Türkiye toplumu, son bir ay içerisinde Cumhuriyet rejiminin ilânının 96'ncı yılını ve Cumhuriyeti ilân eden, Türk Devrimlerinin mimarı Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatının 81'inci yılını geride bıraktı. Türkiye toplumunun hafızasında ayrı bir önemi bulunan bu iki tarihin yıldönümleri alışık olduğumuz üzere yine ideolojik saplantı içindeki sapkınların karşılıklı sövgüleriyle heba edildi. Kamuoyunun şekillenmesinde hâlâ mühim bir işlev gören gazeteler ve televizyon kanalları da resmî tarihin sığ söyleminin altına inemediler. Ciddi ve etraflıca bir Cumhuriyet muhasebesi ortaya koyulamadı. Hiçbir kesim neredeydik, neden o haldeydik, neyi ülkü edindik, nereye geldik, ülkümüzü gerçekleştirdik mi, gerçekleştiremediysek neyi, neden yanlış yaptık, kazanımlarımız, eksiklerimiz nelerdir, eğer ülkümüze eriştiysek şimdi neyi, neden ülkülemeliyiz, toplum olarak nasıl hareket etmeliyiz gibi soruları sormadı. Alışılagelmiş bağrışmalar, çağrışmalar, alkışlar ve kargışlar gelecek yıl yine aynı günde kaldığı yerden devam ettirilmek için bırakılarak hiç ara verilmeden günlük siyasi tartışmalara geçildi.
Dolmabahçe Sarayı'na ve Anıtkabir'e rekor ziyaret gerçekleştirildi ama kimse Ulugazi'nin bize borçsuz bir devlet bırakmak için çırpınırken bizim nasıl borç batağına saplandığımızı düşünmedi. Başkomutanın en güzide emaneti olan Türk Ordusu'na on yıl arayla (2007-16) iki büyük darbe nasıl vuruldu diye de kimse konuşmadı. Başöğretmen, Avrupa ülkelerinden çeşitli sebeplerle kaçan bilim insanlarını Türkiye'ye getirtmek için yoğun çaba sarf edip, Türk gençlerini Avrupanın en meşhur bilim insanlarının eğitim verdiği üniversitelere yollamak için uğraşırken nasıl oldu da üniversitelerimiz meslek edindirme kurslarına, liselerimiz imamlık ve müezzinlik derecesine düşürüldü, ortaokullu kız çocukları nasıl tesettüre sokuldu diye kimse yazmadı. Oysa en çok düşünülmesi, konuşulması ve yazılması gereken günlerdi. Tabii düşünülse, konuşulsa, yazılsa toplumda bir karşılık bulacak mıydı o da ayrı bir muammadır. Sanki toplumumuz "a evet, ne haldeydik ne hale geldik, oysa ilke ve ülkülerimiz ne denli özgeydi" deyip bir devri sabık mı yacapacaktı? Yine sağından solundan duyduklarına inanacak, yine tenceresinin derdine düşecekti.
Zaten necip Türk Milleti'ni 1970'ler terörüne, 1990'lar karanlığına, 2010'lar otoriterliğine mahkûm edenler, bu söylencelere inananlar ve tenceresinin derdine düşenler değil mi?
***
Türkiye her zaman olduğu gibi yine olağanüstü dönemlerden geçiyor. Bunun için yazılması gereken çok sayıda konu birikiyor. Ancak bu konu başlıkları içinde bulunduğumuz olağanüstü dönemlere özgü olduğundan bu başlıklar çerçevesinde yazmak, yazı hakkımızı bir dönemin şartlarına mahsur bırakmak olacağından ve internet gazeteciliğinin her son dakika haberine bir yazı yetiştirmeyi uygun bulmadığımdan ötürü üzerine uzunca zamandır düşündüğüm konu başlığı olan sistem tartışmalarına değinmeyi faydalı görüyorum.
Yazıyı okuyan herkesin yaşayarak bildiği üzere Türkiye toplumu, 16 Nisan 2017 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliği halkoylamasıyla parlamenter demokrasiden başkanlık demokrasisine geçişi onaylamıştır (Evet: %51,41). Bu başkanlık demokrasisi önceleri dar bir kesim tarafından konuşulmuş, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın cumhurbaşkanlığı döneminde tartışılmış ve
özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakanlık dönemlerinde sıkça dillendirilmişti. 2007 yılında gerçekleştirilen genel seçimlerde millî iradenin kararı sonucu cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin kabulü ile başkanlık demokrasisinin kapısı aralanmış, 2014 yılında gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan'ın meydanlarda bağıra bağıra vaad ettiği 'etkin cumhurbaşkanı' halkta karşılık bulmuş ve Erdoğan'ın birinci turda yüzde elli ikilik bir oyla cumhurbaşkanı seçilmesiyle de fiilen başkanlık demokrasisine geçilmişti. Nihayetinde 2017 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliği halkoylamasıyla da başkanlık demokrasisi hukukî bir meşruiyet kazanmıştı.
Bazı kesimlerin zannettikleri gibi başkanlık demokrasisi bir askeri müdahale sonrası veya sivil bir darbeyle gelmemiş, uzun tartışmaların ardından, on yıl boyunca gerçekleştirilen seçimler sonrası Türkiye toplumunun egemenlik hakkına dayanarak demokratik ve meşru yollarla gelmişti. Ancak halkoylamasının üzerinden daha üç yıl geçmemiş olmasına rağmen, bugün başkanlık demokrasisi eleştirilmeye devam ediliyor. Bu kez sadece muhalefet partilerince değil halkoylamasında bu sistemi desteklemiş olan kesimlerce de eleştiriliyor. Her ne kadar iktidar partisinin ortağı olduğu Cumhur İttifakı gerçekleşen son seçimlerde (31 Mart 2019 Türkiye Mahalli İdareler Seçimi) yüzde ellinin üzerinde bir oy almış da olsa (%51,64), önemli şehirlerin büyükşehir belediye başkanlıklarını kaybetmiş olması bu eleştirilerin bir göstergesi olarak değerlendiriliyor. İktidar partisi de tabanından gelen bu tepkiyi görmezden gelemeyerek 'yargı reformu' ve 'başkanlık demokrasisinin ıslahı' politikalarını gündemine aldı. Fakat ne yazık ki, iktidar partisinin tabanından gelen bu tepkilerin nedeni, hayal ettiğimiz gibi insan hak ve özgürlüklerinin sistematik gaspı değil ekonomik kaygılardır. Özellikle 2007-19 yılları arasında Cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş hukuk katliamlarına, özgürlük tecavüzlerine, hak işgallerine çıtını çıkarmayan ve bu suçların faillerine inatla salahiyet vermekten yılmayan ve her seçim sonrası kutlama gerçekleştiren çoğunluk kesim, ekonominin durağanlaşma, hayat pahalılığı ve mutfak giderleri fiyatlarının artması yüzünden iktidar partisinin politikalarından şikayet etmeye başladı. Bu şikayetler başkanlık demokrasisini kapsar hale geldi. Ana muhalafet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin başkanlık demokrasisine olan olumsuz tavrı da herkesin malumudur. Vakti zamanında çeşitli nedenlerce iktidar partisinde geri plana düşen ve parti kurma hazırlığında olan belli isimler, çalışmalarını hızlandırdı. Kurulacak partilerin iktidar tabanından oy çekmesi bekleniyor. İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, hala parlamenter demokraside ısrar ediyor. Tüm bu toplumsal ve siyasal devinimlerden öngörülen odur ki Türkiye, 2020'li yıllarda yeniden bir sistem oylamasına gidecektir.
Hâl böyle olunca şu sorular, gündemi düşünerek takip eden insanın beynini kurcalıyor. Bir toplumun örgütlü hâli olan devletin omurgası nitelindeki sistem kavramının böyle her üç beş yılda bir tartışmaya açılması veya halkoylamasına sunulması ne derece doğrudur? Bir devletin sistemi, dönemin enflasyon oranlarına göre belirlenebilir mi? Mutfak giderlerinin fiyatı artıkça bir sistem değer kaybedebilir mi? Başta o dönemin insanları olmak üzere gelecek on yılları da içine alarak yüz milyonlarca insanın hak, hukuk ve özgürlükleri, bir halkın belirli bir dönemdeki keyfiyetine mahkûm edilebilir mi? Sistem tercihleri, bir heves midir, bir gençlik rüzgârı mıdır? Bir milletin geleceği kahvehanelerde pinekleyenlerin, camilerde uyuklayanların tercihlerine bırakılabilir mi? Bütün aydınlarının, en aşırı sağcısından en aşırı solcusuna değin eğitim sisteminin iflas ettiğini haykırdığı bir toplumda, demokrasi taraftarlığı yapmak, yoz bir din insanına anaokulların yönetimini vermeye eşdeğer değil midir? Bu gibi soruların arkası gelmez. Her sorumuza muhakkak 'akademik' bir cevap verilecektir. Verilecektir lakin yine de şu alevden gerçeklik görmezden gelinemez: Türkiye toplumu, 180 yıllık uygarlaşma çabasına, 143 yıldır anayasallaşma sürecine, 111 yıllık çok partili yaşam geçmişine, 96 yıllık Cumhuriyet kazanımlarına ve 74 yıllık demokrasi birikimine rağmen 3'üncü milenyumun, 21'inci yüzyılın başında, 2019 yılında hala sistem tıkanıklığı veya bunalımı yaşamaktadır. Millî ve yerli ya da 'Türk tipi' denilen başkanlık demokrasisi de bir şahıs için eğilip büküldüğünden Türkiye gerçekliğine uygun, Türklüğü esas alan, hak ve özgürlükleri her şeyin üstünde tutan, seküler yaşamı, bilim, felsefe ve sanatı koruyan, gelir adaletsizliğini gideren bir sistem inşa edilememiştir. Demokrasi kavramı yani halk yağcılığı bu denli kutsallaştırıldıkça da inşa edilecekmiş gibi durmamaktadır.
Politikacıların, hem meşruiyetlerini hem de vekaletlerini halktan aldıklarını ve bu nedenle halkı yüceltmeleri gerektiğini biliyoruz. Zaten onlardan yeni sorunları başımıza bela etmemeleri dışında bir şey beklemeyecek akıl, bilgi ve yaşam tecrübesine sahibiz. Halk, partilerin veya liderlerin değil, partiler ve liderler halkın peşinde oy için koşuyor, koşacaktır da. Demokrasinin kanunu budur. Ancak Türkiye'nin seçkinlerinin hala bu demokrasi ısrarı gerçekten akıllara durgunluk verecek cinstendir. Köşe yazarlarına, gazetecilere, yorumculara, akademisyenlere, bilim insanlarına, aydınlara bakıyoruz, "bakalım ne diyorlar, toplum sorunlarını nasıl ele alıyor" diye hepsi bir ağızdan çoğulcu laik demokratik bir sistemin Türkiye'yi kurtaracağını iddia ediyor. Yaşamı boyunca bir tane siyasi, tarihi ya da felsefi kitap okumamış değil, hiç ama hiç en basitinden meşhur öykü veya roman kitabı dahi okumamış on milyonlarca insanın bulunduğu bir toplumda çoğulcu, katılımcı, laik demokratik düzen ne işe yarayacak hala anlayabilmiş değilim. Bu eleştirimiz de hemen tekerleme halini almış bir cevapla karşılanacak: Demokrasilerde sandık her şey değildir. Doğru, demokrasilerde sandık her şey değildir ama hiçbir şey de değildir. Ne kadar koruyucu, dengeleyici kurum olursa olsun -bunları da kim, hangi hakla, neye göre kuruyorsa, sanki halka sormuşlar?-, anayasa ne denli özgürlükçü olursa olsun en nihayetinde sandıktan çıkan sonuca göre yasama, yürütme belirleniyor. Yasamada sağlanan çoğunlukla, yasalar zorlanılsa da eğilip bükülebilir, hiç olmazsa güçlü propaganda sayesinde bir halkoylamasıyla anayasanın istenmeyen yasaları (özgürlükçü yasalar) bir çırpıda çok demokratik bir usulle değiştirilebilir. Keza tüm koruyucu, dengeleyici ve denetleyici kurumlar meşruiyetini ve yaptırım gücünü anayasadan almaktadır. Anayasadaki o maddelerin içi boşaltılınca tabii olarak kurumlarında içi boşaltılmış olur. 2010'lu yılların başında yeni anayasa sürecinde tartışılamaz denen maddeler de bayağı tartışılıyordu. Yani anayasa maddelerine güvenemeyiz. 20 Temmuz 1961 Anayasası da özgürlükçü bir anayasaydı ve toplumun çoğunluğunun kerhen kabul etmesine rağmen toplum kendini 12 Mart 1971 İhtilâli'nin ve 12 Eylül 1980 İhtilâli'nin içinde bulmuştu. Koca devlet, 1968 öğrenci kılıklı teröristlerle baş edemiyor, 1970'lerin ortalarında iki kitle partisi olan Adalet Partisi ve CHP, hükümet kurmak için, Milli Selamet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın peşinden koşuyordu. Yine 1990'lı yıllarda bölünmüş sağ ve bölünmüş sol yüzünden %22 civarında oy almış Refah Partisi, hükûmet olabiliyordu. Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller ile Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ın illallah ettiren tartışmaları, siyasetle biraz ilgilenen herkesin hatrındadır. Hükümet kurulamıyor, ülke Kürt teröründen, faili meçhullerden, suikastlerden, katliamlardan geçilmiyor, politikacılar birbirlerine laf sokma derdine düşüyorlardı. İşte aydınlarımızın bir Pollyanna misali inandığı ilke ve değerler, ne yazık ki toplumumuzda bir karşılık bulmuyor. Her türlü demokratikleşme yani toplumun kendi kendini, kendi adına, kendi için yönetmesi hep hüsranla sonuçlandı ve sonuçlanıyor. Aydınlarımızın son on yıldır sıkça duyduğumuz seçim sonuçları şikayetleri, bana hep İranlı büyük bilim insanı ve şair Ömer Hayyam'ın şu dörtlüğünü hatırlatmıştır:
"Tanrı gönlünce yaratır da her şeyi,
Neden ölüme mahkum eder hepsini?
Yaptığı güzelse neden kırar atar,
Çirkinse suçu kim kime yüklemeli?"
Aydınlarımız veya seçkinlerimiz, en safiyane duygularla topluma yaklaşır ancak toplumun ekseriyeti onları kabullenmeyince toplumda kusur bulur. Oysa toplumda kusur yoktur. Yaşamını bir evin içinde en fazla bir mahallenin kadınlar gününde geçiren kadınlarımız, kimseden yasa yapma hakkı veya dış politikanın nasıl yapılacağına karar vermeyi istemedi. Köy okulunu zar zor bitirmiş, bütün bir ömrünü yaşam kavgasıyla geçirmiş, etik kelimesini yaşamında hiç duymamış milyonlarca erkeğimiz kimseden üniversiteleri bağlayan kararları çıkarmayı ya da toplumsal cinsiyet eşitliğinin nasıl sağlanması gerektirdiğine dair merci olmayı talep etmedi. Hepsi kendi küçük dünyalarında küçücük hesapların ardında koşuşturarak şu yalan dünyadan geçip giderken bir anda devlet yönetimi onların omuzlarına düştü. Onlar da iyi niyetlerle, zekalarının el verdiğince kendilerini nereye yakın görüyorlarsa oraya oy verdiler. Şimdi bu insancıklara nasıl kızılabilir? Asıl kızılması gereken toplumundan kopuk, kendini kuramlar zincirine, mantık hizbine esir etmiş, inandığı değerlere herkesin onlar gibi inanmasını isteyen, toplumun aile, gelenek, kültür, inanç kalıplarını görmezden gelen aydınlarımız ve seçkinlerimizdir.
Toplumuzun yetiştiği yetkin bir sanatçı ve yazar olan, zamanında politikacılık da yapmış Zülfü Livaneli, Duvar Gazetesi'nden Soner Sert ile gerçekleştirdiği "Sosyalizme inanıyorum" (!) adlı söyleşi de "Laiklik Bodrum sahillerinin değil, Sultanbeyli'nin sorunlarını çözer" demişti. Acaba kendileri Sultanbeyli'nin herhangi bir mahallesinde bir ev kiralayıp bir ay yaşadı mı? 1994 yılında CHP'den İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı olmuştu, belki o zaman yürüttüğü çalışmalar bağlamında bir bilgi ve görüşü vardır (o seçimleri de Erdoğan'a kaybetmişti. İşte demokrasi, işte demokrasi). Ancak çalışmalar, bilgi edinmeler veya ziyaret etmeler bir toplumu anlamamıza yeter mi? Ben 25 yıllık yaşamımın 18 yılını Sultanbeyli'nde geçirdim. Hala da burada yaşamaktayım. Burada insanların çoğunluğu daha yolda yürümeyi bilmezler. İnsanların üzerine üzerine yürürler, kaldırımda öylece durarak saatlerce konuşurlar, yol hakkınızı engeller durduk yere laf atarlar, en ufak bir tartışmada bütün aşiretini toplayarak sizi linç etmeye hazırlanırlar. Hayır bunlar karikatürize edilmiş bir hal değil yaşanan bir gerçekliktir. Şükrü Erbaş'ın öldürmek istediği köylülerden ya da Çehov için cehenneme eş olan Sahalin'den daha ürpertici bir toplumdur bu. Hangi kelimeyi kullanırsam kullanayım hiçbir kelime veya kelimeler bütünü Sultanbeyli'ni anlatamaz. Yaşamanız gerekir. Temmuz ayından beri işlettiğim dükkanımızda hayatımdaki küfürlerden daha çok küfür duydum. Çünkü bu insanlar küfürle birlikte yaşıyorlar. Küfür onların kendilerini ifade ediş biçimi. Esasında hepsi insanlığa bir küfür. Şimdi laiklik, bu toplumun hangi sorununu çözecek? Ya da Sultanbeylililer değişmedikçe sorunlar nasıl çözülecek? Yüzbinlerce insanın hala kendi köy kültürleri içerisinde yaşadığını, bu yaşlarından sonra yeniden eğitilmelerinin imkansız olduğunu, daha çocukları eğitemezken onları nasıl eğitebileceğimizi düşünmeyen Livaneli, laiklik Sultanbeyli'nin sorunlarını çözer diyor. Bir de Sultanbeyliler laiklik talep etmedikçe onlara nasıl laikliği sunacağız? Silah zoruyla mı? İşte Türkiye gerçekliğine nüfuz etmiş, hakiki bir aydın potresi!
Artık on milyonlara tekabül eden yığınların, kendi kültürlerini, geleneklerini, inançlarını, korkularını, değerlerini iktidara taşıması ve bir noktadan sonra devletleşmesi artık o kadar zor değildir. Demokrasi, bu yığınlara seçme hakkı vererek devletleşmesine kanal açmaktadır. Bu kanal sayesinde yığınlar biraz zamanda alsa uzun vaade de bütün dengeleyici ve denetleyici kurumları edilginleştirebiliyorlar. Türkiye'deki silahlı kuvvetlerin, yargı erkinin bugünkü hali buna bir örnektir. Yığınların töresi, devlet yasası olmaya başlayınca o toplumun bilinçli yurttaşlarının özgürlükleri ve hakları kuşatma altında demektir. Yığınlar neyi talep ederse, demokratik hükümet iktidar da kalabilmek için, bir daha ki seçimi de kazanabilmek için, doğal olarak onu arz edecektir. Demokrasi yani toplum yönetimi, artık özgürlüklerin, hakların, bilmin ve sanatın üzerinde bir Demokles'in Kılıcı haline gelmiştir. Gerçekleşen her seçim bir ölüm kalım havasında geçmektedir. Bakalım bu seçimlerden sonra çıkarılacak hangi yasalarla hangi haklar kaldırılacak ya da hangi özgürlüklere yeni sınırlar çizilecek diye endişeyle beklenilmektedir.
Günümüz Türkiye toplumundan yola çıkarak demokrasiye getirdiğimiz bu eleştiriler, demokrasinin ruhbanlarınca genellikle coğrafya ve tarihe bağlanıyor . Buna denecek yoktur. Çünkü kısmen doğrudur. Ancak demokrasinin ayaktakımını iktidara taşıdığı tek toplum Türkiye toplumu değildir. Bundan yaklaşık üç yıl önce Birleşik Krallık'ta gerçekleştirilen halkoylaması da Birleşik Krallık başta olmak üzere bütün dünyada şok etkisi yarattı (Brexit). Bu halkoylaması Birleşik Krallık'ı üç yıldır süregelen bir çıkmazlar yumağının içine gark etti. Birleşik Krallık halkının seçilmişleri olan avam kamarası üyeleri de geçen üç yıla rağmen ortak bir Brexit'te uzlaşamamış, parlamento oyunları birbirini takip etmiştir. Birleşik Krallık halkı Avrupa Birliği'nden çıkmak istediğini belirtmesine rağmen halkoyalamasının tekrarlanmasını isteyenler, mecliste Brexit aleyinde elinden geleni yapmaya çalışanlar… Ne olacak yani, hayal ettiğiniz sonuç çıkana kadar halkoylaması mı yapılacak? Daha Brexit şokunu atlatamayan Birleşik Krallık, içinde bulunduğumuz sene bir şok daha yaşadı. Muhafazakar Parti'nin 'maskotu' görülen Boris Jonhson, başbakan oldu. Parlamentoyu az kalsın askıya alıyordu. Bir ay sonra gerçekleştirlecek olan seçim sonrası Boris Jonhson halkın oylarıyla başbakan olursa bu da herhalde üçünçü bir şok olacak ama demokrasinin ruhbanları yine de gerçeği görmemekte ısrarcı olacaktır. Çünkü demokrasi kavramı, demokratlarca özgürlükle, adaletle, hukukun üstünlüğüyle, anayasayla eşanlamlı bir hal almıştır. Demokrasiyi kendi içlerinde yeniden tanımlamış sonra buna iman etmişler. Fareed Zakaria'nın 'illiberal demokrasi' uyarısını hâlâ görmezden geliyorlar. İnanç işte, herkesi bir şekilde bir şeylere inandırıyor. İnsan aklı, her insanda biraz da olsa her zaman kusurludur. Bunların kusurları da demokrasi kavramı olmuş. Martin Heidegger gibi bir deha Nazizm'i onaylamıştı ya da Jean-Paul Sartre Maocu idi. Bu aydınların akıl tutulmaları da herhalde böyle bir şey. Oysa demokrasi, kavram olarak yalnızca halkın kendi kendini yönetmesidir. Budur. Bunu yeniden tanımlamakla gerçekleri evirip, çeviremezsiniz.
Misal Birleşik Krallık, kıta Avrupasındaki tarihi hengamelerden görece yalıtılmış, eleştirel ve deneyci bir bilim ve felsefe geleneğine sahip, Magna Carta'dan beri kökleşmiş uzlaşı ve iletişim kültürü olan, protestan ahlakının egemen olduğu, seküler, coğrafi keşifleri nispeten yakalamış, sanayi ihtilâlinin beşiği, şehirleşmesi düzenli, bağrından Shakespearei, Darwini, Newton'u çıkarmış, çok köklü eğitim kültürü bulunan, dünyadaki en eğitimli insanlara sahip toplumlardan bir toplum, zamanın Güneş Batmayan İmparatorluğu idi. Bugün ise son dört yıldaki üçüncü erken seçime gitme hazırlığı içinde ve İskoçya'nın bağımsızlık talepleriyle uğraşmaktadır. Brexit şoku sonrası Türkiye'den fazlasıyla tanıdık olduğumuz bir olay yaşanmıştı. Brexit'e evet diyen yurttaşların çoğunluğunun taşralı, gelenekçi, muhafazakar, eğitim seviyesi düşük olduğu araştırmaları gündeme gelmeye başlamıştı. Yani artık Birleşik Krallık toplumu da demokrasinin işletilmesi için gereken olgunluğa sahip değilse demokrasinin de ütopyalara alınması gerekiyor demektir. Hem bu demokrasinin yanışlanabilirlik kriteri nedir? Mesela ne olursa 'a evet, demokrasi zannettiğimiz gibi değil ciddi açıkları bulunan bir rejimdir' diyebileceğiz? Arka arkaya üçüncü kez Hitler seçilince mi?
Keza kurulduğu tarihten buna yana bir demokrasi olan, sözde özgürlükler ve rüyalar ülkesi, Avrupa Birliği'nin bir öncülü nitelindeki, son 100 yılın dünya güçlerinden ve son 75 yılın süper gücü Birleşik Devletler'de demokrasinin yanlışlığını kanıtlar bir örneği üstadımız Eflatun'a hediye etmiştir. Önceki başkanlarının ne derece bulundukları makama layık oldukları ayrı bir tartışma bahsiyken (Roosevelt tam bir bunaktı), Birleşik Devletler halkı, bir yerde koca dünyanın başkanlığını konuşmak dışında pek bir şey yapmayan ve onu da beceremediğini gördüğümüz iş insanı Donald Trump'a emanet etmiştir. Dinlediğimiz değerlendirmeciler eğer samimiyse Birleşik Devletler, son zamanların en iyi içi politika ve ekonomisiyle karşı karşıyadır. Hal böyle olunca bir yıl sonra gerçekleştirilecek olan Birleşik Devletler Başkanlık Seçimleri'nin en güçlü adayı da yine Donald Trump'tır. Seçilmesi değil aday olması bile düşünülmeyen Trump'ın başkan seçilmesi sonrası Birleşik Devletler'de de Trump'a oy verenlerin çoğunluğunu taşralı, gelenekçi, muhafazakar, eğitim seviyesi düşük insanlar oluşturduğunu ortaya koyan araştırmalar gündem olmuştu. Sanki Clinton seçmenlerinin ekseriyeti ordinaryüs, onlarında bilinçsiz yığınlardan oluştuğu kutuplaşmalar nedeniyle hep göz ardı ediliyor. O insanlar Trump'a uyuz olup sadece tipini veya söylem tarzını beğenmedikleri için Clinton'a oy atsalardı büyük bir ihtimalle böyle bir araştırmanın konusu olamayacaklar ve sanki aydın yurttaşlarmış gibi görüleceklerdi. Oysa her demokratik toplumda bilinçsizlerden en çok oyu alabilen iktidar olur. Bakalım gelecek yıl, Amerikan halkı Trump'da ısrarcı olacak mı? Popper, Açık Toplum ve Düşmanları'nda tarihselci ve ütopik-totoliter yaklaşımları Platon, Hegel ve Karl Marx üzerinden haklı olarak yerden yere vuruyor ancak açık toplumun bir başka düşmanı mantık ilminden habersiz, tüm dünyaları hurafeler, komplo teorileri ile dolu, eleştirel düşünmeden noksan, paranoyaklığa meyilli, duygu ve dürtülerinin her daim akla galebe çaldığı avam toplumu, göremiyor. Bugün bu avam toplum, demokrasiyle açık toplumlara, bilime, özgürlüğe en büyük tehdit halini almıştır. Hitleri ya da Bolşevizmi başa getirende yüzyıllara yayılan hurafeler, komplo teorileri ve paranoyalardır.
Kıta Avrupası'da (Viyana'nın batısı kast edilmektedir), Manş Denizi'nin öte taraflarında yaşanan 'demokrasi zaferlerinden' nasibini almaktadır. İspanya, son dört yılda dördüncü seçimi gerçekleştirmesine rağmen hala hükümetsizdir ve Katalan yurttaşlarının demokratik talebi olan bağımsızlık, görmezden gelinmektedir. Aşırı sağcı olduğu iddia edilen Vox, son seçimlerden güçlenerek çıkmıştır. Fransa'da her seçim Ulusal Cephe karşıtı bir blok oluşmasa Marine Le Pen'in Fransa Cumhurbaşkanı olması o kadar uzak bir ihtimal değildir. Zaten asıl dikkat edilmesi gereken son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Le Pen'in ikinci tura kalıyor olabilmesidir. Almanya gibi diğer merkez bir ülkede ana partiler olan Hıristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratlar hızla erirken Yeşiller'in yanı sıra aşırı sağcı AfD'de gittikçe güçlenmektedir. Zaten şu an anamuhalefet partisi konumundadır. Son gerçekleştirilen eyalet seçimlerinden de ikinci parti olarak çıktılar. İtalya'daki aşırı sağcılık, tarihte olduğu gibi yine ilkleri yaşatmaktadır. Birtakım parlamento oyunları olmasa Lig Partisi ve Salvini hükümet ortağı olmaya devam edecekti. Hükümet ortağı olabilecek kadar seçmene hitabet etmesi ayrı bir şeyken Avrupa genelinde gittikçe güçlenen 'popülist solu' da görmezden gelmemek gerekmektedir. Benelüks (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) ülkelerinde de aşırı sağ, milliyetçilik, yabancı karşıtlığı güçlenmekte ve toplum aşırı sağcı popülist poltikacılara meyletmektedir. Kısacası İsviçre ve İsveç gibi en olgun toplumlarda dahi aşırı sağcılar veya popülist solcur gittikçe güçlenirken artık demokrasinin işleyememesinin nedeni Türkiye'nin coğrafi ve tarihi yeri olamaz.
Demokrasi, başlı başına sağlıksız bir sistemdir. Bir toplumun -ki toplumlar gönüllü katılımla kurulmaz, zaruri katılımla kurulur- çoğunluğu bilinçli, bilgili ve duyarlı olamayacağı için her türlü demokrasi, gelenekçileri, muhafazakarları, hatipleri iktidar yapar. Dengeleyici, denetleyici ya da koruyucu kurumların olması bu hakikati eksiltmez. Ki zaten dengeleyici, denetleyici ya da koruyucu kurumların olmasını talep etmek veya bunların güçlendirilmesini önermek bile zaten demokrasiye yani halka duyulan korkunun bir tezahürüdür. Aydınlarımız inanç veya dogmaları gereği demokrasi ruhbanlığı ya da misyonerliği yaparsa yapsın, biz toplumun en alt katmaları arasında soluyanlar olarak artık toplumların kendi kendilerini yönetme devirlerinin geri de kaldığını görüyor ve düşünüyoruz. Aşırı nüfus artışının olduğu, kırsaldan şehre yoğun göçlerin olduğu, şehirlerin köyleştirildiği, mülteci istilalarının yaşandığı, eğitimin kalitesinin tabii olarak düştüğü, internetin televizyonu da geçerek her cebe girdiği, yığınların her popüler olanın ardından koştuğu, tüketim ve rahat düşkünlüğünün bir tabiat sömürüsüne dönüştüğü, insanların daha fazla aptallaşıp daha fazla kendine güvendiği, çok bilmiş olduğu böyle bir çağda 'tiktok bağımlılarının', 'pubg tutkunlarının', 'instagram beğeni çılgınlarının' oylarının veya apolitik tavırlarının, Türkiye'deki toplumsal geleceğin kaderini, bireyin ve kadının özgürlüğünü, Türklüğün unutulmuş büyük medeni kabiliyetini belirlemesine kökten karşıyız. Hayır bu insanların verdiği oylar yargının yetkilerini, basın yasalarını, eğitim politikalarını belirleyemez, belirlememelidir! Yasama hakkı, yasanın, yasamanın, yasama tarihinin, insan hak ve özrgürlüklerinin tinini bilenlerin ellerinde olmalıdır. Kadın hakları, kadın cinayetlerinin müsebbi olan toplumun iradesiyle genişletilemez. Atalarımızın teri, şehitlerimizin kanı ve ebelerimizin gözyaşı ile yoğrulmuş bu topraklarda doğanın, hayvanın, bireyin, kadının, bilimin, felsefenin, sanatın, ethiğin, şeref ve onurunun, yığınların sömürüsünden korunması için yasama erkinin, akıldan ve tarihten alınan meşruiyetle Türk Milleti'nin bağrından yetişmiş bilim insanlarına verilmesi gerekmektedir. Yaşamda en hakiki meşruiyet ve egemenlik kaynağı akıldır, bilimdir. Kalabalık olmak bu gerçeği değiştiremez.