By Engin Yeşilyurt on Cumartesi, 26 Ekim 2019
Category: Siyaset

DOKSAN(90)'LAR (06 YR 245)

Öyle bir ayrılık ki bu, etkisi seneler boyu sürdü. Sanki kompartımanlar söküle söküle ayrı yerlere gitti. Başladığı yere bir daha dönemedi, değişen fiziki çizgisi karşısında bir öncekine benzeyemedi insan. Kimlerin gelip kimlerin göçtüğüne şaşırıp kaldığımız, bitmeyen dinamiğiyle canlının düşmanı dünya! Yirmi dört saat döndü, dolaştı, durdu. Hep o kazandı kaybeden insanken.

Yıllar yılı neler duyduk, neler yaşadık! Türkiye'de kutsallar üzerinden yapılan siyaset ateşe körükle gitmenin ne demek olduğunu er geç öğretti. Ferasetin hakkını verenler şifreyi çözdü çözmesine de ferasete yanaşmayanların birçoğu âdeta pimi çekilmiş bomba görevi gördü.
Ve yıllar yılı dinmeyen terane yerini korudu. Dinin elden gittiği görülmedi; ama gitti gidiyor yaygarası yapıldı. Muhalif sesin, irdeleyen beynin, hurafeyi yeren kalemin, yazarın çizerin, akademisyenin, uzmanın, profesörün tavrı kötüye yoruldu. Kin güdüldü, alttan alttan ısıtılan öfke hain yobaza devredildi. Her şey yolunda gibi davranılması istendi. Kim olduğu bilinmeyen, hizaya çekilen gangsterlerin nabızları iyi kontrol edildi.

Sözde demokrat, özgür yasalar dahilinde eleştirini yaptın. Haklı yergilerini bir ucundan tutup başka bir uca götüremediğin gibi gizli saldırganların varlığını da sezemedin. Üç kelime, beş kelime veya yüzlerce kelimenin üslubundan gelen makalelerle derdini, tasanı anlatmaya çalıştın. Çürük çarık ne varsa büsbütün söyleyemiyordun; lakin kargaşadan beslenen yobazın nasrına basıyordun. Ne var ki cahil insanı galeyana getirmek herhangi bir silâhın tetiğini çekmek kadar kolaydı. 90'lar belki bu yönüyle tarihimizin en berbat, en rezil, kanlı dönemleriydi. Siyasetin içine girdiği 90'ları sıradan yaşamların iktisadı ve vatandaşın sosyal iklimiyle değerlendiremezdik. Bugün de öyle! Geriye dönüp baktığımızda kimimizin çocukluğu kimimizin gençliği kimimizin de yetişkinlik dönemine çıkan doksanlar; bugünlere oranla daha sâde, içten ve vefakârdı. Fakat siyasetin kirlettiği doksanları vicdan unsurunun, ahlâkın hiçbir penceresinden seyredemeyiz.

Şarkısına, türküsüne, sazına gittiğin; filmini izlediğin, modasıyla özgün bir albeni yaratan, deri montların kimlik arayışını derinleştirdiği doksanları bilmek, duymak, hissetmek bugünün aynasına göre sanki bir şehri yeniden yaratmaktı. Öyleydi, güzeldi, estetikti, biçim verilmeye en uygun geçiş dönemiydi. Ama palavradan ibaret politikanın, riyanın, daha fazla kazanma hırsının, öküzün altında buzağı arayan âsi sistemlerin arenasında resmen bir kötürümdü...
Bana göre şehirden uzakta, sana göre şehirde doğmaktı. Kırılgan nüfusun çocuklarını bir çift gocukla 3 yıllık kışa hazırlamak, yırtık pantolonları yamamak, bez parçasından yapılmış sırt çantası ile okula gitmek, olabildiğince dağlara, yardan yamaçlara selâm vermek. Bana göre şehirden uzakta, sana göre şehirde doğmaktı!


Yokluk günleri, varlık günleri!
Vadi, rampa, eğim, bayır çayır, taştan duvar; kaldırım taşlarındaki standart dizgi, dar sokaklara omuzdaş yapılardaki tekdüze mimari deseniyle kara önlüğü maviye bağlayan, beyaz yakalığın revaçta olduğu yıllar!
Bilmem ki hangi rüzgârın çığlığında uyandık biz, kaçıncı uykumuzdan olduk, oluk oluk gözyaşı döktük..? Uçsuz ovaların sırtında ineğini otlatan ben, nereden bilebilirdim siyaseti, çalıp çırpan hırsızı, hortumcu bürokratı, arkası gelmeyen politik yalanları, metrelerce derine işlemiş hayasızlığı, talanı, sınır tanımaz namussuzluğu..? Nereden bilebilirdim sırtlanların yiyip bitirdiği geyik yavrusunu?! Tayların şaha kalktığı gönül göklerinde, bin bir coşkuyla yücelen ninemin dizleri şahittir yalnızlığıma ve öksürdükçe vadileri yaran sızıma orman güllerinin merhameti. Bana göre şehirden uzakta, sana göre şehirde doğmaktı!

Doksanlar; titreyen bir nağmenin esrarı, şiirsel güzellikte çeyiz dizen kızların oyası. Fesleğen kokusu, kaktüs korkusu, çam ağacı, reçine, kozalak ve çam sakızı. Gül kurusuna dönen ufukta bir akşam üzeri, karardıkça devleşen siyahın tavanında asılı duran, bulutsuz gecelerin yıldız yüklü ordusu. Bana göre şehirden uzakta, sana göre şehirde doğmaktı.
Bir şey var ki hep aynıydı: sen de sen deee bilmiyordun, vatandaşın tavuğunu çalan siyaset çakalları kim diye..!

Din elden gitmedi; ama gidenler çoktan gitti!

Tarih 31 Ocak 1990

Çağdaşlığın yürüyen gövdesi, konuşan dili, hiç şüphesiz aydınlığın eliydi.
Atatürkçü düşünce dedin mi akla ilk gelen isimlerdendi. Doğruyu savunan ilkeli duruşuyla bilinir, Mustafa Kemal'in izinden giderken vatanı sevmenin nasıl bir kıymet olduğunun tarifine sığardı. Sinsi gözlerin pençesinden habersizdi, uzun süre telefonla arandı, takip edildi. Oturduğu apartmandan içeri adımı atar atmaz duyulan üç el silah sesiyle göçtü:
Muammer Aksoy!
...

Tarih 7 Mart 1990

Şoförü Sinan Ercan'ın geldiğini görünce gazeteye gitmek için hazırlanıp çıkmıştı evinden. Aracına binip ilerledikleri sırada saldırganlarca kurşun yağmuruna tutuldular. Sinan Ercan araçtan çıkıp kaçmaya çalıştıysa da başaramadı. Onu da öldürdüler..
Olaydan sonra gazeteyi bir şahıs aramış "Onu İslâm düşmanı olduğu için biz öldürdük. Saldırıyı Türk İslâm Komandoları yaptı" demişti. Fakat yıllar boyunca yapılan araştırmalarda böyle bir örgütün varlığına dair hiçbir işarete rastlanmadı. Ne yazık ki gizem dolu bir saldırının seçtiği kurbandı:
Çetin Emeç!


Tarih 4 Eylül 1990

Gençliğinde kıldığı namazların hesabını ödetmek miydi amaç!? Bir insan değişemez, kendince doğruları bulup savunamaz mıydı? Elbet savunacaktı! İlle senin dediğin mi olacaktı?
Eleştirmek herkes gibi onun da hakkı değil miydi? Gel gör ki, yobazlar geçit vermedi!
İstanbul koşu yolundaki evinin yakınlarında gericilerin saldırısına uğrayıp can verdi.

"Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim? Halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?" diye diye gitti:
Turan Dursun!
...

6 Ekim 1990

Evlerine bir paket gelmişti: kargo paketi! Paketi alan kızıydı. Annesine götürüp vermiş, paket açılınca da olan olmuştu!

Kalburüstü bir bilgin, akademisyendi. Okurdu, okuturdu. Onun silahı kalem, gericilerinki bombaydı. Bombayı araca yerleştirmek yerine paket edip yollamışlardı. Türk filmlerinden bildiğimiz bombalı armut, bombalı elma, bombalı saatin yerini bu defa bombalı paket, kitap almıştı. Kızının anlattıklarının kaleme dökülmüş hâlini okuyunca vicdanı olanların gözlerinin dolmaması mümkün değil. Travmatik bir durum. Bir evlat, gözleri önünde göçen annesine ne kadar yansa azdı! Geride acı, boşluk ve yıkım kalmıştı. Kitaplı bombayla gitmişti:
Bahriye Üçok!
...

Tarih 24 Ocak 1993

İşini yapmak deyiminin karşılığı idi. "Bu iş için yaratıldı" demenin fıtratıydı. Özveriydi, özenin kendisiydi. En iyiyi yapsanız en doğruyu söyleseniz de sevmeyenleriniz olacaktır. Yine de en iyiyi yapmak en doğruyu söylemek gerek, zira bu bir prensip meselesidir!
Aldığı ödüller ustalığının numunesiydi. Türkiye'nin parıldayan yüzü, Mustafa Kemal'in devrimleri için var edilmiş bir yemindi. Hurafelerin, kötüye kullanılan dini değerlerin, ülke gündemini meşgul eden akıl almaz şeylerin kağıda düşen mürekkebiydi. Bilinçsizlik tehlikesinin üzerine gitmek gibi gayesi vardı. Terörün, teröristin karşısındaydı, yanlışa meyletmenin yarın bir gün memleketin başına belâ olabileceği içerikli çıkarımlarda bulundu. Bulundu bulunmasına; ama aracına konulan bombanın kurbanı oldu:
Uğur Mumcu!
...

Tarih 11 Ocak 1995

1950'li yılların başında dergilerde çıkan şiirleriyle tanınmaya başlandı. İshak adlı öykü kitabıyla edebiyatımızın kalıcı isimleri arasındaki yerini aldı. Yazdı, çizdi, yüreklere dokundu. Sevdi, sevildi, gönüllerin ilmini okşadı. 30 Aralık 1994'te hainlerin The Marmara Otel'in pastane katında kurduğu bombalı tuzakla yaralandı. 12 günlük yaşam mücadelesinden sonra hayata gözlerini kapadı:
Onat Kutlar!


Tarih 21 Ekim 1999

Gericiler azraille yarışıyordu. Gericilerin tek derdi kendileri gibi düşünmeyenleri yok edip sözümona ülkeyi düze çıkarmaktı. Farklılıklara tahammül diye bir kelime yoktu, lügat iflas etmişti gericilerin dağarcığında.
Evinin önündeki arabasına döşenen bombanın ülkeyi düze çıkarmadığına gericilerden başka herkes tanık olmuştu.

Her ressam biraz da kendi tablosu, her şair kendi şiiri, her yazar da kendi öyküsü, romanına benzer. O da kendi eserlerine benziyordu. Mantık hiyerarşisinde en üst hüviyetti. Mustafa Kemal'in devrimlerini savunup yaşatan yönüyle başta Türkiye, sonra dünyanın duruşundan haberdardı. Fakat yobazlar tarafından hayatına son verileceğini bilemedi:
Ahmet Taner Kışlalı!

Tut, yukarıdan aşağıya doğru çek! Sağa kaydır, sola kaydır. Dilersen ölüm tarihlerinin yerlerini değiştir; bak göreceksin, sonuç hep aynı çıkacak: öldüren hain, ölen vatansever!
Ne din elden gitti ne vatan; giden vatanseverdi.
Doksanlara bir de böyle bak, olur mu?

Engin Yeşilyurt

Related Posts

Leave Comments