Öncesi
Hamas 1987'de Birinci İntifada'nın başlangıcında Mısır'daki Müslüman Kardeşler'in Filistin kanadı olarak kurulan bir örgüttür. Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) en güçlü kanadı el Fetih gibi daha seküler bir yaklaşım değil, şeriatçı, cihadcı bir yapılanmaya sahip olan Hamas, FKÖ'nün yolsuzluk iddiaları, makamların bir sürekli aynı aile içinde paylaşılması gibi nedenlerden ötürü Filistin halkında sürekli destek kaybetmesiyle Filistin Ulusal Yönetimi (FUY) içinde giderek gücünü artırmış ve 25 Ocak 2006 seçimlerinde 74 koltukla FUY'un açık ara en güçlü kanadını oluşturmuştur. Hamas'tan sonra en güçlü ikinci kanat olan el Fetih aynı seçimde sadece 45 koltuk kazanmıştır.
Seçimlerden sonra başlayan Hamas ve el Fetih'in karşılıklı silahlı çatışması tarihe 'Filistin İç Savaşı' olarak geçmiş ve 2007'de Hamas'ın Gazze üzerinde kontrolü kazanması, el Fetih'in ise Batı Şeria'da hakimiyeti sağlamasıyla sonuçlanmıştır.
Bunun üzerine Filistin Başkanı Mahmud Abbas Hamas mensubu başbakan İsmail Haniya'yı görevden alarak Milli Birlik Hükümeti'ni iptal edip kendini hükümetin başı olarak ilan etmiş, Gazze'de Hamas ise buna itiraz ederek Abbas'ın kararlarının geçersiz olduğunu ve Haniya'yı hükümetin başı olarak kabul ettiklerini beyan etmiştir.
Böylece 2007'den beri günümüze kadar Gazze Hamas'ın, Batı Şeria ise FUY'nin yönetimi altında olarak Filistin Özerk Bölgesi ikiye bölünmüş durumdadır. Bugüne dek iki tarafın barış sağlaması ve Birlik Hükümeti'nin tekrar faaliyete geçmesi defalarca denense de (en son Ekim 2017'de), bu hiçbir zaman kağıt üstünde öteye geçememiştir.
7 Ekim sabahı yaşanmaya başlayan olayların değerlendirmesini yaparken bu durum göz ardı edilmemesi gereken en önemli unsurlardan biridir.
20 Ocak 2009 tarihinde Obama ABD Başkanı olarak göreve başladığında ABD'nin Ortadoğu'daki popülaritesi en derin noktada idi. Bölgedeki Amerikan Askeri hapishanelerine yönelik işkence iddiaları, gerek ABD askerlerinin ama özellikle özel koruma şirketleri tarafından işlendiği iddia edilen insan hakları ihlalleri ABD'nin bölgedeki rolünün bir çok müttefikleri tarafından bile sorgulanmasını sağlıyordu. Teröre karşı verdiği savaşta ABD'nin teröristlere karşı zorlanması ve gücünü kullanırken bölgedeki sivil halka yeterli hassasiyet göstermemesi ABD'ye karşı düşmanlığın artmasını sağlıyordu.
Böyle bir mirası devralan Obama ABD'nin bölgedeki hayati çıkarlarının ötesine geçtiğini kabul ediyor, bölgeden ayrılmayı, askeri varlığını azaltmayı, Filistinliler ve İsrailliler arasında barışı teşvik etmeyi, uzun vadede İran ile tekrar diyaloğa geçmeyi planlıyor ABD'nin bölgedeki algılanışında oluşan çatlakları onarmayı ve ABD'nin bölgede denge gücü olarak kalmasını değil, bölgenin kendi kendisini dengeleyebilmesini amaçlıyordu. Ama bütün bunları hedeflerken de, bölgeyi ABD'nin bölgede bırakacağı boşluğu Çin'in dolduramayacağı şekilde tasarlamak istiyordu. ABD için bölgede boşalan güçlerini Rusya ve Çin'e karşı başka alanlarda değerlendirmek daha önem kazanmıştı.
Obama El.Kaide'ye karşı görevi devraldığı Bush'dan daha çok başarı gösterdi. Gerek ABD toplumu, gerekse hem kendi partisi hemi de Cumhuriyetçiler tarafından çok eleştirilmesine rağmen İran ile olan diyaloğu genişletti. Rohani'nin 2013 New York ziyareti ve İran ile yine aynı yılda başlayan ve 2015'de açıklanan Nükleer anlaşma bu diyaloğun sonuçları olarak görülebilir.
Obama'nın bu tutumuna tepki sadece ABD'den gelmiyordu. İsrail ne ABD-İran diyaloğundan memnundu, ne de yapılan nükleer anlaşmadan. Her ne kadar Obama ABD devlet çizgisine sadık kalarak her fırsatta ABD-İsrail ilişkilerinin ne kadar kuvvetli olduğunu vurgulasa da, 2009'dan beri İsrail'in eski(!) yeni başbakanı Netanyahu'nun ve hükümetinin bir çok konuda arzuladıkları desteği vermedi. Bu İsrail'deki özellikle işlerine geldiğinde aşırıya kaçmaktan da çekinmeyen popülist sağcıların Obama'ya karşı öfkelenmelerine sebep olabildi ve Obama'nın görev süresi bittiğinde alenen sevinç gösterilerinde bulunmalarını sağladı. Özellikle Filistin İsrailli yerleşimcileri alenen eleştirmesi, Netanyahu ve hükümetinin hiç hoşuna gitmiyordu. (Amerika Birleşik Devletleri İsrail yerleşimlerinin devam etmesinin meşruiyetini kabul etmemektedir. Bu inşaatlar önceki anlaşmaları ihlal etmekte ve barışa ulaşma çabalarını baltalamaktadır. Bu yerleşimlerin durdurulmasının zamanı gelmiştir." B. Obama, Kahire 4 Haziran 2009)
Obama'dan sonra göreve gelen Trump da, ABD'nin Ortadoğu ve Afganistan'dan geri çekilmesi gerektiği konusunda Obama ile hem fikirdi. Ama hem fikir olduğu tek nokta da bu kadardı. Obama gibi geri çekilmeden önce bölgede kendi kendini koruyabilecek bir denge sağlama ihtiyacı duymadı. Özellikle İsrail-Filistin konusunda hem damadı hem de danışmanı olan Jared Kushner da etkisi ile Netanyahu'nun hedefleri ile %100 uyuşan, tek tarafı, pro-siyonist bir siyaset takip ederek Netanyahu hükümetinin elini güçlendirdi. Kushner her ne kadar bölgedeki ABD müttefiklerinin yakınlaşmalarını sağlayan Abraham Accords Deklerasyonu'nun mimarlarından biri sayılsa da, gerek Filistin konusunda, gerekse İran konusunda doğrudan karşı tarafta yer aldı. Böylece Trump yönetiminde ABD, İran'ın her maddesine uyduğu uluslararası örgütler tarafından tasdik edilse de tek taraflı olarak Nükleer Anlaşmadan geri çekildi ve Batı Şeria'da İsrail'in yerleşimci siyasetini tam olarak destekledi.
ABD'de bunlar yaşanırken Hamas İsrail'de zaman zaman saldırılara devam etti ve İsrail de buna gerek hava saldırıları ile gerekse Gazze'ye kara harekatı yaparak cevap verdi ama gerçek manada Hamas'ın üstüne gidildiği söylenemez. Örneğin 2014'den 7 Ekim saldırılarına dek İsrail kolluk güçleri tarafından etkisiz hale getirilen tek bir üst düzey Hamas militanı olmadığı gibi, Katar'ın Hamas'a maddi yardımda bulunmasına da bizzat İsrail müsade etti.
Trump'ın görev süresinin bitmesi ve Biden'in göreve gelmesi ile ABD'de yine değişik rüzgar esmeye başlamıştı. Trump'ın seçimi kaybetmesini kabul etmemesiyle beraber ABD Kongre Binası Baskını ile bir hayli hareketlilikle görevine başlayan Biden ABD'nin çok acil olarak Afganistan'dan çekilip ülkeyi Taliban'In teslim almasını sağladı. Son günlerinde bu gelişme öyle bir ivme kazandı ki, ABD müttefikleri bile çekilme hızına yetişemediler. Onun haricinde İsrail politikası ise Filistin sorunundan çok Netanyahu'nun yargı reformuna yönelik yorumlardan ibaretti. Biden yönetiminde ABD İran ile Nükleer anlaşmaya geri dönüş için görüşmelere hazır olduklarını söyledi ama anlaşmaya geri dönmedi. Ama kesinlikle Trump'ın sergilediği Anti-İrancı tutuma devam etmedi hatta görüşmeler İran'ın tutuklu bulundurduğu 6 ABD vatandaşını Eylül ayında salmasına ve ABD'nin İran'In petrol gelirlerinden bloke ettiği paradan 6 milyarın blokesini kaldırmasına ve uygulanan ambargoya rağmen İran'ın tekrar Petrol ticaretini artırmasına göz yummasını sağladı.
Makro Boyut
Hamas bu saldırıyı neden yaptı ve nasıl yaptığı tartışmadan önce, bu saldırının kimlere çıkar sağladığının incelenmesinin gerektiğini düşünüyorum. Peşinen söyleyeyim; özellikle sosyal medyada bir çok kişi tarafından beyan edildiği gibi bu saldırının İsrail'in lehine olduğunu, dolayısıyla bir ters bayrak (false flag) operasyonunun söz konusu olduğunu düşünmüyorum. Neden düşünmediğimin sebeplerini daha sonra izah edeceğim.
Bilindiği gibi bu saldırının arkasında İran'ın olduğu, doğrudan İran olmasa da İran'ın onayıyla olduğu varsayılıyor. İran da bu saldırıyı resmen üstlenmese de (ki an itibariyle uluslar arası hukuk ve diplomasi açısından zaten resmen böye bir beyanda bulunamaz) tasvip ettiğini açık ve net bir şekilde ifade ediyor.
Peki İran'ın böyle bir saldırıdan nasıl bir çıkarı olabilir veya tekrar ABD ve Batı'yla biraz araları ısınmışken neden böyle bir saldırıyı onaylar?
Bu soruyu cevaplama dan önce, ABD'nin son yıllardaki izlediği dış politikasının sadece İran tarafından değil, İran'ın müttefikleri tarafından da nasıl yorumlanmış olabileceğini sorgulamamız gerekiyor.
Demir perdenin çöküşünden sonra dünyada tek süper güç olarak kalan ABD, artık tek kutuplu bir dünyada değil tekrar çok kutuplu bir dünyada olduğumuzun ne kadar idrakinde bilemiyorum. Bu açıdan bakıldığında ABD'nin bazı hatalar yaptığını söylemek mümkün.
Askerlerini Afganistan'dan apar topar çekmesi ve onca sene o ülkede bulunup o kadar çok kayıp verdikten sonra Afganistan'ıTaliban'a teslim etmesi ABD başta olmak üzere Batı'yı çok zayıf gösterdi.
Sadece bununla da kalmayıp, Trump'ın başkanlığında ABD'nin artık diğer ülkelerin güvenliği i̇le ilgilenmek istemediğini beyan etmesi, bazı ülkeler tarafından ABD'nin bir nevi dünya liderliğinden gönüllü vazgeçmesi gibi yorumlandı.
Sadece dış politikada değil, ABD'nin kendi içinde yaşanan kongre baskını gibi bazı olaylar ve Trump döneminde Amerikan toplumunun kutuplaşmasının zirveye ulaşması, ABD'nin dışarıya yönelik algısının çok ciddi boyutta zedelenmesini sağladı.
ABD'nin çok uzun yıllardır yaptığı diğer bir hata ise, zengin bir Çin'in emperyalist emellerinden vazgeçmiş uysal bir Çin olacağı varsayımıydı.
ABD'nin bu adımlarını zayıflık olarak yorumlayan Rusya, Çin, İran gibi bazı ülkeler bu durumdan faydalanmak istemiş olabilmeleri elbette bir olasılık.
İsrail'in Filistin ve büyük çapta bir çatışmaya girmesi ilk etapta elbette İran'ın çok işine yarar.
İran'ın muhtemel bir Suudi Arabistan İsrail işbirliğinden ne derece rahatsız olduğunu saldırıdan önce verdiği bir demeçlerden anlayabiliriz. Bu demeçlerde İran Suud-İsrail anlaşmasını Filistinlilerin sırtına saplanan bir hançer olarak değerlendirdi.
Elbette İran'ın İsrail'in var oluşunu temelden reddeden ideolojisinin yanı sıra bu yakınlaşmaya karşı olması için çok somut gerekçeleri var. Bölgeye baktığımızda Suudi Arapların o bölgede en çok silahlanan Arap ülkesi olduğunu görmekteyiz. Bunun yanı sıra İsrail İran'ın nükleer programını sabote etmek için düzenleyebileceği muhtemel bir saldırıda Suudi Araplardan bir şekilde destek alabilecekleri endişesi mevcut.
Oysa şimdi Suudi Arabistan'ın İsrail'le yakınlaşması ya engellendi ya da çok zora sokuldu. Çünkü bu şartlar altında Suudi Arabistan İsrail ile yakınlaşmaya devam etmek istiyorsa, ya yerle bir edilmiş bir Gazze gerçeği ile, ya da eskisinden de çok daha fazla baskı altında olan bir Gazze gerçeği ile yoluna devam etme mecburiyetinde. Bir yandan bu şartlarda İsrail ile görüşmelere devam eden Suudi Arabistan Arap dünyası içinde izolasyona uğrama riski ile, diğer yandan İsrail'in tepkisi yüzünden görüşmeleri sonlandırırsa en önemli müttefiği ABD tarafından bazı yaptırımlara uğrama tehlikesi ile karşı kaşıya. Bu yaptırımlar ABD'nin karşılıklı savunma anlaşmasını terk etmesinden, Suudların ABD ile beraber geliştirmek istedikleri sivil nükleer programın iptaline kadarvarabilir.
Biraz daha geniş açıdan bakıldığında 7 Ekim saldırısından tek çıkar sağlayan ülkenin İran olmadığını görmek mümkün. Bu olay İran'a avantaj sağladığı gibi İran'ın büyük müttefikleri olan Rusya ve Çin'e de avantaj sağlamakta.
Rusya açısından bakıldığında Gazze'de veya birkaç daha fazla cephede savaşma mecburiyetinde kalan İsrail'e müttefikleri tarafından destek verilmesi, batının Ukrayna'ya destek vermesini engelleyebilir veya Ukrayna Batı için önceliğini kaybeder. Ukrayna Savaşı başladığından beri özellikle Avrupa'nın mühimmat üretiminde yavaş yavaş kapasitesini zorladığı biliniyor.
Yıllardır Amerika ve Batı tarafından İran'a uygulanan ambargo yüzünden Çin başta gaz olmak üzere bir çok başka önemli emtiayı İran'dan piyasa fiyatının altında satın alabiliyordu. Çünkü İran'ın serbest piyasalara girişi olmadığından az sayıda alıcılardan birisi belki de en önemlisi Çin'di ve bu kapsamda fiyat konusunda belirleyici olabiliyordu. Bu saldırı yüzünden İran'ın tekrar Batı'yla arasının açılması veya yakınlaşma politikasının durması, muhakkak içinin lehinedir.
Bunlar o bölgede faal olan büyük isimler. Elbetteki bu saldırı ve İsrail'in verdiği / vereceği tepki bu isimlerden de öte başta Abraham Accord Deklarasyonu'nu imzalayan ülkeleri ve genel olarak İslam Arap dünyasını ve İsrail'e yönelik politikalarını etkileyecektir. Çünkü bu ülkelerin liderleri İsrail'in tepkisine karşı tavır almadıkları takdirde, kendi sokaklarında kendilerine karşı gelişecek olan tavırla karşı karşıya kalacaklardır.
Hamas Açısından
Bu saldırıyla Hamas'ın vahşetini apayrı bir boyuta taşıdığını görmekteyiz. Bu saldırıda Hamas 2007'den beri öldürdüğü insanların toplam sayısından daha fazla insanı tek bir günde katletti ve bugüne kadar hiç almadığı kadar rehine aldı. 150'den fazla rehin düşen insandan bahsediliyor ve rehinelerin arasında yabancı ülke vatandaşları olması da olayı daha da girift hale sokuyor. Saldırının uygulama şekli, yani karadan, havada ve deniz üzerinden İsrail toprağına sızılması, saldırının arkasında ciddi bir kurmay zekanın olduğunu göstermekte.
Dikkat çeken bir başka husus ise yaşanan vahşetin Hamas tarafından tüm dünyaya servis edilmesi. Bunu yaparak Hamas İsrail'in seçeneklerini baya daraltmış bulunmakta. Çünkü İsrail artık bu vahşete karşı Gazze'ye sadece havadan saldırmakla yetinemeyecek durumda ve çok ciddi bir kara operasyonuyla cevap verme mecburiyetinde. Bu ise Hamas'ın İsrail'i Gazze'ye çekmek için bu vahşeti kasıtlı olarak sergilediğini düşündürüyor.
Özellikle algı açısından Hamas'ın İsrail'e karşı bazı konularda avantajlı olduğunu düşünüyorum. Örneğin Hamas'ın uluslararası hukuka göre hareket etme gibi mecburiyet yok. Onları tüm dünya zaten terörist olarak algılıyor. Diğer yandan Gazze halkının onayına da ihtiyaçları yok. Çünkü demokratik değil mutlak bir yönetimler ve güç onlarda. Çocukların, hamile kadınların ve yaşlıların arkasına sığınarak başka çocukları, hamile kadınları ve yaşları öldüren bir zihniyetin kendi sivillerinin öleceğine veya zulüm çekeceğine çok aldırdıklarını düşünmüyorum. Çünkü onların görüşüne göre ölen her sivil zaten cihadda öldü ölüyor.
Kısa vadede bu saldırısıyla Hamas bir çok konuda başarı sağlamış gibi görünüyor:
- İsrail Filistin çatışmasını canlı tuttu ve çatışmanın hala çözülmediğini tekrar dünya kamuoyuna oturttu.
- i̇srail'in başta Suudi Arabistan olmak üzere diğer İslam / Arap ülkelerine yakınlaşmasını baltaladı ve şimdilik İsrail'in kendi coğrafyasında izolasyondan kurtulmasını engelledi veya bayağı bir erteledi.
- Batı Şeria'daki Filistinlilere güçlü olanın Filistin Ulusal Yönetimi değil, kendisinin olduğunu gösterdi ve belki de oradaki halkın bir kısmını FUY'e karşı kışkırtmayı başardı.
- İsrail'in de yaralanabilir olduğunu, göründüğü kadar güçlü olmadığını gösterdi.
- Ve dünyanın en iyi eğitilmiş kolluk kuvvetlerinden olma iddiasında olan güvenlik güçlerini ve en iyi ve tehlikeli bilinen istihbarat teşkilatlarını (hem Mossad, hem Şin Bet) resmen rezil etti.
- Ve aynı zamanda Netanyahu hükümetinin ne kadar yanlış politika yaptığını, özellikle Filistinlilere karşı uygulanan baskıcılığın nasıl felaketlere yol açabileceğini herkesi istemese de idrak etme mecburiyetinde bıraktı ve dünyaya Netanyahu Hükümeti'nin Filistin sorununa yönelik hiçbir yapıcı girişimde bulunmadığını hatırlattı.
Ama kısa vadede başarı sayılabilecek bütün bu başlıkları bir kenara bırakırsak ben uzun vadede Hamas'ın yine de müthiş bir hata yaptığını düşünüyorum. Nasıl 11 Eylül saldırılarıyla uzun vadede el Kaide'nin nasıl büyük bir hata yaptığını bugün anlayabiliyorsak, gelecekte 7 Ekim ile Hamas'ın nasıl büyük bir hata yaptığını ve bunun sadece kendilerinin yok olmasına değil, bir çok insanın zulüm görmesine ve ölmesine sebep olduğunu konuşacağımızı düşünüyorum.
İsrail Açısından
Yukarıda da yazdığım gibi; Hamas'ın bu saldırısının kısa vadede Netanyahu Hükümetine yaradığını düşünüp bunun bir ters bayrak operasyonu olabileceğini düşünenler bence yanılıyorlar. Ama sen kısa vadede sağladığı başarıları yukarıda belirttim. Netanyahu Hükümeti'nin Gazze'ye saldırmak için kendi halkına ve güvenlik güçlerine karşı bu kadar vahşet içeren bir olaya ihtiyacı yok. Kaldıki bu tür ters bayrak operasyonlarından demokrasilerde er veya geç ortaya çıkma gibi huylar vardır. İsrail gibi kurulduğudan beri varoluş savaşı veren bir devlet böyle bir ters bayrak operasyonu gelecekte ortaya çıkarsa toplum onun faillerini affetmemekle bırakmaz resmen hain ilan eder.
Bence İsrail devletinin şu anda üç önceliği var:
- Kendi vatandaşlarını gelebilecek olan saldırılardan korumak.
- Bu hadisenin daha geniş alana suçlamasın engellemek.
- Hamas'ın elindeki esirlerin serbes kalmalarını sağlamak
İsrailliler devletlerinden bu vahşete karşı kesin bir kararlılık ve büyük bir tepki bekliyor. Onun için ben yukarıda da belirttiğim gibi Gazze'ye yönelik bir kara operasyonu kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
İsrail'in hazırlığı ne zaman biter, operasyon ne zaman başlar bilemiyorum. Ama Hamas'ın saldırıya Musevilerin kutsadığı şabatta yapmış olmaları İsrail'in kara operasyonunu da bir cuma günü başlatabileceğini muhtemel gösteriyor. Hamas zaten Gazze'ye geri çekilmiş ve İsrail güçlerini beklemekte olduğu için baskın bir operasyon yapma ihtimali yok. Onun için İsrail'in bu hareketi bir cuma günü başlatması kendi halkına yönelik verebileceği güçlü birisin yani olabilir.
Gazze coğrafyası göz önünde bulundurulduğu zaman, İsrail'in sahip olduğu askeri üstünlüğün dünyanın en yoğun nüfusuna sahip olan daracık bir alanda neredeyse nötralize edildiğini söylemek mümkün. Gazze'nin ne kadar zor bir alan olduğunu anlamak için günlerdir üzerine bombalar yağmasına rağmen hala oradan İsrail'e roketler atıldığını görmek yeterlidir.
İsrail'in Gazze'ye yaptığı son kara operasyonu 2014 yılındaydı. Operasyon iki hafta sürdü ve İsrail ordusu sadece birkaç kilometre Gazze'ye girmeyi başarabildi. Ve bu operasyonun bilançosu 66 ölü İsrail askeri ve çoğu sivil olmak üzere 2000'den fazla ölü Filistinli oldu.
Operasyon ne kadar uzun sürerse dünya kamuoyunda algı o kadar çok değişir ve herkes iki tarafı da karşılıklı barışa davet etmeye başlar. Bununla beraber kalmayıp olayın daha geniş alana yayılma ihtimali çok daha yüksektir.
İsrail'in içinde bulunduğu durum çok kritik bir durum. Kuzeyde Lübnan'da konumlanan Hizbullah güçleri var. Hizbullah'ın İsrail'e yönelik son ciddi saldırısı 2006'da gerçekleştiğinde Hizbullah'ın elinde olan roket sayısının 15.000 civarında olduğu söyleniyor. Bugün ise bu sayı 150.000 füze olarak adlandırılıyor. Ve bu füzeler Gazze'den İsrail'e atılan kısa menzilli roketler gibi değil İsrail'in her yerine ulaşabilecek menzile sahip füzeler. Dolayısıyla İsrail kara harekatı başlattığında Hizbullah da kuzeyden saldırıya başlarsa İsrail iki cephede birden savaş mecburiyetinde kalabilir. Şayet buna bir de Batı Şeria'da muhtemel bir ayaklanma eklenirse üç cephe söz konusu olur.
Böyle bir durumda İran ne kadar kenarda kalır, Hizbullah üzerinden dolaylı mı olaya karışır yoksa doğrudan İsrail'e mi saldırır? Bunlar galiba şu an herkezin canını sıkan sorular. Çünkü başta bölgedeki diğer ülkeler olmak üzere kimsenin olayın bu boyuta gelmesini isteyebileceğini düşünmüyorum. Şayet İran doğrudan taraf olursa bunun bir adım sonrası ŞİÖ ve karşısında NATO'nun olaya müdahale etme ihtimalidir. ABD'nin olay duyulur duyulmaz çok sert bir demeçle İsrail'den taraf tutması ve donanmasını bölgeye göndermesi bu kapsamda uygulanan caydırıcı bir adım olarak değerlendirilmelidir.
Başka bir ihtimal ise, Hizbullahın sahip olduğu askeri güce rağmen büyük kayıp vermeyi göze almayıp şimdi de yaptığı gibi bir kaç kışkırtıcı ufak saldırılardan öteye gitmemesi olabilir. İran'ın İsrail'in ileride nükleer programına karşı yapabileceği bir saldırıya karşı Hizbullahın zayıflamasını istemediği için geride tutması da ihtimallerden biridir. Bu durumlarda İsrail'in ise Hizbullah'a eş orantıda cevap vereceğini veya en fazla geçmişte olduğu gibi İran'ın Suriye'de olan bir kaç üstüne (muhtemelen personele de zarar vermeden) saldıracağını düşünüyorum. Bu aslında tamamen kendi halkına yönelik bir güç gösterisinden ibaret olacaktır.
Çıkarılması Gereken Dersler
Bence bu olaydan sadece İsrail açısından değil, herkesin tarafından çıkarılması gereken önemli dersler var.
Evvela müthiş bir istihbarat hatası söz konusu.
Yani ya gereken bilgiler toplanılmadı, ya da toplanılan bilgiler yetkililer tarafından yanlış varsayımlarla veya yanlış metodlarla analiz edildi.
İsrail'de 14 senedir işine geldiğinde aşırıya kaçmaktan da çekinmeyen sağ popülist bir anlayış iktidarda. Bu anlayışın mevcut iktidarını korumak için toplumu kutuplaştırmaktan bile çekinmediğini, verdiği kararları öncelikle devleti ve milleti açısından değil, iktidar hırsı ile verdiğini dışarıdan baktığımızda görebiliyoruz.
Bu tür bir anlayışın bir ülkeyi nasıl felaketlere sürükleyebileceğinin en bariz göstergesidir 7 Ekim tarihi. Çünkü bu zihniyetin ortak özelliği ise yönetiminde liyakatı değil taraftarlığı önemsemesidir. Hal böyleyken devletin her kademesinin zayıf kalması kaçınılamaz. Bundan sadece devletin sivil kurumları değil, güvenlik ve istihbarat birimleri bile zarar alır.
Her ne kadar bu olaydan daha düne kadar yargılanma tehlikesiyle karşı karşıya olan Netanyahu toplumu arkasında birleştirmiş ve dolayısıyla güçlenmiş görünse de, bu savaş geçtikten sonra İsrail toplumunun oturup durumu değerlendirceğini düşünüyorum. Böyle bir olay yaşanmadan önce bile toplumun yarısını kendisine karşı almış bir iktidar ve bir yöneticinin böyle bir değerlendirmeden karlı çıkamayacağı kanaatindeyim.
Olayın siyasal yanı haricinde bir de toplumsal boyutu var.
Cumartesi gününden beri her musevinin yaşanan şokun etkisiyle „Shoah'dan beri bir günde hiç bu kadar Musevi birden katledilmemişti" diye tekrarladığını görüyorum.
Bu travmayı atlatmaları için bu noktaya nasıl gelinebildiğini idrak etmeleri gerekecektir.
Umarım bununla beraber devlet olarak şimdiye kadar uyguladıkları metodlarla bir çözüme varılamayacağını, bu metodlarda ısrar etmeye devam ettiklerinde her iki taraftada canı yanan masum insanlar olacağını idrak eder, kendilerine duymak istediklerini değil, gerçekleri söyleyen ve gerçek sorunlara gerçek çözüm arayan yöneticiler seçerler. Mevcut yönetim anlayışı ile bunu başaramayacaklarını en geç bundan sonra anlamaları gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye Açısından
Türkiye açısından olay benim için gayet nettir;
Türkiye mutlaka ama mutlaka bizim olmayan bu çatışmadan uzak durmalıdır.
Bunun için hükümetin hafta sonundan beri çizdiği çizgiyi doğru buluyorum. Bu çizginin ötesinde arzuladığım tek şey ise, Hamas'ı artık resmen terörist olarak kabul etmemizdir.
Bunun yarın öbür gün kendimizi korumamız açısından gerekli olduğu kanaatindeyim.
Açık ve net söyleyeyim;
Filistinli'ler topraklarını satmıştır veya satmamıştır (benim öğrendiğim tarihe göre satmışlar) benim için mese bu değil.
Mesele asıl Türk'ü satmış olmalarıdır.
Bağımsız olmak için Türk'ü İngilizlere satmış olmakla kalmamışlar, cumartesi günü gördüğümüz vahşeti benim askerime karşı uygulamışlardır.
Onun için benim gözümde ‚Masum bir Filistin Davası' yoktur!
Birilerinin Filistinlilerin masum davası diye adlandırdıkları dava Türk'ün kanı, Türk'ün canı üzerine kurulmuştur ve asla masum olamaz.
Masum Filistinli çocuk vardır.
Diğer yandan masum Israilli çocuk da vardır.
Ama Filistin'in Masum davası asla yoktur.
Bağımsız olmak için Türk'ü İngiliz'e satanlar, İngiliz orada İsrail devletini kurunca benden bir şey bekleme hakkı yoktur. Bugün din kardeşliğinden dem vuran herkes, 1917'de Filistinlilerin İngilizle mi Türk'le mi aynı dine inandığını sorgulamalıdır.
Umarım hükümet bu çizgisini bozmaz ve birilerinin Stratejik Derinlikle bizi Suriye'de sürüklediği en derin bataklık gibi yeni bir bataklığa sürüklenmeyiz.
Mehmetçik şuraya, Mehmetçik buraya diye çığırtkanlık yapmayı Müslümanlık ve milliyetçilik sananlar ise Mehmetçik'in kimsenin kapı kulu olmadığını artık anlasınlar.
"Türk çocuklarının artık Arap çöllerin de dökecek tek bir damla kanı yoktur!"
Gazi Mustafa Kemal Atatürk