Kaç gündür İYİ PARTİ Genel Başkan yardımcısı Yavuz Ağıralioğlu'nun S400 üzerine yaptığı meclis konuşması üzerinden bir linç girişimi olduğunu görüyoruz.
Bu linç etme çabası; parti içi dengelerin yaklaşan İYİ PARTİ büyük kurultayı sürecindeki rekabet yarışına binaen olacağı gibi "Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığı"na sorgusuz sualsiz peşin bağımlılığın neden olduğu doğal bir refleks hali olarak da görmek mümkün.
Yavuz Ağıralioğlu'nun yaptığı konuşmayı tekrar tekrar izledim. Malum konuşma; Türkiye'nin içinden geçmekte olduğu süreç ile iç ve dış siyasi konjonktüre uygun mükemmel bir konuşma.
O konuşmada özelikle eleştiriye neden olan husus; Recep Tayyip Erdoğan'nın liderliğine yapılan atıf ve S400 füze alımının arkasında durulması gerekliliğine yapılan vurgudur.
Değerli dostlar,
Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) eş başkanı, AKP ve onun Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın; BOP projesi ve bu projedeki eş başkanlık görevi gereği ülkemizi içine sürüklemiş olduğu Suriye bataklığındaki büyük kusurunun başımıza açmış olduğu bela ve musibetlerle; bu bela ve musibetlerin üstesinden gelmek için ülkemiz olarak S400 gibi alternatif ek güvenlik tedbirleri almaya matuf girişimleri ayrı ayrı değerlendirmek gerekir.
ABD bilerek ve isteyerek ilk önce tabiri caizse "Cemaati" dizayn edip, kafaya aldı sonra da AKP'yi kurdurarak siyasi gücü de temin ettikten sonra Recep Tayyip Erdoğan'ın eş başkanlığında BOP projesini devreye sokmuştur. Bu projenin icrasına engel olarak görülen, isimleri öne çıkmış ulusalcı, Türk milliyetçisi ne kadar askeri sivil unsur varsa Ergenekon ve Balyoz kumpasları ile hapislere atılarak; bunların şahsında milliyetçi, ulusalcı; cumhuriyet değer ve kazanımlarını savunan, sadakatle bağlı herkese göz dağı verilmek istendi.
Ancak, uzatmadan keseyim; gün geldi "Baş imam kim olacak" sorusu gündeme gelince o günlerin Cemaati ve bugünün fetö'sü ile AKP arasında bütün bağlar koptu. ABD bu noktadan sonra Recep Tayyip Erdoğan'ı BOP eş başkanı olarak görmekten vaz geçip karşısına alarak, kendince yeni bir Ortadoğu projesi uygulamaya koydu.
ABD, 15 Temmuz ihanet sürecinde istediğini elde edemeyince argümanları Erdoğan'ın şahsında Türkiye düşmanlığı üzerine geliştirdi. Buna binaen neler yaptı; iki müttefik ülke olduğumuz halde, talep etmemize rağmen Petroit füzelerini vermediler. F35 ortak savaş uçağı projemizin istikrarlı şekilde işlerliğini sürdürülmesine yönelik beklentilerimizi ipe un sererek sekteye uğrattılar. Peşin olarak parasını dahi ödediklerimizi bile teslim etmediler. Kırk yıldır sıcak bir şekilde PKK'ya karşı sürdürdüğümüz mücadelemizde yanımızda olmaları gerekirken, tam aksine Güney sınırımızda, Suriye'nin kuzeyinde bu katil örgütün devlet haline dönüşmesi için PYD'yi inşa edip, sonra bunlara yirmi bin tır dolusu silah yardımı yaptı.
Recep Tayyip Erdoğan da fark etti ki; ABD kendisini eş başkanlıktan düşürüp, artık düşmanı olmuştu. Belki de tam bu noktada Devlet Bahçeli ile diyaloğa geçerek kendisinden yardım istedi. Ancak gerek Recep Tayyip Erdoğan gerekse Devlet Bahçeli bu konjonktürü sistem değişikliği de dahil olmak üzere iç siyaset için kullanarak; dış güvenlik sorunumuza bir de iç siyasi çalkantıları ekleyerek ülkemizin problemlerini içinden çıkılmaz hale getirdiler.
İşte bu noktada ABD'nin güven vermeyen kalleş tutumu karşısında ülkemizin güvenlik riskini ortadan kaldırmaya yönelik arayışlar sırasında S400 füzelerinin alımı akla gelmiş ve gereği de yapılmıştır.
Dolaysıyla S400 meselesini Recep Tayyip Erdoğan üzerinden okuyup değerlendirmek sığ bir düşünce olup, eleştirmek de akıl karı değildir.
Bilmemiz gereken şu; evet, Recep Tayyip Erdoğan'nın şahsında AKP kurulduğu günden itibaren ülkemizin başına o kadar belalar açtılar ki; özellikle monşerler diyerek aşağıladıkları dış misyon şeflerimizin yerine çapsız insanları ikame ederek tüm uluslararası ilişkilerimizi içinden çıkılmaz hale getirdiler. 17/25 Aralık sürecine kadar ABD'nin ne yapmak istediğini, muhalefetin bütün uyarılarına rağmen dikkate almadılar. Dostlarımız azaldı, düşmanlarımız arttı. Çıkan problemi iç siyasette kullanmak adına adeta bilerek ve isteyerek bazı ülkelerin düşmanlığını kazanmayı göze bile aldılar.
Sayın Yavuz Ağıralioğlu'nun yaptığı konuşma; Recep Tayyip Erdoğan ve AKP'nin müsebbibi oldukları ülke güvenliği riskini azaltmaya matuf düşünülmüş olan S400 seçeneğinin yerinde olduğudur. Recep Tayyip Erdoğan'nın ne düşündüğünden, ülkemizin Cumhurbaşkanı olup olmamasından ziyade; ülkemizin böyle bir güvenlik alternatifine ihtiyacı olduğuna dair bizatihi kendi veya İYİ PARTİ'nin tespitleri üzerine yapılmış bir konuşmadır. Yine aynı konuşmadan şunu çıkarmak mümkün o da; eğer tüm ülke olarak S400 projesi arkasında yeterince durmazsak, Recep Tayyip Erdoğan'a yaptırılacak hatalar ile ülkemize ve milletimize büyük bedeller ödettirileceği ihtimalidir. Varsın burnu sürtsün deme lüksüne sahip değiliz.
Dolayısıyla, Erdoğan'ın iradesine teslim olup, arkasından giden yok. Bizim veya Yavuz Ağıralioğlu'nun peşinden gittiği; bu ülkenin güvenlik nedeniyle ihtiyaç duyduğu S400 gerçeğidir.
Bursa Belediye Başkanının hadsizliği
Eğer, Bursa Büyük şehir Belediye Başkanı bugün kalkıp, Türk milletinin zaferlerini simgeleyen "30 Ağustos Zafer Bayramı" için tüm milleti ilgilendirmeyen bir gün olduğunu söylemeye cür'et etmişse; elbette "Gizlediği kimliği ve niyeti" üzerinden mesaj vermek istediği aşikar ama bizler de aptal değiliz ki; bu cür'etinden bir mana çıkarmayalım.
Türk milletinin merhametine sığınarak ülkemize göç eden dört milyon Suriyeli; eğer tedbir almazsak gün geldiğinde ilk fırsatta Türk Devletinden ne gibi taleplerinin olacağını kestirmek hiç de zor değil. İşte zihinlerimizde böyle bir çıkarımın oluşmasını sağlayan Bursa Belediye başkanının 30 Ağustos zafer Bayramı'na ilişkin yaptığı yorumdur.
Bu kadar yoğun şekilde toplu göçü kontrolsüz kabul etmek; riski hesaplanamamış bir yönetim zafiyetidir. Ülkemizin demografik yapısının bozulması ve milli kimliğimizin heterojen bir yapıya dönüşmesinin uzun vadede ne gibi taleplere zemin oluşturacağını hesaplamanın belki MHP'nin birinci derecede ilgi alanına girmesini beklerdik ama onlar bu hususları dile getirmekten ziyade özgür düşünceli demokrat ülkücüleri tehdit ederek, kafalarını gözlerini dağıtmakla meşguller.
Bu Suriyeliler meselesinde ne demek istediğimizi muktedirlere yani Cumhur ittifakına doğrudan anlatabilmemiz için Allah korusun herhangi bir Suriyelinin muktedirin bir çocuğuna veya yüksek menfaatlerine dokunmasını mı beklememiz gerekiyor. Öyle ya; Ağustos 2004 tarihli milli güvenlik kurulu kararı ile o zaman ki adı "Cemaat" olan yapının ortadan kaldırılması devleti yönetenlere tavsiye edilmişti; ta ki 17/25 Aralık'da kendilerine dokunuluncaya kadar; umurlarında bile olmadı.
Sonra ne oldu; cemaat 17/25 Aralık'da muktedirlerin kapısına dayanınca "Aaa.. bize de mi; aşk olsun" diyerek tepki gösterip, o günü de miladi kabul ettiler. Hukuki değil, vicdani değil, siyasi bir milad idi. Milletin nezdinde oylanarak meşrulaştırılmış bir milad değil. Onun için ileri ki yıllarda söz konusu mevzuda gerçek "Meşru milad"ın hangi tarihle başladığı tartışılacaktır diye düşünüyorum.
Demem o ki; zamanında, o zaman "Cemaat" şimdi ''Fetö'' denen yapıya dair uyarıda bulunanları bırakalım takdir etmelerini; onlara karşı savcılık yaptılar, Ergenekon ve Balyoz kumpasları ile cezalandırılmalarını uygun gördüler ama "Cemaat"in "Fetö"ye evrilmesinin önünü de açmış oldular.
Aynı uyarıları Suriyeliler için yaptığımızda; ırkçılıkla suçlanıyoruz. Türk milletinin gen yapısında ırkçılık diye bir şey yoktur. Rahmetli Prof. Dr. Turan Yazgan hocamız o kadar ırkçı olmadığımıza dikkat çekmek ve aşırı hoşgörümüze vurgu yapmak için bir konuşmasında; "Keşke genlerimizde biraz ırkçılık olsaydı ama yok işte" demişti.
Bir ülkede demografik yapının bozulması gibi bir riskin hangi sosyal patlamalara neden olacağını kestirmek çok zor ama her daim küresel güçlerin kullanımı için potansiyel yumuşak karnımız olacağı aşikar ki; hele bu göç Ortadoğu'dan olmuşsa. Bu göçün hesabını çok iyi yapan batılı ülkeler; göç eden insanların içinden sadece yüksek eğitimli yetişmiş ve batı kültürünü içselleştirmiş olanları kabul ettiler; bir anlamda kalanlarını da bize bırakarak kendilerini rahatsız etmemeleri için ülkemiz ile anlaşmalar yaparak sınırlarımızı sıkı sıkıya tutarak, bırakmamamızı istediler.
Göçmenlerin yaşamlarını idame etmeleri için bedel öderken aynı zamanda Avrupa ülkelerini; kendilerine olacak muhtemel göç riskinden korumak için de ayrı bir bedel ödüyoruz. Bu ülkeyi yöneten muktedirlerin yönetme stratejisi hep kaybetmek üzerine oldu, kazanmaya yönelik hiç olmadı. Neredeyse numune yok.
Mehmet Soral
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.