünkü bir yönetici yürütme gücü oluşturarak herkesi tüm insanları (hemfikir olmayan, itiraz eden) bireyin üstünde tuttuğu hatta bireyin karşısına koyar. Aslında karşıgelen bireyin varlığı herkesin tüm insanlardan oluşmadığını gösterir, bu da demokrasinin herkesin özgür iradesini temsil ettiği iddiasına bir tezattır."
Kant'ın 1795'yılının Almancası ile böyle ağır kelimelerle ifade ettiği cümle bir kenarda dursun.
ABD'nin kurucularından Jefferson, Hamilton, Madison ve başkaları temel hakların kabul edildiği, din ve ifade hürriyetinin, kuvvetler ayrımının garantilendiği bir cumhuriyet hedeflemişler ama söz konusu 'demokrasi'ye gelince…. İşte o kadar da değil. Her önüne gelenin eğitimi, maddi durumu, soyluluğu farketmeden oy kullanabileceği bir system… Olur mu canım!
Bu anlayışla Türkiye yüzyıllar sonra Aysun Kayacı sayesinde tanışacakmış.
Velhasıl gün gelmiş ve ABD resmen demokratik olmuş. 1829 ile 1837 arasında başkanlık yapan Andrew Jackson ‚one man, one vote' yani ‚bir adam, bir oy' sloganını gerçekleştirerek, zengin, fakir, cahil, okuma yazma bilmez, tahsilli ayrımı yapmadan her erkeğin seçime katılmasını sağlamış. Tek şart teninin renginin beyaz olmasıymış. Kadınlara seçme hakkı ise 1920'de verilmiş.
Aslında radikal bir popülist olan Andrew Jackson başkanlık döneminde Seminoleler, Krikler, Çoktavlar, Çikasovlar ve Çerokiler ile beş Kızılderili halkını silah zoru ile topraklarından kovan ve sürgüne mecbur bırakmasına rağmen bir çok Avrupa solcusu tarafından adeta kahraman gibi görülür. Bu solcular batıya zoraki göç esnasında sadece Çerokilerin çocuklar ve yaşlılar başta olmak esnasında dörtte biri öldüğünü pek önemsemezler onlar için Jackson'un ‚kapitalistlerin merkezi' gerekçesi ile ABD'nin ikinci merkez bankasını yıkmış olması önemlidir.
Dolayısıyla Jackson hep ‚bir yandan ve diğer yandan' diyerek değerlendirilir.
Bir yandan sermayeye karşı çıkan ve ABD'ye demokrasiyi getiren başkan.
Diğer yandan, bugünün değer yargıları açısından biraz çirkin görünen Kızılderili katliamı…
Oysa Janson demokrat olmasına rağmen değil demokrat olduğu için Kızılderililerin katliamını emretmiş, katliamı kendisini seçen, fakir, cahil, paçoz halkın temsilcisi olarak gerçekleştirmiştir (ochlokrati).
İşte Kant ‚demokrasinin bir tür despotluğu ifade ettiği' ile ne demek istediğini bizzat yaşayarak görenlerdir Çerokiler ve diğer Kızılderililer.
Dolayısıyla demokrasi ‚seçilen çoğunluğun egemenliği' olarak bireyler için hürriyet ve hakların teminatını sağlamaz. Çünkü çoğunluğa ait olmayanların veya bugün çoğunluğa aitken yarın azınlıkta olacakların sadece demokrasi kavramı üzerinden hak ve özgürlüklerine dair hiç bir güvenceleri yoktur.
Dolayısıyla demokrasi hangi gömleği verirseniz giyer.
Onun içindir ki Kongo Demokratik Cumhuriyeti veya eski Doğu Almanya, yani Demokratik Alman Cumhuriyeti gibi genel olarak benimsenin demokrasi anlayışı ile uzaktan yakından alakası olmayan totaliter ülkeler bile isimlerinde demokrasiyi barındırabilirler veya Hitler gibi bir despot demokratik seçimlerle başa gelebilmiştir.
Yani demokratik toplumlardan bahsederken önemli olan demokrasinin ismi değil sıfatıdır. Çünkü ancak gerçek manada bir liberal demokrasi hedefleyen bu hedefe doğru ilerleyen toplumlarda bireyin hak ve güvenceleri teminat altındadır. Ancak liberal demokrasi hukuk devletinin varlığını garantiler.
Liberallik onun için önemlidir.
Ancak merkezine bireyi koyan ve kişinin temel haklarının çoğunluğa dahil olmasa bile güvenceye alan bir yönetimde insan hür bir birey olarak yaşayabilir.
Birilerinin yaptıklarına tezat bir dönem dillerinden düşürmedikleri ‚İnsanı yaşat ki devlet yaşasın' sözü aslında bu fikrin temelini ifade eder.
Bugün ise en çok liberallik iddiası ile ortaya çıkan devlet olan ABD'nin bile sergilediği bu tutumun gerçek liberalizm fikri ile ne kadar bağdaştığı tartışılır.
Kendi içine yönelik belki hala kısmen liberal denilebilecek bir çizgide olsalar bile, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası ABD dış politikasında asla liberal değil, aksine neo-conservative, yani ‚yeni muhafazakarlık' diye adlandırılan tutumu sergilemektedir.
Liberalizm fikri her bireyin hak ve özgürlüğünü savunurken, neo-concular kendi hak ve özgürlüklerini sadece savunmak değil güçlendirmek ve bunun için kendileri hariç herkesin hak ve özgürlüklerini gerekirse gasp etmekten çekinmezler.
Bizim ülkemizde ise ABD modeli liberalizm savunduğunu iddia edenlerin neredeyse istisnasız hepsi aslında bu ABD neo.concularının bayileridir. Evet, bu bir tür bayilik, yani franchise sistemidir. Çünkü bu tipler kendi toplum ve milletleri kapsamında hak ve özgürlüklerini muhafaza etme çabasında olsalar, belki toplumsal eşitsizlik olur ama en azından kendi toplumumuza has bir tür bağımsız yeni burjuva sınıfının oluşmasını sağlanabilirdi. Ama yaptıkları kendi hak ve özgürlükleri değil ABD'nin hedef ve çıkarlarının pazarlaması olduğu için kendileri zenginleşirken (bayi) toplumun uçuruma ve ABD'den bağımlılığa düşmesine sebep olurlar.
Bu tür neo.conculuk ülkemizde Menderes döneminde, Özal döneminde gittikçe artmıştır ve maalesef son 20 yıldır açık ara zirvededir. Tribünlere oynamak için ABD'ye, AB'ye verilen ayarlar bu gerçeği maalesef değiştirmez.
Dolayısıyla bunlardan bahsederken kedilerini ‚liberal' diye adlandırmaları çok abes. Sergilediği küstahlık ve cehalet sayesinde sosyal felsefedeki sığlıklarını her şekilde belli eden bunlar liberal değil, olsa olsa ‚liboş' olurlar. Benim için libasların liberallerle alakası yoktur.
İstediğimden fazla uzayan bir yazı oldu.
Belki başka bir yazıda da neden toplumculuk, gelişmecilik ve halkçılığı benimseyenlerin sosyalizme bakış açılarını değiştirmeleri gerektiğine değinirim.