Ne yazık ki, kelimeleri ezberden öğrenen, deneyimleri kafalarına yerleştiren, sonrasında da mizaçlarına göre kendilerini safça inanmaya ya da eleştirmenliğe kaptıran çok insan var.
Jung
Memleketin 2011 yılından bu yana kesif bir sığınmacı akınına maruz kaldığı aşağı yukarı hepimizin yaşayarak müşahede ettiği bir fenomen. Benim de üniversite yıllarıma gelen bu dönemde, gördüklerimize binaen yaptığımız uyarılar, Siyasal İslamcı mahfillerde onlar "mazlum" serzenişiyle mukabele edilirdi. Ensar ve Muhacir vakıasıyla kurulan analoji, onları "hicrete" zorlayan sebepler ve mümin saflıklarına atfen, ilk dönem Müslümanları örneği ile türettikleri sihirli rıza ilişkisi…
Aynı zamanda "mazlum müminleri" dış müdahaleler karşısında otokratlığa kayan bir güç kullanımıyla adeta göç etmeye sevk eden Beşşar Esad, "Ebu Cehilleştirilerek" uygulanan revizyonist dış politikanın içerideki arkaik-dini motivasyonu sağlıyordu. Yine, Esad'ın bu otokrat tavrını her seferinde eleştirse de aynı menzile başka yoldan yürüyen Erdoğan'ın şahsı hem Ortadoğu'ya hem de iç siyaset damarlarına mesiyanik semboller ile huruç ediyordu.
Aynı zamanda sığınmacıların, mevcut iktidarın düşünsel mahfillerinde ayrı bir toplum mühendisliği tasarısına hizmet etme potansiyeli bakımından kıymetli bir aparat olduğunu düşünmek çok da paranoyakça olmasa gerekir. Neticede dönemin başbakanın "dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz" derken bir toplumsal mühendislik projesini ifşa ediyordu. Eğitim ve birçok alana yapılan düzenlemelerin aslında bu niyetlerden menkul olduğu zaten bilinen bir husus. Ancak gelinen noktada diyanetin "deizm karşıtı" broşürlerinden de anlaşılacağı üzere iktidarın baltayı taşa vurduğu ve yaşanan sükût-u hayalin sığınmacı varlığının taktiksel ehemmiyetini ikrar eder nitelikteydi.
Aslında "sığınmacıperverliğin" hem sol hem de İslamcı mahfillerde farklı metotlarla da olsa benzer menzilde terennüm ettiğini görmek mümkündür. Sığınmacıların gün geçtikçe memleketin "gettolarında" büyüyen gövdesi proleterleşme ihtimalini arttırıyordu. Bu da solun 1980 sonrası işçi kesimi ile kurmadığı klientalist bağı, zinde kuvvetlerle yeniden ihya edilebilmesine dair bir iştahı uyarıyordu. Bu bağlamda sığınmacılar, toplumsal ve siyasal mühendislik bağlamında çeşitli cereyanlar tarafından istismar edilebilecek bir ethosu ihtiva ediyordu.
Bakılması gereken bir diğer nokta ise, Türk'ün varlığının İslamcı ve solcuların nezdinde ve hayalindeki enternasyonalist ve kültürler üstü (ulus-aşkın) tahayyülünü iğfal etmesidir. Bu bağlamda Türk'e ve ulus devlete duyulan bu aşkın nefret, hem mahut ideolojilerin tarihsel mağlubiyetlerine duydukları bir hınçla hem de Türklük ve ulus devlet paradigmasının kendilerinin – ideolojilerinin-kemâlâtına mâni olan bir baba figürü olarak kahredilir. Saniyen, Türk'e duyulan hınç ile sığınmacı duyarlılığı arasında "freudyen" bir kompleks olduğu ortadır. Yani her iki taraftan da paylaşılan bu nevroz "baba" figürü ile – ulus devlet- kurdukları zayıf ve travmatik ilişkiden kaynaklanmaktadır.
Diğer yandan, sığınmacılar üzerine haber yapan insanların hakkında tahkikat yapılması, bu hususta rahatsızlığı olan insanlara verilen gözdağından çok tarihsel bir sürekliliğe işaret etmektedir. Devlet olan ve devleti Dârü'l-harb derekesine indirerek yeniden "İslam" ile şereflendiren Siyasal İslamcıların, devletlu bir haşyet saçması tek parti idaresi ile kurulan meşum bir analojinin kapısını açar. Her şeyi bilen ve her yerde gözü olan "kerim devletin" asi çocuklarının kulağını çekmesi ve "büyüklerimizin bir bildiği vardır" kerameti ile malûl geleneksel sağ-muhafazakâr siyasa… Aynı zamanda İslamcılığın söylemsel bazda sağın diskurunu hevesle sahiplenmesi Cihan Tuğal'ın Pasif Devrim tezine bir selam çakması.