Uzun bir tefekkür ve iç geçirmenin ardından ben de tahtapod âlemine yazmaya karar verdim.
Öncelikle "Selâm, Selâm, Merhaba!.."
Zaman zaman çok farklı başlıklar altında yazıp içimi dökmek isterken her defasında farklı bir neden veyahut muadili bir yazı neticesinde vazgeçtim. Artık kendi adıma birtakım dertleri dile getirmeyi uygun buluyorum. Bu vesileyle girişte birçoklarının da içini titreten selamlamanın sahibi rahmetli Ozan Arif'i konu edineceğim affınıza sığınarak...
Yıllar önce, hatta ben dünyada yokken babamın bir kasete kaydettiği Ozan Arif konseri ile başladı her şey. Henüz çocuk olmama rağmen şiire olan ilgim ve rahmetlinin tartışmasız, şiire olan kabiliyeti sayesinde henüz ortaokula geçmeden hayranı olmuş, destanları ezberlemeye başlamıştım. Hitabetindeki incelik ve sözlerindeki samimiyet beni kucaklıyor, anlattığı meseleleri sadrıma işliyordu. Bir destanında "Eğer böyle olacaksak Allah bizi kahretsin!" nidasındaki vakar, Ülkücülük hissiyatını bütün samimiyetiyle yüreğime işliyordu. Dinledikçe bir çelik gibi şekle giriyor ve sağlamlaşıyordum. Çocukken tombul yüzle Ozan dayısını dinleyen ben, büyüyünce Bozkurt olarak kulak kesiliyordum. Her yaşa, her kişiye yer vardı onun hitabında. Asrın Dede Korkut'u denmesinden murat da buydu bana göre. Yaşadığı dönemi doğru analiz edip, doğru süzgeçten geçirerek, korku ve endişe gütmeden toplumun her kesimine sunuyordu. Muktedirlere baş eğmeden, ozanlık geleneğinden milim sapmadan destanlar yazıyordu. O, Ülkücü Hareketin Başbuğdan devraldığı emaneti, onuncu ışığı ve benim tabirimle pusulasıydı. Doğrudan hiç sapmadı çünkü. Hasılı kelam Ülkücülüğümü ve öğrendiğim bir çok şeyi rahmetli Ozan Arif'e borçluyum. Allah gani gani rahmet eylesin. Bunca yazıyı yazmaktaki derdim ona olan vefa borcumu bir nebze ödeyebilmek, vefatından sonra kanayan yüreğimin feryadını Ülküdaşlarımla bir nebze paylaşmaktır.
Her tespit yazısında çeşitli sorunlar dile getiriliyor, nihayetinde kurtuluş reçeteleri öneriliyor. Ama sorunun tespitinden ziyade bizlerin analizi daha önemli bana göre. Kral çıplak, tamam onu anladık da, biz tebaa olarak ne haldeyiz. Bizi yine en iyi rahmetli anlatmıştı; "Altınız altın da biraz düşük ayarız..." İşte bu analizi yapabildiği için yeri asla dolmayacak Ozan Arif'in.
Peki bugün ayarımız ne halde, bizi sarrafa götürsek altın mı der bakır mı? Karpuz gibi ortadan "en az ikiye" ayrılmışken ortak paydamız kalmış mıdır?
Kutsalımız kabul ettiğimiz herşey ayaklar altına alınmışken, cerahat ve irin kılcal damarlara kadar sirayet etmişken, suç belli, suçlu belliyken, birbirimize bakacak, el sıkışıp kafa tokuşturacak yüz bıraktık mı? Ülküdaşlık hukukundan ne kaldı geriye?
Bu hukuku birçoğumuzun arasında pekiştirip bizlere "Ölmez bu hareket ölmez bu dava." inancını aşılayan Ozan Arif'in tedrisatından geçip sonra hatırasına hakaret etmek midir Ülkücülük?
Ve yıllarca var oldukları herşeyi Ülkücü harekete borçlu olan sanatçılar(!)...
En çok kırgınlığım da onlara; Ozan Arif'in öncülük ettiği yoldan gidip, açtığı kapıdan girip, kimlik kazananlar...
O yaşarken Er Meydanında peşrev çekip, vefatından sonra şer meydanında cazgırlık edenler...
Hareketin delisiyim deyip, hareketsiz, suyun durulmasını bekleyen akıllılar(!)...
Boynunda tasma izi taşıyan kurtlar(!)...
Siyaha beyaz, zalime pekâlâ diyenler delikanlılar (!)...
Ölürüm, deyip ahde vefasızlık gösteren, tavizsiz civanmertler(!)...
Oysa samimiyetlerinden gram şüphe duymaz, kurdukları cümlelerle coşa gelirdim...
Ne bileyim, hesapsız olan, karşılıksız seven sadece bizlermişiz...
Her hesabın bir tersi, her zulmün bir süresi başka bir şekilde varmış...
"Söylenecek söz menem" derken kastedilen bambaşka bir şeymiş...
Kabuğu kırılmak, sohbeti bilmemek, sözden anlamamak bizim anladığımız gibi değilmiş...
Ozan Arif adını kullanarak selam göndermenin rahmetliyle hiçbir alakası yokmuş(!)...
Bütün bunların ve koskoca bir külliyatın bize öğrettiği, anlattığı ne kadar erdem ve güzellik varsa aslında tamamı bir çöp poşetine koyulup atılabilecek, üstüne sünger çekilebilecek şeylermiş(!)...
Hasılı "Sonradan düve çıktı ne tosunlar gördüm ben." cümlesi tam olarak onları anlatıyor.
Madem inanmıyordunuz neden bu yola girdiniz beyler? Bu tiyatro becerinizle aynı şekilde bir yerlere zaten ulaşırdınız. Hatta daha fazlasına da sahip olabilirdiniz...
Eğer inanarak söylediyseniz bunca lafı, neden ardında durmuyorsunuz?
Tarifinizle tavrınız birbirinin tam zıddı...
Korku mu sizi bu hâle getirdi yoksa ikbal derdine mi düştünüz?
İkbal ise derdiniz, yanaştığınız güruh size itibar etmez, edenler de üçüncü günün şafağında adınızı unutur...
Bizde olan itibarınızı da kendiniz bitirdiniz, un ufak ettiniz. Geriye bir tek korku kalıyor, onun utancı da size yeter...
Yazıyı okuyanların da aynı soruları sorduğunu tahmin edebiliyorum. Attığım başlık sagu dese de ne o saguyu yazabilecek yeteneğim, ne takatim, ne de haddim var...
Başlarken o'nun cümleleri ile başlamıştım, bitirirken de o'nun "Dinleyenler değil söyletenler utansın." sözlerinden ilham alarak diyorum ki, okuyanlar değil, yazdıranlar utansın. Allah'a emanet olunuz...