By Kutlu Altay Kocaova on Salı, 27 Temmuz 2021
Category: Siyaset

TIHMIS KAPI (BORALTAN) KATLİÂMI

"Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim?
Günah mı Türklüğe gönül verdiğim?
Rusların açtığı yaradan derin,
Anayurtta öz kardaştan gördüğüm.
Seslenseydim, ses çıkardı her taştan,
Ne beklersin sağırlaşan bir baştan."

Âzerbaycanlı şâir Almas İldırım'ın ünlü "Dönek Kardaş" şi'rinin bir bölümü... İldirim, bu şi'rini Boraltan olarak bilinen katliâm üzerine yazmış ve anlaşılacağı gibi dönemin cumhûrbaşkanı İsmet İnönü'yü hedef almıştır.

Özellikle Türkçü Tûrancı câmiâda âdetâ efsâneleşen ve İsmet İnönü devrine dâir 1944 yılında Türkçülere yapılan işkencelerle birlikte en bilinen bir olay hâline gelmiştir. Bununla birlikte uzun süre olaya dâir kanıt olarak görülen kayıt, 18 Temmûz 1951 târihli TBMM oturumunda konuya dâir verilen soru önergesi üzerine Adâlet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu'nun yanıtından ibâretti. Gerçi ilgili yanıtta, Nasuhioğlu, bu konuda alınan Bakanlar Kurulu karârının târih ve sayısını belirtmişti, isteyen oradan bulabilirdi. Ama maâlesef, uzun yıllar bu yapılmadı. Sâdece Ulvi Keser, "Arşiv Belgeleri Işığında İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Türkiye'de Mülteciler ve Esirler Sorunu"1 adlı makâlesinde bu belgeye yer vermiş ama belgeyi paylaşmamıştır.

Rusya'da yaşanan Sovyet devriminin hemen ardından çeşitli meslek ve rütbelerden çok sayıda Türk, bilindiği üzere Türkiye'ye göç etmiştir. Bu kişilerin varlığı da, zamân zamân Türkiye ile SSCB arasında sorunlara yol açmış ve Ruslar, Atatürk devrinde bile bu yüzden Türkiye'yi tehdîd etmekten çekinmemiştir. İkinci Dünyâ Savaşı'nın başlamasından sonra Almanya, Barbarossa adını verdiği harekât ile Rusya'nın önemli bir kesimini işgâl etmişti. Bu da birçok Sovyet karşıtı Türk'ün Almanlara sempati ile bakmasına, bâzılarının da Türkiye'ye göç etmesine neden olmuştur.

Bu esnâda gelenlerin büyük çoğunluğunun Türk olduğunu tahmîn etmek zor olmasa gerektir. Çünkü Rus, Gürcü, Ermenî gibi Hristiyan milletlerden gelen mültecîlerin pek kabûl edilmediği, cumhûriyet târihi boyunca gördüğümüz bir durumdur. Öyle ki, 1922 yılında Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti'nde yaşayan Hristiyan Türkler, Türkiye'ye göç etmek istemiş, ancak bunun için Türk pasaportu almaları, vize verilmesi ve bunlar için de Türkiye'de Bakanlar Kurulu karârı çıkartılması gerektiği belirtilmiştir2. Yâni Türkiye, soydaş da olsa Hristiyan oldukları için şüpheyle yaklaşmış ve almamak için elinden geleni yapmıştır. Dolayısıyla Türkiye'nin Sovyet vatandaşları içinde Müslümân Türk olmayan bir grubu mültecî olarak kabûl etme ihtimâli düşüktür. Kaldı ki, 1951 yılındaki soru önergesine yanıt veren Adâlet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu da Enver Anaran ve Kadri Başaran adlı eski Kızılordu subaylarının da isimlerini vermektedir ki, bu da gönderilenlerin çoğunun Türk olduğuna dâir bir göstergedir.

Türkiye Cumhûriyeti, 21 Mayıs 1945 gün ve 3/2563 sayılı Bakanlar Kurulu karârı ile 241'i Yozgat, ikisi de İstanbul'da tutulan Sovyet vatandaşlarını SSCB'ye iâde etmeye karâr vermiştir. Bu karârı yürütmekle görevlendirilen Dâhiliye Vekâleti'nin 1 Ağustos 1945 târihli yazısında Rusya'ya dönmek istemedikleri, Sovyet elçiliği görevlilerinin de sık sık Yozgat'taki kampa gelip baskı kurmaya çalıştıkları belirtilmektedir. Ayrıca mültecîler, dönmek istemediklerini, giderlerse öldürüleceklerini, gerekirse kaçmak ve intihâr etmek gibi şeyleri yapacaklarını da kamp komutanlığına bildirdikleri belirtilmektedir3.

Bu yazıdan beş gün sonra, yâni 6 Ağustos 1945 târihinde gönderilecek 243 kişiden 195 kişinin ilk grup olarak Kars'ın Tıhmıs kapısından gönderildiğini, yine 1951 yılında Adâlet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu'nun yanıtından öğreniyoruz. Ancak geri kalan 48 kişinin ise gönderilmemesi, burada bir soru işâreti yaratabilir. Onu da yine Nasuhioğlu'nun yanıtından öğreniyoruz. SSCB, kendisine sığınan biri subay, ikisi er, toplam üç Türkiye vatandaşını "bulunamadıkları" gerekçesiyle Türkiye'ye iâde etmemiş. Bunun üzerine Türkiye de "mütekâbiliyet" esâsına dayanarak, kalan 48 kişiyi iâde etmeyeceğini bildirmiş.

İsmet İnönü Vakfı olsun, İnönü'yü aklama düşüncesinde olan bâzı yazarlar olsun, genelde Sovyet tehdîdinden ötürü Türkiye'nin seçeneği olmadığını söylerler. Ancak kalan 48 kişiyi teslîm etmeme karârı alırken, aynı tehdîd söz konusu değil miydi? Yâni tehdîd sıralaması beş günde mi değişti? Ayrıca 243 kişiye karşı üç kişiyle mütekâbiliyet olabilir mi?

Dolayısıyla 21 Mayıs 1945 târihli Bakanlar Kurulu karârı, bu karârı yürütmekle yükümlü 1 Ağustos 1945 târihli Dâhiliye Vekâleti yazısı ile 243 kişi hakkında SSCB'ye iâde karârı verildiğini görüyoruz. Konuyla ilgili verilen soru önergesine, 18 Temmûz 1951 târihli TBMM oturumunda Adâlet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu tarafından verilen yanıtla da 195 kişinin teslîm edildiğini biliyoruz.

Elbette ilgili belgelerde iki kişinin dışında bir isim bulunmamakta ya da bir milliyet belirtilmemektedir. Ama yukarıda dediğim gibi var olan duruma bakılırsa, hepsinin Müslümân Türk olduğunu düşünmek doğru olacaktır. Ayrıca bu belgelerde gönderilenlerin öldürüldüğüne dâir bir bilgi de yer almadığı söylenmektedir. Farklı düşünen herkesi yok etmesiyle bilinen, milyonlarca kişiyi katleden, Stalin'in en güçlü olduğu dönemde bu kişilere dokunmayacağını düşünmek mantıklı mıdır? Böyle bir durum, söz konusu olabilir mi? Yoksa, Stalin, bildiğimiz gibi bir canavar değil de, barış meleği mi?

Gelelim, isimlendirme konusuna... En baştan söylemek gerekir ki, Boraltan adı, yanlış bir adlandırmadır. Muhtemelen, Iğdır'ın Aralık ilçesinde yer alan ve Türkiye-İrân sınır kapısının olduğu Boralan Sınır Kapısından dolayı "galât-ı meşhûr" olarak yayılmış ve kabûl edilmiştir. Ancak ısrarla belirtmek gerekir ki, yanlıştır. Bununla birlikte 1951 yılında Adâlet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu, Tıhmıs kapısından iâde edildiklerini söylemektedir. Tıhmıs kapı, günümüzde Kars Akyaka Sınır Kapısı adını taşımaktadır. Bu noktada Akyaka Sınır Kapısının da yan yana iki köprüden oluşması da, ilginçtir. Zîrâ bilindiği üzere, Boraltan adlandırması da "Boraltan Köprüsü" şeklindedir. Ne olursa olsun, Boraltan adlı bir yerin olmamasının bir önemi yoktur.

Ayrıca bu olayın olmadığını iddiâ edenler, ilk kez Kadir Mısıroğlu'nun yazdığını iddiâ etmektedirler. 1960'lardan sonra yazıldığını söylemektedirler. En başta paylaştığım Âzerbaycanlı şâir Almas İldırım, 1952 yılında ölmüştür.

Maâlesef, gazeteci Yavuz Selim Demirağ, bu katliâmın olmadığını, bu konuda hiçbir belgenin olmadığını iddiâ edebilmiştir. Kendisine sosyal medya üzerinden ilgili belgeleri göndermeme rağmen yanıt vermemiş ve geri adım atmamıştır. Oysa, bir katliâmın üzerini örtmekle tanık olunan bir cinâyetin kanıtlarını yok etmek arasında fark yoktur. Kendisi kabûl etse de, etmese de, maâlesef, 6 Ağustos 1945 târihli bu katliâm, târihimizde bir kara leke olarak durmaktadır. Bunu yok saymanın, çöpü halının altına süpürmenin kimseye faydası yoktur. Siyâsî amaçlarla târih yazılamaz. Târihin bütün gerçeklerini onca acılığına rağmen kabûl etmek ve tekrarlanmasını engellemek zorundayız.

28 Temmûz 2021


KUTLU ALTAY KOCAOVA

1Keser, Ulvi, "Arşiv Belgeleri Işığında İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Türkiye'de Mülteciler ve Esirler Sorunu", Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, c.8, s.18, ss.198-199, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir

2CCA, 30-10-0-0 / MGM, 250-689-2, 12.02.1922

3CCA, 30-10-0-0 / MGM, 117-815-20, 30.07.1945

Related Posts

Leave Comments