Dikkat: Yazımız bir önceki "Yeni Parti Kurulmuş-1" başlıklı yazımızın devamıdır.
...
Sorunları vardı memleketin, ülkenin; dört bir yandan kuşatılmış, alt yapıdan, üst yapıdan kaynaklı, neresinden bakarsan bak atıl insanın boş verdiği sorunlardı bunlar. Çözülemeyecek gibi dursa da düğüm düğüm olsa da mutlaktır ki çözülemeyecek hiçbir şey yoktu. Yeter ki liyakat, doygun bilgi, isabetli uygulama, sadık inanç, ihtiyatlı sabır ve sözünü yerine getiren güçlü çabanın hakkı verilsin.
Taşra programının ve yaptıkları mitingin bitiminden hemen sonra Ankara'nın yolunu tuttular. Özel uçaklar, jetler, helikopterler kullanmadılar; yalnızca kurşun geçirmez özel araçları, beş-on kişilik korumalarıyla halkımızın ayak bastığı, yaya yürüdüğü yollarda beraber olmak, yağan yağmurda beraber ıslanmak istediler desem de inanmayın, çünkü ilgili nakarat onlara ait değildi! Hem kullanmaya kalksalar, telif hakkı ödemek zorundaydılar. Telifin hakkını ödeseler de buna izin verilmezdi. Çünkü o yağmur başka yağmurdu, sadece onları(muhataplarını) ıslatan türdendi. Fakat bizimkisi halkımızla başlayıp halkımızla biten dört mevsimin ayrı ayrı hava şartlarından ibaretti diyen Sayın Efendim'e inanmamak mümkün değildi. Mesela kışın beraber üşüdükleri halkımızla yazın beraber ısınır, baharda çiçeklenir, eylülde gazele dururlardı, sadece yağmurda ıslanmazlardı!
Çukurlarla dolu, delik deşik bir yol üzerinde ilerlerken Sayın Efendim durmasını istedi şoföründen. Memduh Bey'e "Gel, bak sana ne göstereceğim" diyerek araçtan indiler.
Memduh Bey, meraklı bakışlarıyla Sayın Efendim'in arkasından yürüyüp dur dediği yerde durdu ve gözlerinin içine baktı.
_Görüyor musun?
_Neyi dedi Memduh Bey.
_Ulan oğlum, bastığımız yeri görmüyor musun?
_Evet, görüyorum.
_Cama yaslanmıştın, dalgındın, bir ara uyuklar gibi oldun. Ben ki hem sana hem de önümüze bakıyordum. Dikkatimi çeken ne oldu, biliyor musun? Yollar bozuk, onca yolu katedip buralara gelinceye değin boy boy afişler, reklam panolarında kusursuz(!) hizmetin cilâsını, âlasını gördük. "Başkaları konuşurken biz yaptık"
"Milletimiz istedi, biz yaptık".
"Siz seçtiniz de biz yapmadık mı?"
"Siz yeter ki isteyin, yine yaparız."
Yolun hâlini görüyorsun; paramparça, delik deşik, tıpkı mayın tarlası gibi. Türkiye'nin hemen hemen her bölgesinde yolların hâli böyleyken söylenenle görünenin uyumuna(!) hayranlığımızı nasıl gizleyebiliriz Sevgili Memduh Bey? Hey Memduh! Sana söylüyorum, daldın gittin gene!
_Nasıl gitmem efendim, nasıl dalmam, halkımızın hâli içler acısı, buna yürek dayanır mı?
_Bir şeylere çok çok üzüldün belli, en çok neye üzüldün Memduh Bey!
_Efendim, az evvel siz bana "bak, görüyor musun şu yolların hâlini" diye sordunuz ya, şimdi ben size soruyorum: şu mahzun gencimizi görüyor musunuz?
_Hani nerde? Göremiyorum ki!
_Efendim; şu ağacın arkasında, şu çürük çarık barakanın önünde, yüzü gözü pas, çamur içinde, ağlamaklı duran çocuktan bahsediyorum. İşte orada!
_Evet evet, gördüm! İyi de yıllardır biz onları görmüyor muyuz Memduh? Ne yani, bu sefer ki farklı manzara mı?
_Efendim, esas sorun burada zaten.
_Nasıl yani!
_Görüp de bir şeyler yapılmıyor! Yıllardır yalnızca görülüyor. Siyaset salt görüyor, zerre adım atılmıyor, siyasetçiler ceplerini dolduruyor, efradının karnını doyuruyor.
_Bizler kendi cukkamız ve efradımızınkini doldurmamak için girmedik mi bu yola? İyi de o zaman kime, neyi inandıracağız Memduh Bey
_İsterseniz çocuğun yanına gidip soralım kendisine, alacağımız cevapların ardından konuşalım efendim.
_ Hintli çocukların Türkiye'de memleket, vatan derdi mi olur? Savaşta, barışta göremezsin onları!
Sakin adımlarla çocuğun yanına varıp çömeldiler. Kimi kimsesi yok gibiydi, çevreden insan sesi gelmiyor; yalnız birkaç köpek, avazı çıktığı kadar havlıyordu. Havlayan köpeklerin yankılanan sesi barakanın saçaklarına vurup cızırtılar oluştuyordu sanki.
Çömeldikleri anda çocuğun ürkek bakışlarıyla yüzleştiklerini birbirlerine bakıp mimikleriyle onayladılar. Memduh Bey anlamlı, duyarlı yüz ifadeleri ile elini çocuğun omzuna atıp "merhaba delikanlı, bizler Ankara'dan geldik, Ankara'ya gidiyoruz. Seni görmeden önce de onlarca çocukla konuştuk, seninle de konuşmak isteriz" deyince boynu bükük çocuk, başını kaldırıp gülümsedi.
_Benim adım Memduh, seninkisi?
_Alperen.
_Kaç yaşındasın Alperen?
_12
_Kaç yıldır bu işi yapıyorsun?
_Annemle babam yangında öldükten sonra...beş yıldan beri...
_Nerelisin?
_Çankırı.
Alperen'in elinden tuttular, okul kaydı işlemlerini yapıp okumasına vesile oldular. Alperen hayata tutundu, o sene okulunu birincilikle değil, ikincilikle bitirdi. Alperen okumaya, Sayın Efendim ile Memduh Bey de kaldıkları yerden halkımızın derdini dinlemeye, yarasına deva olmaya devam ettiler, dersem koca bir yalanı halkımıza yutturmaya kalkmış olurum. Oysa öyle olmadı.
Sayın Efendim; başlarda çekçek(plastik, atık, hurda toplamada kullanılan büyük torba) ile hayatını idame ettiren, Hintli zannettiği çocuğa(Alperen'e) karşı peşin hükümlü davrandığı için utandı, durumunu Memduh Bey'e belli etmemeye çalıştı. Hepsi bu kadardı.
Henüz iktidarda olmayan, mitingler yapan, devlet olma mesuliyetini üstlenememiş bir parti liderinin yahut parti ile bağlantısı olmayan başka insanların görevi miydi yoksul çocukların eğitim ve öğretimden yararlanmasına fırsat vermek, onlara bir gelecek sağlamak? Belki hayır ya da kesinkes hayır! Bütün bunlar devletin görevi değil miydi? Her biri kişisel vicdan meselesi mi olmalıydı yoksa resmi gücün sosyal vicdanını mı taşımalıydı?
Alperen'le konuştukları sırada Alperen'in yüzünü cepheden gören ışıklı reklam panosunda "her şey sizin için, siz kalkının diye buradayız" yazıyordu. Sayın Efendim ile Memduh Bey Alperen'e edebiyat parçalarken Alperen'in gözü panodaki yazıya değip geçiyordu...
İşler yolunda gitmiyordu, her gün biraz daha tükeniyordu umutları. Ne yapacaktı ne edecekti, önünde karanlık günler vardı, perdeler örtülmüş, duvarlar örülmüştü. Çıkış yolu bulabilmek için hırsızlık yaptı, adam bıçakladı, hapse düştü, hapisten çıktıktan sonra bıçaklandı, öldürüldü, öldü. Alperen öldü, Alperen'in kısacık ömrü, hak etmediği bir çocukluk yaşayarak sonlandı. Alperen'in esas katilleri bir eli yağda bir eli balda yaşadı. Villalarda, saraylarda, kocaman otellerde dostunu, arkadaşını aldatarak satarak, kaypaklık yaparak püfür püfür eserek, şıkıdım şıkıdım oynaşarak, hüp diye içine çek beni diyerek yaşadı. Alperen'in katillerini nerde olsanız tanırsınız, binlerce metre yerin dibine gömülseniz de gören bir gözünüz var ise muhakkak kadrajınıza girerler.
Sayın Efendim sinirlenerek Memduh Bey'in yüzüne sert bir tokat patlatıp "şayet böyle konuşmaya devam edersen yolları ayırırız" dedi. Memduh Bey, yediği tokadın etkisiyle yere düştü, yanakları kızarıp pancar kesildikçe öfkesi içine aktı, dakikalarca gözleri zemine çakılı kaldı. Konuşmak istediyse de konuş(a)madı, suskunluğunu koruyup Sayın Efendim'in kendisini düştüğü yerden kaldırıp kendisinden özür dilemesini bekledi. Özür dilemedi, Memduh Bey'in yüzüne dahi bakmadan kapıyı çarpıp çıktı. Sayın Efendim'in bir hışımla dışarı çıkarken oluşturduğu sentetik rüzgâr sebebiyle döner koltuk döndü durdu, Memduh Bey'e gel dercesine gıcırdadı. Memduh Bey ayağa kalktı, yeryüzü, yerin altı, yer altı dünyası, mafyalaşan hoyrat tavırlar ayağa kalktı. İçindekileri, tüm birikmişlerini bir bir dışarı attı, kustu, böğürdü, geviş getirdi. Derken kapı açıldı, Sayın Efendim, çehresinde yumrulaşan bin pişman eda ile içeri girip Memduh Bey'den özür diledi. Özür dilemez sandığımız Sayın Efendim, vicdanlara ters köşe yaptırıp Memduh Bey'i sakinleştirdi. Nedir bu yaşananların, nedir insanın çektiklerinin sebebi, dünya neden bu hâlde deyip sözü Memduh Bey'e bıraktı.
Söz, Memduh Bey'de. İki nokta üst üste:
Efendim, bir çocuğun(Alperen'in) yoksullaşması, yoksul düzenin içinde kendini bulması, çekçekle hayatını sürdürmesi, bir noktadan sonra hapse düşmesi ve hapisten çıktıktan sonra birilerince öldürülmesinin suçlusu Alperen'in annesi, babası, yani ailesi olabilir mi? Zira ailesini yangında kaybettiğini söylemişti bizlere. Yangında kaybedilen bir ailenin, o gün komşusunun evinde kalan, yaşamına devam eden evladının ömrünü zindana çevirip ölmesine sebep olabileceğine ihtimal verebiliriz, ama kesinlikten bahsedemeyiz. Bu yüzden Alperen'in kısacık ömrüne biçilen acı bedelin suçlusunun ailesi olduğunu söyleyemem. Ne kadar ciddiye alırsınız, bilemem; ama şunu netleştirebilir ve diyebilirim ki; bugün dünyanın böylesine yaşanılmaz, çekilmez kılınmasının, insanın insana tahammülsüzlüğünün kökeni Home Sapiens'e veya Adem ile Havva'ya kadar uzanmaktadır. İnsandan insanın türemesiyle başlayan sorunlar, yerleşik hayata geçilmesiyle çatallanmış, eşitsizliğin, daha doğrusu denkliğin birbirini iten zıt güçler olarak meydana gelmesi, Sanayi Devrimi ile belirginleşmeyi odak hâline getirmesine dayanmaktadır. Bu durum iktisadi dinamikleri, siyasi, sosyal, kültürel ikonları eşitsizlikle özdeş bir devinimin öznesine dönüştürmüştür. Özneden nesneye değin öznenin, nesnenin ve duygunun markalaşarak detaylandırdığı ticari ilişkilerde toplumsal etiketin daraltılmış bireyselliği ön plâna çıkarken tekilin tekile eşitsizliği derinleşmiştir. Mesela kişi, nesne ya da tüzel kişi markalaşmıştır. Şirketinde bin kişi çalışıyordur, lâkin şirketin sahibi tek kişidir. Her ne kadar özelde işgücü tekil dönüşüm sağlasa da neticede bin kişinin emeği bir kişinin kazancı içindir, dolayısıyla toplumsal etiketin daraltılmış bireyselliği, eşitsizliği daha derin işlevsellikle yönetmektedir. Efendim, bence dünyanın en büyük sorunlarının başında ekonomik eşitsizlik, bir diğer adıyla, günümüz halk düzeyine uyarlarsak gelir dağılımı dengesizliği yatmaktadır. Kazancı yetersiz, ekonomisi, mutfağı iyi olmayan bir çocuğun yurt dışında, bırakın yurt dışını yurt içinde okuma imkânı dahi zayıftır. Gelir durumu kötü olan ailelerden milletvekilliğine adaylık bekleyebilir misin?
Ben bu çocukları(Alperenleri) sokakların çıkmazından, yarınsızlığın, belirsizliğin duvarlarından tanırım. Allah'a emanet yaşarlar, keza İlahi kudretin dünyevi hayatla bir alışverişi olmadığı için de insanın türettiği insanı sömüren kapital düzenle yaptıkları savaşı er geç kaybederler. Oğluna elbise alamadığı için intihar eden babalar ve evini terk eden kocasının ardından çocuklarının karnını doyuramayıp intihar eden annelerin kaybında hep bu savaş vardır ve de kaybetmenin temelinde eşitsizliğin yarattığı, insanı insana kırdıran kapital düzenin vahşi, kanlı elleri bulunmaktadır. Velhasıl kökleri insan türüne temas ettiği için Home Sapiens'e ya da Adem ile Havva'ya kadar uzanır, Sanayi Devrimi ile insanın insana duyabileceği kinin bedelini ödetmeyi ve böylece Alperenlerin katillerini bugüne taşımayı başarır.
Engin Yeşilyurt
14 Mayıs 2021