By İkbal Vurucu on Pazar, 05 Kasım 2023
Category: Söyleşi

CUMHURİYETİN 100. YILI SÖYLEŞİLERİ

ÖNER: "Türk milliyetçileri arasında ayrışmayı doğuran iki kavram: seküler milliyetçilik ve muhafazakâr milliyetçiliktir."

VURUCU: Söyleşimize bir alt yapı oluşturması açısından din-toplum ilişkisini genel olarak değerlendirir misiniz? Bu noktada din ve milliyet arasında tarihsel süreci de göz önünde bulundurursak etki-etkilenen ekseninde nasıl bir ilişki vardır?

ÖNER: Bireylerin, grup ya da cemaatlerin ve nihayet toplumların hayatındaki olağan akışı değiştiren ani kırılmalar vardır. Devrimler gibi, savaşlar gibi…Fakat bu kırılmalar ha deyince gerçekleşmez. Bu patlamaya ulaşabilmek için belli şartların olgunlaşması gerekir. Belli birikimlerin olması gerekir. Burada esas olan, işte bu birikimlerdir. Tarihi açıdan bir şeylerin ters gitmesi ve bunların süreklilik ve de çeşitlilik göstermesi lazım ki o kırılma yaşanabilsin. Din için de bu zaviyeden konuşulabilir.

O hâlde sorulması gereken asıl soru: "Yanlış olan neydi de din ortaya çıktı ve birey hayatının hatta yer yer toplum hayatının odağına oturmayı başardı?" Burada verilebilecek temel cevap, ahlâktır! Dinin esas hedefi -hangi inanışı ele alırsak alalım- bireyin öz benliğini, birey-birey ve birey-toplum ilişkisini ahlâk çerçevesinde düzenlemektir. Diğer tüm ritüeller, ancak bu zeminde kıymet görür.

Öldürmek, iftira atmak, dedi kodu yapmak, hırsızlık, zina, yalan söylemek vs. dinlerin üzerine basa basa vurguladığı büyük günahlar arasındadır. Çünkü tüm bunlar, ahlâk etrafında şekillenen faktörlerdir. Bunların eylemleşmemesi veya minimum seviyede tutulabilmesi modern toplumların ve hatta eski toplumların da gündeminde, politikasında, kültüründe vardır. Dolayısıyla din, vaat ettiği sorgulamayı birey için yapacak olsa da esasen bireylerin ortak etkileşiminin şekillendiği toplum hayatına da doğrudan dokunan ve bunu düzenlediğini iddia eden bir olgudur.

Sayılan bu erdemlerin tamamı sosyal hayatın içinde, o hayatı yaşayan toplumların refah, özgürlük, huzur ve güven ortamının yegâne kriterleridir. Örneğin din; "yalancı şahitlik yaparak birinin hayatını karartma" der; modern devlette de bu bir suç olarak kabul edilir ve cezası vardır. Benzer şekilde hırsızlık, dolandırıcılık, yolsuzluk, istismar gibi eylemler dinde de yasaktır, devlet ve toplum hayatında da… Din gıybet yapmaktan men eder; toplumda da dedi kodu kabul görmeyen bir eylemdir. Bu herhangi bir dine inanmayan kişi için de böyledir; bir dine iman ettiğini söyleyen kişi için de... Şu hâlde dinin toplumdan yekpare bağımsız bir konu olamayacağını ifade etmek yanlış değildir.

Ne yazık ki din, entelektüel açıdan her düzeyde akılcı bir tartışmaya konu olamamıştır. Yine de milletler tarihini incelediğimizde, güzel veya dramatik birçok olayın ana kahramanı olarak dinle karşılaşabiliyoruz. Dün de bugün de pek çok coğrafyada, düşmanlıkların veya toplumda kaynaşmayı sağlayan birlikteliklerin çoğunda bağlayıcı noktanın din olduğunu görüyoruz. Bu, dinin gerçekten yapmayı istediği şey miydi sorusuna yer yer dokunsak da konuyu uzmanlarına bırakmakta fayda vardır.

Bunlarla birlikte din, dünya düşünce mirasında yoğun pratikleri yapılmış, çokça tartışılmış ama bir türlü ihtiyaç duyulan derinlikli analize ulaşamamıştır. Kimi çevreler önyargı ile yaklaşıp bu yargıları siyasallaştırmış; kimi çevrelerse dinin kendi gerçekliğinden kopuk, yorumları önceleyen bir kavrayışla onu fetvaya hapsetmiştir. Hatta onlar da siyasallaştırmıştır. Şu hâliyle din ya yaşamdan tamamen çıkarılması gereken bir kavram olarak kabul edilmiş ya da yaşamı bir açık hava hapishanesine çevirecek kadar gardiyanlaştırılmıştır. Fakat burada dikkat çekmesi gereken en önemli ayrıntı, araştırma ve sorgulama ile değil de tamamen aktarım dindarlığı yapanlardır. Çünkü esas bu kesim, yanlışa düşüp adeta dinden çıkma korkusuyla ne bu fetvaları sorgulamaya cesaret edebildiler ne de "din yoktur, Allah yalan!" propagandalarına karşı kendi argümanlarını geliştirebildiler. Bu da dinin birey ve toplum hayatındaki yerinin doğru belirlenmesinde en büyük engel olarak karşımıza çıktı.Öyleyse sorunlu birinci alan, birey-din ilişkisi olarak tespit edilebilir. Bunun önemli bir ayağını kişilerin dini algılama biçimleri oluşturmaktadır.

Din, insana huzur ve mutluluk vaat eden bir olgudur. Telkin, emir ve yasakları da bu hedefe kilitlenmiştir. Köktürk, dinin iki ontolojik temelinden ilkinin vahiy, ki dinin çıkış kaynağı olarak kabul edilir; ikincisinin bireysel bilinç olduğunu söyler1. Kişi imana erişebilmek için vahyedilen bilgiyi kendi bilinç dünyasında kabullenmelidir. Aksi hâlde vahyin yerini keyfî yorumlar alır. Bu da dinin siyasî propaganda aracına dönüşmesinden, insan öldürmekten hırsızlığa, çocuk istismarından terörizme kadar her türlü ahlâk dışı eylemin yaşanmasına sebep olur. Böylece din artık vaat ettiği gibi insan hayatını huzurlu, mutlu ve ahlâklı yapmaz; aksine hayat, bir eziyet hâline gelir.Öyleyse birey, dini algılayış biçimini de sorgulayarak işe başlamalıdır. Dinin ontolojisini dayandırdığı huzur ve mutluluk vaadi ile ters düşecek bir algılamada, yanlışlık olduğunun saptanması tutarlı bir başlangıç noktası olabilir.

Öte yandan insan, toplumun içinde ve onunla iç içe, etkileşim hâlinde yaşayan bir varlıktır. Dolayısıyla, bireye sunulan vaatlerin tamamı toplum için de geçerlidir. Dolayısıyla din, toplumu da tasarlama iddiasında bulunan bir inanç sistemi olmalıdır. Yine kuracağı bu toplum tasarımı, kendi var oluşu ve çıkış iddialarına ters düşmemelidir.

İnsan da toplum da doğasında özgürlük ve değerli olma isteğini barındırır. Dinin ontolojisindeki iki temelden biri olan bilinç, bu özgürlük anlayışını onaylamalıdır ki inancın gerçekleşmesindeki en önemli eşik aşılsın. İşte bu özgürlük, kişinin artık Tanrı'ya karşı değil; Tanrı ile beraber haksızlıklara karşı baş kaldırması ve yanlışları düzeltmesi için ona güç verecektir.

Son tahlilde din, günümüzdeki ve uzak-yakın geçmişteki gibi ölüm sonrası hayat için değil; aksine capcanlı yaşanan hayat için vardır. Anlamını yaşamda, hayatı yaşayanlarda bulur. İnsanın beklentileri, sorumlulukları, idealleri de bu anlam çerçevesinde şekillenir. Benzer şey toplum için de geçerlidir.

Kişiler din ile güçlü veya zayıf bir bağ kurabilecekleri gibi, onunla bir bağ kurmamayı da tercih edebilirler. Dinin ödev ve sorumlulukları veya toplum tasarısında kullandığı değerler, zamanla toplumun kültürünün bir parçası hâline gelebilir. Benzer şekilde toplum da kendi kültüründen bir öğeyi seçip dine entegre edebilir. Bu iç içelik dinle ilişkisi hangi seviyede olursa olsun toplumun tamamını oluşturan bireylerin bir şekilde dine iştirak etmesine sebep olabilir. Öyleyse din-birey-toplum ilişkisi çağlar ötesinden beri var olagelen bir gerçekliktir diyebiliriz.

VURUCU: Tarihte ve bugün, İslam'ın devlet ve toplum düzeni açısından üstlendiği işlevler nelerdir ve nasıl bir değişim geçirmiştir?

ÖNER: Hayat bir devinim hâlindedir. Dinamiktir; değişir, dönüşür. Hayatı yaşayan insanlar, insanla var olan toplumlar için de bu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Gelecek kavramındaki belirsizlik hissi, bu geleceğe ilerlerken günde kalma, güveni sağlama alacak bir dayanışma ihtiyacı ve paylaşım insanı geleceğe taşırken, süreç boyunca edindiği bilgilerin nesillere aktarılmasını da sağlar. Bu aktarım, mutlaka geldiği dönemin şartları, gelişmişliği ile törpülenmiş bir kümülatif bilgiyi doğurur. Her yeni bilgi, içinde bir öncekinden izler barındırırken; kendisinden de yeni bir şeyler katar. İşte bu noktada bilgi, ilk hâlinden farklılaşmış, değişmiş, dönüşmüş ve aslında gelişmiştir. Şu hâlde insan, sürekli yenileşme ihtiyacı içindedir. Dinler de insanın bu ihtiyacını karşılamasının birer aracı olarak düşünülebilir; devrimler gibi...

Herhangi bir dinin belli kalıplar içine hapsedilmesi, gelişimden kaçınma başka bir yeniye, değişikliğe veya dönüşüme duyulan ihtiyacı arttıracaktır. Çünkü yeni bir din, tüm katılaşmış inanışları, tabulaşmış gelenekleri yıkar; tamamen yenidir, değişiktir ve denemelere açıktır. Örneğin; İslamiyet ortaya çıktığı zamanda, kavmiyetçiliği yıkıp daha büyük bir örgütlenmeyi öğretmiştir veya kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir gelenekte, insana cinsiyet ayrımı yapmadan değer vererek modernleşmeyi sağlamıştır. Bu başlı başına bir devrimdir; değişimdir. Benzer şekilde Hıristiyanlık da birbirlerini kesen Avrupa topluluklarını dizginlemiş, onlara uygarlık getirmiştir. Daha sonra bozulacak olsa da… Ayrıca Protestan Kiliselerinin kurulması da dinin kendi içerisindeki değişiminin en iyi örneklerindendir.

Dolayısıyla toplum, çağın ihtiyaç ve kısıtlarına karşılık bir dönüşüme ya da değişime mutlaka ihtiyaç duyacaktır. O zaman, bugünün gerekleri doğrultusunda kurtarıcı değerlere ihtiyaç vardır. Din de bu arayış temelinde kendine yer bulan bir olgudur.

Şu anlamda değişimin sonuncusunu İslamiyet ve onun getirdiği medeniyet olarak ele alabiliriz. İslam medeniyeti, Yunan ve Roma medeniyetinin ardından kendisinden en çok söz ettiren medeniyettir. Büyüklüğünü de tarihin belli dönemlerinde ispatlamıştır. Özellikle 19. ve 20. asra kadar hâkimiyetini sürdürmüştür. Elbette, bundaki en önemli etken İslam'a bağlı devletlerin siyasî üstünlüğüdür.

En görkemli devrini 9-11. yüzyıl arasında yaşayan İslam medeniyeti, bu hâkimiyetini mutlaka ilim, felsefe, teknoloji, hukuk, askerlik vb. alanlardaki üstünlüğüne borçludur. Selçuklu ve Osmanlı'nın varlığı başta olmak üzere Türklerin etkisi yadsınamayacak kadar büyüktür. Özellikle halifelik makamının Osmanlı'ya geçişiyle beraber, İslam'ın hukuk üzerindeki etkisi de daha belirgin hâle gelmiştir. Bu üstünlük zaman zaman sekteye uğramış gibi görünse de -örneğin; 13. asırdaki Moğol istilaları- aslında 17. yüzyıla kadar bir şekilde baskın kültür olmayı başarmıştır. 14. ve 15. yüzyıllarda batının teknoloji ve diğer ilmî sahalardaki çalışmalarının yeterince ciddiye alınmaması ileride bu baskınlığın duraklamasına sonra da gerilemesine sebep olmuştur.

İslam dünyası, özelde de Osmanlı'daki ilmî faaliyetlerin durma noktasına gelmesinin arkasında yenilik ve çağın gerektirdiği değişim ihtiyacına gözünü kulağını kapatması vardır. Güngör, bunu şöyle açıklar: "Onaltı, hatta onyedinci yüzyıla kadar İslâm dünyası o zamana kadar mevcut müesseseleriyle, bilgi ve teknoloji birikimiyle öyle istikrarlı bir cemiyet nizamı getirdi ki burada insanları değişmek, ileri gitmek vs. için teşvik edecek ciddi ihtiyaçlar yoktu.2" Bu da bir anlamda dünyaya, yani o günün dünyası olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Batı'ya kulak tıkayışın psikolojik arka planını gözler önüne sermektedir.

İslamiyet, kapitalist bir iktisat sistemini onaylamadığından Batı'daki bu türden gelişmeler Osmanlı için neredeyse yok hükmündeydi. Ne var ki ilmî ve ekonomik gelişmelerin sağlanamamasının suçunu yalnızca İslamiyet'e atmak doğru değildir. Bu boş vermişliğin getirdiği geri kalmışlık probleminin esas düğüm noktası bazı zihniyet türleridir. Tuhaf bir kadercilik ve bu dünyadan elini eteğini çekme "felsefesi", ilmin gelişiminin temel taşı olan yanlışlama, sorgulama, geçmiş birikimin üzerine farklı bilimsel ilişkiler kurarak yeni teknolojiler geliştirme mantığıyla tamamen zıttır. Çünkü bu yenileşerek üretme anlayışının oturduğu zemin akıldır. Aklı devre dışı bırakan ve gerçeği bu dünya yerine metafizik ortamlarda arayan zihniyetin, bu gelişim ve değişimi yakalama imkânı yoktur. Hatta böyle bir arzu ve hedefi de yoktur. Bu yaklaşımı temsil eden en iyi örnek tasavvuftur. Tasavvuftaki "bir lokma bir hırka" anlayışı bütün ekonomik gelişimlerin önüne ket geren bir yaklaşımdır.

Benzer şekilde bu medeniyetin gerilemesinin bir boyutunu da bahsi geçen dönemdeki edebiyat metinlerinde görmekteyiz. Aktarım temasıyla kemikleşen inanış biçimi, kendisini yazın dünyasında da gösterir. Orijinal fikir ya da yorum bulabilmek neredeyse imkânsızdır. Dönemin en iyi eserleri denilecek çalışmalarda bile öncekilerin birer kopyasını görmek mümkündür. Felsefî düşünce, kendi dışındakileri yok saymakla duraklamıştır. Bu düşünme metoduna verilecek örnekler arasında, yine mistik tınıların yoğun kullanıldığı tasavvufu görmekteyiz. Bunların yanında iyi giden şeyler de yok değildir. Örneğin; sanat ve bilhassa da musıkî dönemin en iyi ürün veren sahalarındandı diyebiliriz.

Bütün bunlarla birlikte gözden kaçırılamayacak bir nokta da Osmanlı'daki çok dinli yapıdır. Özellikle Tanzimat'la birlikte ortaya çıkan yenileşme hareketlerinin etkisiyle din-devlet-siyaset ilişkisinde de ciddi kırılmalar olduğu gözlenmektedir. Bu dönemde bir siyasî politika olarak devlet katında din biraz daha geri planda bırakılmıştır. Bu halk arasında da birtakım hoşnutsuzluklara sebep olmuştur. Esasen yukarıda sayılan gerileme örnekleri, bir bakıma bilinçli/bilinçsiz bu siyasetin bir tezahürü olarak da karşımıza çıkabilmektedir.

Peşi sıra gelen Birinci Dünya Savaşı yılları ve Millî Mücadele'ye giden süreçte de benzer sorunlarla karşılaşılmaktadır. Toplumda ve dahi yönetim talebinde bulunan gruplarda din-siyaset ilişkisinin gerilimli olduğunu ifade etmek çok da yanlış olmayacaktır. Dönemin hâkim iki fikir grubu İslamcılar ve Türkçülerdir. Bir taraf hilafetin korunması gerektiğini savunmuştur. Diğer taraf olan Türkçülerdir. Özellikle Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Türkçüler, tüm karşıt düşüncelere rağmen esas varlığını sürdürecek fikrin milliyetçilik olduğunu hararetle savunmuşlardır3.

Henüz her fikir ayrılığının derinlemesine topluma nüfuz etmesinin güç olduğu dönemlerde, bu çekişme, aslında toplum tarafından da fark edilmedi. Tüm savaş ve kurtuluş sürecinde milletin motivasyon kaynakları hem milliyet duygusu hem de din ile bağındaki kuvvetti. Bu ikisini birbirinden ayırmak belki şimdilik sadece entelektüel tartışmalarda karşılaşılan bir durumdu.

600 küsur yıllık Osmanlı hakimiyetinin bitişiyle doğan ön cumhuriyet döneminde de din-siyaset-devlet ilişkileri hususunda köklü değişiklikler yapıldı. Mustafa Kemal Paşa ve kadrosu, özellikle devlet hayatını laikleştirmek için ciddi çalışmalar yaptı. Buna karşın geçişin yumuşatılması için de gayret gösterildi. Örneğin; laik düzenin tesis edilmesinin hedeflendiği saltanatın kaldırılması kararı alınmasına rağmen Halifelik makamı devamlılığını bir süre daha korudu. Cumhuriyetin ilânıyla devletin rejimi belirlendi ve halifelik makamı da misyonunu tamamladı.

Buna karşın Türkiye Cumhuriyeti için laiklik demek din karşıtlığı demek değildir. Bu devrimle, Atatürk bir bakıma dini ve o dine inananları özgürleştirmeyi de amaçlıyordu. Toplumu ve sosyal hayatın tümünü batıl olan ne varsa hepsinden arındırarak, daha anlaşılır ve yaşanır, saf ve katıksız, aynı zamanda da özgürce yaşanacak bir inanç ortamının tesis edilmesi için de bu karar alınmıştı. Öte taraftan din; değişmez kuralları, hüküm ve yargıları olan bir olguydu. Devlet ve siyaset ise çağın ihtiyaçlarına uygun dönüşümlere açık olmalıydı. Bu organizasyonlardaki esnekliği sağlayabilmek için dinin siyasetten arındırılması gerekiyordu. Böylece din, siyasetin dönüşümlerine maruz bırakılamayacak, bir anlamda iktidarın varlığı ve devamlılığı için bir istismar aracı olarak kullanılamayacaktı.

Aradan geçen 100 yılda çeşitli düşünce yapılarına sahip iktidarlarla yönetilen Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde laiklik tartışmalarının tam ortasında kalmıştır. Özellikle son yıllarda bu ilkenin yıpratılması hatta dikkate bile alınmaması, İslam dininin de yıpranmasına yol açmaktadır. Din, hem de hiç telkin etmediği argümanlarla devlet ve siyaset ortamında yeniden sunî eller yardımıyla yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'nin yakın geleceğinde din-devlet-siyaset ilişkisi tekrar tekrar tartışmaya açılacak ve tarafların sert çekişmelerine sahne olacak gibi görünmektedir.

VURUCU: Modernliğin önemli boyutlardan biri olan milliyetçilikle birlikte dinin güç kaybetmeye başladığı iddiası kendisine modern Avrupa düşüncesinde yer bulmaktadır. Yani, milliyetçilik dinden boşalan yeri ikame ediyor. Fakat bir başka görüş de, Yunan, Bulgar, Rus, İngiliz milliyetçiliği gibi örnekler üzerinden din ve milliyetçiliğin birbirini beslediği görüşüdür. Sizce Türk Milliyetçiliğinin din ile ilişkisini bu noktada nasıl konumlandırabiliriz?

ÖNER: Avrupa'da çok uzun yıllar din ve ruhbanlık, felsefeden bilime kadar hayatın tüm alanlarının tek hâkimiydi. Kilise ne derse, papaz ne önerirse o, tartışmasız doğruydu. Dolayısıyla Avrupa'nın modernleşmesi sonucundaki milliyetçilikte dinin güç kaybetmeye başlaması normal karşılanabilir. Oysa Türk kültüründe durum böyle değildir. Her ne kadar bazı aksak yaygın inançlar olsa da özellikle Müslümanlıkta ruhbanlığın olmayışı, Allah ile kul arasına kimsenin giremeyeceği öğretisi, Avrupa'daki gibi bir düşünce kıtlığının önüne geçmeyi başarmıştır. Yine de özellikle 15-16. yüzyıldan itibaren yenileşmeden uzaklaşma, kulaktan dolma dindarlık, bunun getirdiği hurafeleşme ve biat kültürü kendini iyiden iyiye hissettirmiştir. Tanzimat siyasetinin de etkisiyle ortaya çıkan yenileşme hareketleri, özelde de Türkçülük fikri din ile ilişkiyi de normal seviyesine çekme gayreti içinde olmuştur. Buna karşılık elbette ki Türkçüler arasındaki din algısının farklı dönemlerde çeşitli evrilmeler yaşadığı inkâr edilemez.

Türk milliyetçiliğindeki din algısının zamanla çeşitli dönüşümlere, belki gruplara ayrılması hususunda fikir yürütebilmek için öncelikle temel iki kavramı iyi anlamak gerekir. Bilim ve din.

Bu kavramlar insanlar tarafından asırlardır ve hâlâ kavga ettirilse de entelektüel yaşamdaki tartışmaların ana dayanaklarını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Hâliyle bunları doğru açıklamak ve doğru bir yerde konumlandırmak, aslında meselenin çözüm yolunu bulmak anlamına gelir.

Bilim, özellikle 19. yüzyıl ve sonrasında günümüzdeki anlamıyla karşımıza çıkmaktadır. Öncesinde çeşitli felsefî çalışmaların belli bazı bölümlerinde bugünkü bilime ait enstantaneler görebiliriz. Ama hiçbiri tam anlamıyla bilim değildir. Çünkü bilimde mantık ve akıl gibi araçlar kullanılsa da bu ancak bilimin başlangıcını temsil edebilir4. Oysa bilim bundan çok daha fazlasıdır. Örneğin, kanıttır, deneydir, gözlemdir ve en önemlisi şüphedir. O sebeple bilimde hiçbir şeyden emin olunmaz. Her bulguda bir hata payı, bir olasılık mevcuttur. Bulunan her şey her an yanlışlanabilir. Cevap aradığı sorular, doğanın çalışma şekliyle ilgilidir. Tabiî doğa dediğimiz yalnızca bitkiyi, hayvanı, suyu, toprağı değil; insanı ve insanla ilgili sahaları da içermektedir.

Din ise bundan çok daha başka bir şeydir. 19. yüzyılda gelişen rasyonel düşünce içinde, bazı düşünürler dinin yerini zamanla bilimin alacağı görüşünü savundular. Bilimin gelişmesiyle dinlere daha az referans verilecekti. Öyleyse dinin zamanla yok olması gerekiyordu. Hatta bu görüşe "Boşlukların Tanrısı" tanımı yapıldı. Yani, doğada açıklayamadığımız her şeyi Tanrı'nın üzerine atma fikri. Bu anlamda Tanrı, artık Tanrı olmaktan çıkıp bir fenomen hâline gelmektedir5. Bilimin ortaya çıkışı ve zamanla doğayı açıklama hızındaki artış sayesinde Tanrı bu şöhretini kaybedecekti. Böylece tüm boşluklar/aralıklar kapanacaktı. O'na duyulan ihtiyaç da azalıp yok olacaktı. Bu da inancın sıfırlanması anlamına geliyordu. Oysa bilim, doğa ile ilgili sorunları çözümlemeye çalışır. Din ise Tanrı ile insanlar arasında sağlıklı bir iletişimin yollarını gösterir. İnsana ahlâk ve anlam hususlarında bir rehber olma iddiasındadır. Bilim için ahlâk ve anlam konuları ilgi çekici değildir; çünkü bu konular ne yanlışlanabilir ne de kanıtlanabilir. Dinde ise, daha ziyade semavî dinlerde, özelde de İslamiyet'te, doğa kanunları veya doğanın sorunları ile ilgili bilgi iddiası yoktur. Aksine bu konulardaki merakların giderilmesi için kişileri onu gözlemlemeye yani, bilime yönlendirir.

Benzer ayrım milliyet ve din arasında da vardır. Bu ayrımı elzem gören Mehmet İzzet verdiği çeşitli örneklerin ardından şöyle anlatıyor:

"Müspet ve müesses dinler, milliyeti müdafaa eder gözüktüğü vakit onu kendisine bir vesile, faydalı bir silah olarak kullanır; bi'l-mukâbele milliyet de dine istinâd etmek istediği vakit onu bir âlet gibi kullanır. Her iki takdirde de ya semavî din ya beşerî milliyet mefkûrevî ve mutlak âmir olan mâhiyetlerini kaybediyorlar, geçici, sınırlı ve şarta bağlanmış birer vâsıta derecesine iniyorlar. Milliyet nihâî gaye addolunursa müspet dîne, müspet din gaye olunursa millî mefkûreye ancak bir vâsıta kıymetini tanımak lazım geliyor.6"

Ona göre milliyet ve din, birbiri yerine amaç edinilirken; diğeri araç olarak kullanılmaktadır. Bu da ikisinin de değerini düşürmektedir. Dolayısıyla ikisini ayrı yerlerde değerlendirmek gerekir.

Fakat milliyetin oluşmasının temelinde millet kavramı yatmaktadır. Birçok entelektüel "Millet nedir?" sorusuna cevap vermeye çalışmıştır. Ancak hemen tüm tanımlamalarda bir tasvir yapıldığı görülmüştür. Millet sanki bir eşyayı anlatır gibi anlatılmakta, nitelikleri sıralanmaktadır. Esasında bundan çok daha fazla bir şeydir.

Sosyolojide millet için büyük sosyal grup tanımlaması yapılır. Fakat her şeyden önce millet bir gerçekliktir ve gerçeklik tanımlanırken unsurlara ihtiyaç vardır. Millet için yapılacak bir tanımlamada bu unsurların ontolojik temele oturtulması, gerçekliği kanıtlamak açısından elzem bir varsayımdır. Milleti meydana getiren 3 temel unsurdan bahsedilebilir. Bunlar; fizikî unsur, sosyal unsur ve farkındalık unsuru şeklinde sıralanabilir7.

Fizikî unsur; ortak bir coğrafyada, biyolojik var oluşu kapsar. Ancak bu millet oluşumu için yeterli değildir. Yanında, sosyal ve tarihi bağlara/kaynaklara ihtiyaç vardır. Bu sayede ortak yaşama biçimi, dil, kültür, ahlâk gibi ortak değerler gelişir ve bunlar da aidiyeti güçlendirir. Böylece millet inşası meydana gelmeye başlar ve milliyetçilik anlayışının gelişimine adım atılır. Millet oluşumunun tamamlanabilmesi için diğer ihtiyaç ise farkındalıktır. Buna bilinç temeli diyebiliriz. Bilinç temeli, bir olguyu anlamanın ötesindedir. Daha çok içsel bir durumdur. Şuur hâlidir. Bu bilincin olmadığı yerde millet ya da milliyetçilikten değil, etnisiteden bahsedilebilir.

Sadece soy birliği, ben ve başkası üzerinden tavır belirleyebilir. Sığdır. Soyun yanına ortak değerler dâhil edilirse birliktelik zenginleşir. Bu zenginlik artık ötekiyi yabancı olarak algılamaz. Beraberdir, birdir. Burada da farkındalık, bilinç gerçekleşir. İşte millet, tüm bu aşamaları bitirip o bilincine erişmiş büyük sosyal topluluğa denir.

Millet olmak için bir sürece ihtiyaç vardır. Bu süreç; önce var oluş, sonra ortak yaşantı ve sonunda kendini bilme/fark etme şeklinde özetlenebilir. Dolayısıyla millet, tarih boyunca doğal yaşamın içinde ortak bir süreçte yaşarken bu ortaklığı geleceğe daha bilinçli, kendi var oluşunun farkında taşımaya başlamışsa millet olmuş demektir. Bu sürecin tamamlanmasının ardından ortaya çıkan millete bağlı olma duygusu, kişiyi yaşantısının her evresinde öncelikle milleti için çalışmaya, onu yüceltme ve geliştirme gayreti içinde olmaya iter. Bu aşkın duygu çeşitli eylem, somut ve soyut üretimlerle kendini dışa vurur. Böylece "milliyetçilik" anlayışı da ortaya çıkar. Varlığını milletin varlığından alan milliyetçilikte de millet için sayılan ontolojik temeller, geçerlidir8.

Burada yapılan millet ve milliyetçilik tarifinde; biyolojiden tarihe, psikolojiden sosyolojiye kadar uzanan bilim sahalarından faydalanılmaktadır. Ayrıca bir metot, bir kanıtlama süreci benimsenmiştir. Öyleyse millet ve milliyetçilik, bilim temelli tartışmaların konusudur. Dayanağını bilimden almaktadır ve beşerî hayatla ilgilidir. Bu anlamda da dinden ayrılır.

Buna karşılık özellikle erken cumhuriyet dönemleri de diyebileceğimiz Balkan Harbi sonrasındaki zamanlarda konuyla ilgili nispeten farklı görüşler ortaya atılmıştır. Örneğin; Türk milliyetçiliği fikrini sistematik hâle getiren önemli isimlerden Ziya Gökalp, dini, milletten tümüyle ayırmaz, tamamen de aynılaştırmaz. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserinde Türklük ile İslam arasında bir uyuşmazlık olmadığını ileri sürer. Uzlaştırıcıdır. Ancak bu uzlaştırıcılığı yaparken İslamcılık hususunu ikiye ayırır: İslam ümmetçiliği ve İslam milliyetçiliği. Burada Gökalp, İslam milliyetçiliğine karşı çıkar. Bunun tüm Müslüman kavimleri yaşadıkları memleketlerde aşağı bir seviyede kalmalarına sebep olduğunu savunur ve "Evet, genel bir kurtarıcıyı bekleyelim. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in 'her kavmin kendine ait bir kurtarıcısı vardır' yüksek açıklamasının icap ettirdiği gibi mahâllî ve millî kurtarıcılara, dile, terbiyeye, iktisada, ahlaka ait kurtuluşlara niçin ümit beslemeyelim?" diye sorar9.

Bunun haricinde İçtimaiyat Mecmuası'nda "Millet nedir?" başlıklı makalesinde ise milleti en üstün sosyal grup olarak ele alır. Önce millet kelimesini ırk, kavim, ümmet, hâlk ve devlet kelimelerinden ayırarak işe başlar. Her birinin neden millete karşılık kullanılamayacağını anlatan bir sınıflama yapar ve sonunda bir millet tanımlamasına gider10:

"Kişiliğini uzun bir süre kaybettikten sonra yeniden kurmaya çalışan kavimdir. Bunun en olgun şekli bir kavmî devlete ve medeniyete sahip olmaktır. Fakat birçok kavim buna ulaşamamıştır. Mesela Türkler aşiret hâlinde teşkilatlanmışlardır. Başlıca 3 engel vardır: (1) ortak bir devletin, (2) ortak bir dinin, (3) ortak bir medeniyetin istilasına uğramıştır. Ortak dinler, ümmet dinleridir, bunların temeli fıkıhtır. Bu ümmete girenler kendi kavmî hukuklarını kaybederler. Bir kavim ne kadar ümmet durumundan kurtulursa o kadar kendi hukukunu kazanır. Öyle ise ümmetten çıkmaya başlamak milletleşmenin mühim bir belirtisidir. (…)

'Ortak devlet, ortak din, ortak medeniyet türlü şekillerde kavimlerin özel kültürlerini eritme gücüne sahip olabilir. Fakat bir süre sonra kavimler, yavaş yavaş büyük zümreden ayrılarak ikinci defa kişilik kazanırlar: İşte milletin kuruluşu budur. Burada en önemli nokta millî dilin doğuşudur. Bu da ümmet dilinin çözülmesi sonunda meydana gelir.11"

sözleri, din ve milliyeti birbirinden ayırmak gerektiğinin en iyi örneğidir.

Kavmi de ümmeti de hasredici bulmaktadır. Kavmin insanlığı kendinden ibaret gördüğünden ve evreni kendi kavminin kuruluşu ile açıkladığından yakınır. Ümmette çağdaş medeniyete karşı bir hasredicilik olduğunu ileri sürer. Milletlerinse diğer milletlerle etkileşim içinde yaşaması gerektiğini savunur. Bundan dolayı milleti kavimlerin ya da ümmetlerin değil; çağdaş medeniyetin bir parçası olarak görmektedir. Dolayısıyla din de kavim de milletin içindeki parçalardan sadece birkaçıdır. Aslolan millettir.

Benzer bakış Gökalp'ın çağdaşlarında ve devamındaki nesillerin aydınlarında da görülür. Dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin temelinde din mi yoksa millet/milliyetçilik mi önceliklidir endişesi yoktur.

Sonuç itibarıyla din, milleti oluşturan paydaşlardan sosyal-kültürel unsur içinde değerlendirilmesi gereken bir yerdedir; önemlidir ama mutlak şart değildir. Millet olma sürecinde ortak değerler etrafında toplanıp aidiyet duygusunun geliştirilmesi ve bilinç-şuur noktasına erişilmesi için heybede bulunabilecek bir değerdir.

VURUCU: Türk modernleşmesi Fransız modernleşmesini model almıştır. Osmanlıdan Cumhuriyete kadar bu değişmemiştir. Fransız modernleşmesi de kurumsal din olarak Hıristiyanlığa karşı mevzi kazanarak ilerlemiştir. Bu sebeple Fransız Milliyetçiliğinin sert laiklik zeminini Cumhuriyet döneminde de Türk milliyetçiliğine uyarlandığı ve ulus devlet inşasının dine karşı baskıcı politikalarla yürütüldüğü iddiasını değerlendirir misiniz?

ÖNER: Öncelikle bahsi geçen laiklik kavramının tam tanımını yapmak gerekir. Çünkü laiklik denilince akıllarda canlanan ilk şey ateizm oluyor. Oysa laiklik ne ateizmdir ne de "din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması" denilecek kadar basit bir kavramdır. Laiklik her ne kadar Batı dünyasına ithaf edilse de aslında bizim anlamamız gereken şekliyle Fransa, İtalya gibi Akdeniz ülkelerinde hayat bulan bir kavramdır. Bu ülkelerin ortak özellikleri, Katolik olmalarıdır. Öyleyse laikliğin doğrudan Hıristiyanlığa değil, aslında Katolikliğe karşı bir "baş kaldırı" olduğunu söyleyebiliriz. Yine bu ülkelerin anayasalarıyla kendini garantiye almış bir kavramdır. Eşdeğeri olarak bilinmesiyle genel bir yanılgının muhatabı olan sekülerlik ise daha ziyade Anglo-Sakson ve Germen köküne dayanan ülkelerde karşımıza çıkar. ABD, Almanya gibi… Bu ülkelerde ise hâkim kültür Protestan'dır. Biri (laiklik) için daha katı, diğeri (sekülerlik) için daha uysal bir dünyevileşme modelidir diyebiliriz. Laiklikte de sekülerlikte de "din" doğrudan doğruya reddedilip, yok sayılmaz. Bilinenin, daha doğrusu ön yargıların aksine öğretisinde materyalizm ya da ateizm temaları görmeyiz. Sadece "dünya hayatını yönlendirecek kanun ve nizamlar bütününün dinî bir referanstan değil bizzat dünyanın kendi içinden çıkarılmasını öngören bir kamu düzeni" benimsenir12. Burada karıştırılan ve bu karıştırmanın kimi çevrelerce bilerek ya da bilmeyerek kötüye kullanıldığı esas kavram laisizmdir. Bu kavram laikliğin ideolojik bir kılıf hâline getirilerek dine karşı ciddi bir tepkiye sahip, aşırı sert ve hatta ateist düşünceye yakınsayan bir bakıştır.

İşte Türk laikleşmesi de böyle bir kargaşa içinde kendi yolunu bulmuştur.

Bilinenin aksine laiklik kavramıyla Atatürk sayesinde tanışmadık. Laiklik, Türklerin öz kültüründen çıkan ve aynı zamanda Türk modernleşmesi ya da batılılaşma hareketlerinin hararetle işlendiği bir çağda tanışılan bir kavramdır. Bu sebeple de bütün formlarının birbirine girmesi ya da birbiri yerine kullanılması normaldir.

Türklerde modernleşme çalışmalarının öncesinde, Batı denilen dünya ile etkileşim sadece devlet erkânı seviyesinde ve askerî-siyasî ölçekle sınırlıydı. Ancak modernleşme hareketlerinin kıpırdanmalarının başlamasıyla Türk aydını da devreye girdi. Türk entelijansiyasının duruma el koymasıyla birlikte Türklerde, yalnızca var olan özelliklerin dönüşümünden bahsedemeyiz. Aynı zamanda yepyeni, daha önceden hiç bilinmeyen fikirler de o kudretli coğrafyanın sınırlarına girmeye başladı. Ancak yine de bu fikirleri derinlemesine inceleyecek derinliğe sahip kişilerin Batı ile henüz temas kurmayışı, meselelerin sığ bir düzlemde kalmasına, savunucularının da lümpenleşmesine sebep oldu. Bu sığ bakış, modernleşmeyi, Batı'yı olduğu gibi taklit etme zannetti. Devinim, bu devinimi pekiştiren bir birikim ve nihayet bir devrimle sonuçlanan bu sürecin arka planındaki esas kahramanın sanayileşme olduğu görülmedi.

Bizdeki samimi ama romantik vatan sevgisi, hızlı sonuç almak için kervanı yolda düzmeye alışkındır. Batı'da ise işler öyle yürümez. Fikirler, uzun zaman tartışılır, dönüp tekrar tartışılır; tüm tecrübe ve birikimler ile bütün olasılıklar bir araya getirildikten sonra bir sonuç elde edilir. Tabir caizse biz önce yapar sonra kavga ederiz; onlar önce kavga ederler sonra yaparlar. Aradaki fark, onların yaptığının sağlam, bizimkinin aksak olmasıdır!

Osmanlı sekülerleşmesinden Cumhuriyet laikliğine yer yer de laisizmine giden süreçte hem süzülmüş bir kümülatif birikimi hem de "ben yaptım oldu"culuğu görebiliriz. Cumhuriyet dönemi laiklik anlayışı bir sabah kalkıp hadi böyle yapalım denilen bir devrim değildi. Aslında Türk modernleşme hareketlerinin ilk adımlarının atıldığı zamanlardan beri Türk aydının çeşitli düzlemlerde gündemine aldığı, eylemleştirmeye gayret gösterdiği sekülerleşme birikiminin tezahürüydü diyebiliriz. Yine de dönemi, halkın yaşantısını ve milletin kültürünü göz önüne aldığımızda bu devrimin sert uygulamaları çeşitli tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki o dönem siyaseti uçsuz bucaksız bir hâkimiyete sahip coğrafyadan kalan son kara parçasını elinde tutmaktadır. Elindeki bu "küçük" mirası har vurup harman savuracak lüksü de yoktur. Kaldı ki o mirasa sahip olabilmek için verdiği mücadele, kaybettiği insan sayısı düşünülünce, bir daha onu değil kaybetmek, bunun ihtimalinin bile tüyler ürperttiği aşikârdır. Bastığı topraktan fışkıran kan kokusunun, hava diye teneffüs ettiği barut kokusunun birbirine karıştığı bir psikolojik ortamda böylesi radikal karar ve uygulamaların yaşanması doğaldır. Ayrıca bu yeni sistem, hezimete uğrasa da karşısında gücünü, kuvvetini kaybetmemiş Batı'ya ve içerideki derin muhalefete rağmen getirilmiştir.

Buna karşılık yapılan eleştirilerin bir parçasının da haksız olduğunu düşündüren bazı şeyler vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi laikliğin genel geçer ama eksik tanımı, din ve devlet işleri birbirinden ayrılmasıdır. Bu manada propagandisttir; aynı zamanda da akılda kalıcıdır. Yine de yeterli değildir. Laiklik bunun yanında, belki de ilk anlamından bile önemli bir imkâna sahiptir: Din ve vicdan özgürlüğü! Aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğünün de güvencesidir. Burada devlet, himayesi altındaki toplumun bütün tabakalarına eşit mesafede durmak zorundadır. Bir zümre, grup ya da cemaati kayıramaz, ayrımcılık yapamaz. En önemlisi de laik bir devlette yasalar, çağdaş hukuk verilerine dayandırılır. Referans pozitif hukuktur. Başka bir kaynağa ihtiyaç yoktur. Referansı dinden almaz; çünkü dinin ölçütleri sabittir. Oysa pozitif hukuk, zamanın ihtiyaçlarına, toplumun dinamiklerine göre hükümlerinde güncellemeler yapabilir. Bu anlamda da laiklik, yönetimde bir kolaylık, rahatlık sağlar. Ayrıca bu sistemde siyasi organizma olan devleti meydana getiren topluluk, en kıymetli statüye sahiptir. Artık o topluluk bir ümmet değil, millettir. O topluluğun içindeki her birey kul değil; vatandaştır. Yasalar karşısında da eşit hak ve hürriyetlere sahiptir. Öte yandan laik bir düzen, inanışta özgürlüğü de koruma altına alır. İnananların, özgürce inançlarını yaşayacakları bir ortam sağlar.

Cumhuriyet Dönemi özelinde, bu yenileşmelere ek olarak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması, tefsir-meal çalışmaları, bâtıl ve hurafelerden arındırma çalışmaları da yapılmıştır. Bütün bunlar düşünüldüğünde, Atatürk'e ve beraberindeki kadroya "elinde sopayla milleti dinsizleştirdi" minvalinden yüklenmek, en hafif tabirle haksızlıktır. O kadronun içinde din ile mesafeli veya doğrudan bağlantısız olanlar mevcuttu; bu doğru. Buna rağmen, bir taraftan devlet ve siyaset işlerinde esnekliği sağlamayı, hareket alanını açmayı hedefledi. Diğer taraftan da dinin, siyasetin dönüşümlerine maruz bırakılarak iktidarın varlığı ve devamlılığı için bir istismar aracı olarak kullanmasına izin vermiyordu. Onu koruyordu.

VURUCU: Bugün Türk milliyetçileri için İslam zemininde ister sentez ister ülkü ister düşünce veya Türk Müslümanlığı olsun, ister seküler değerlendirmeler olsun milliyetçilerin pozisyonu ne olmalıdır? Bu zeminde milliyetçilerin genel kabul görecek bir tavır geliştirebilmelerini sağlayacak fikri kabul ve değerlendirmeler bir ortaklık sağlayacak şekilde mümkün müdür?

ÖNER: Din hayatın içinde var olan, yok sayılamayacak bir konumdadır. Dolayısıyla yıllar boyu tarihi köklerden alınan ilham sayesinde Türk milliyetçileri için de önemli bir yere sahip olmuştur.

Özellikle 70'li yıllarda Komünizm yalnızca devlet ve sermaye ile değil aynı zamanda inançla da kavgalıydı. Milliyetçiler adına vatan savunması diyerek girdikleri bu mücadelede aslında sadece parçalanma ihtimali olan toprağı korumadılar. O toprak üzerinde varlığını sürdüren, içinde dinin de olduğu tüm değerleri koruma mücadelesi verdiler. Türk milliyetçiliği elbette temel değer olarak dini alıp onun üzerine inşa edilmedi. Bu ne ideolojinin oluşmasında böyleydi ne de siyasallaşmasında… Fakat din, milletin kültürel değerlerinden biriydi. Toplum hayatının içinde tarihten bugüne hayli yer kaplamış, karşılık bulmuş ve dinamik bir şekilde yaşanıyordu. Karşısında ciddi bir tehdit de vardı. Böyle bir ortamda Türk milliyetçilerinin dini görmezden gelmesi beklenemezdi.

Bugünün Türk milliyetçileri arasında ayrışmayı doğuran iki kavram: seküler milliyetçilik ve muhafazakâr milliyetçiliktir. Dahası bu iki kavram, kavram olarak değil; temsilcilerine verilen grup isimleri üzerinden kavga hâlindedir. Seküler milliyetçiler ve muhafazakâr milliyetçiler…

Muhafazakâr milliyetçilerin bugün "kavganın" bir tarafı hâline gelmesinin üç temel sebebi vardır. Birincisi, yukarıda bahsettiğimiz Komünist tehdit içinde değerleri savunma refleksinden kopamama. İkincisi 80 ihtilalinin baskı ve zulüm dolu anlarından kaçışı sağlayan psikolojik hâl. Üçüncüsü, tarihinin helal mirasını harama katıp yiyen bazı siyasi oluşumların yaptıkları temelsiz tanımlama ve propagandalardır.

Seküler milliyetçiler içinse durum biraz daha farklıdır. Protest bir geleneğe sahip ve dünyevîleşme anlamına gelen sekülerleşme, Türkler için Osmanlı Dönemi'ndeki 'baskı' ortamında "Türk modernleşmesi"nin temsilcileriyle kendini göstermiştir. Cumhuriyetin ilânıyla birlikte daha sert bir formu olan laikliğin kabulüyle devamlılığını sağlamıştır. Milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi olarak değerlendirdiğimizde, onu da seküler kabul etmek gerekir. Bu doğal hâl, zamanla hatta batılılaşma hareketlerinin temsilcilerinde bile problemli bir algılanmaya sahiptir. Çünkü bu kavram, bugüne kadar hep İslam karşıtlığı, İslam düşmanlığı olarak algılandı. Oysa sekülerleşme, sanayileşme kavramıyla bütünleşmelidir. Sanayileşme, dünya ile barışmanın ve dünya egemenliğinin bir sonucu olarak Batılı ülkelerde kendini göstermiştir13. Dolayısıyla sekülerlik dünya ile ilgilidir, dünya ile barışmadır ve dünyevileşmedir. Milliyetçilik de beşeriyeti ilgilendiren bir kavram olduğundan onun da seküler olduğunu söylemek yanlış değildir.

Buradan İslam karşıtlığı anlamı çıkmaz. Olsa olsa farklı hinterlanda sahip kavramlar oldukları sonucuna varılabilir. Ancak Türk milliyetçiliğinin siyasal formunun son dönem örneklerinde de aklı, bilimi ve milletin, yani beşeriyetin yararını öncelemenin dışında tavırlar gözlendi. Bu kendisini Türk milliyetçisi olarak tanımlayan bir kesimi rahatsız etti ve sekülerliğin temelinin dayandığı protest tavır burada da kendini gösterdi. Yine de zamanla bu baskıya karşı çıkma ve milliyetçiliğin temel argümanını savunma şekli, bilinçli ya da bilinçsiz değişim gösterdi. Bazı "seküler milliyetçiler", sekülerliğin dünyevileşme anlayışını kişisel inanç ve yaşantılarındaki reddiyelerle birleştirdiler. Zaten seküler olan milliyetçiliğin sıfatını tamlarken; kullandıkları ifade Türk'ün dışına çıktı. Türk milliyetçiliği artık sadece seküler milliyetçilik oldu. Bu yanlışa Batılılaşma hareketi sırasındaki Türk entelijansiyasında da rastlıyoruz. O zaman Batı'nın mutlak taklidi ile karşımıza çıkan yanlış sekülerleşme, bugün din karşıtlığı ve bunun propagandası ile çalışıyor. Tıpkı dün Namık Kemaller, Abdullah Cevdetler, Ahmet Rızalardaki gibi iyi niyetle…

Esasında milliyetçiler dindar olabilir ama inançsız da olabilir. Bu ne milliyetçiliği ilgilendirir ne de dini. Sadece kişinin kendisini ilgilendirir. Mesele dine bakışın, milliyetçiliğin önüne bir sıfat olarak getirilmesi ve propagandasının yapılması noktasında başlar. Hâlbuki propagandasının yapılması gereken tek şey, Türk milliyetçiliğinin kendisidir. Türk milliyetçiliğinin konumlandığı zeminden hareket sahasına kadar her şeyin çerçevesi bellidir. Hareket sahasında bu dünyayı ilgilendiren beşeriyet vardır. Bu dünyadaki kendi beşerî toplumu için iyi ve güzeli isteyen, onun için çalışan milliyetçiliğin zemininde ise diğer tüm unsurlarla birlikte manevî değerler de bulunmaktadır. Milliyetçi bilinç seviyesinde hareket ederken milleti oluşturan değerler grubunu da kabul etmek ama esas olanın millet olduğunu unutmamak gerekir.
_________

Milay Köktürk, Toplum ve Kültür, Ötüken Neşriyat, Ankara, 2017, s.289.
2 Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Adınlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1996, s. 91.
3 Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I-II, Divan Yayıncılık, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2006, s.305.
4 İskender Öksüz, Bilim, Din ve Türkçülük, Panama Yayıncılık, Ankara, 2018, s.13-14.
5 Alper Bilgili, "Bilimsel İlerleme ile Dinler Zaman İçinde Yok Mu Olacaktır?", Dini Cevaplar, ed. İsmail Özcan, İstanbul Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul, 2022, s. 123-129.
6 Mehmet İzzet, Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat, Ötüken Neşriyat, 4. Baskı, İstanbul, 2018, s. 205.
7 Milay Köktürk, Millet ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2016, s. 16.
8 https://millidusunce.com/misak/ulkuculuk/
9 Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Bordo-Siyah Yayınları, İstanbul, 2010; s.99-103
10 Ziya Gökalp, "Millet Nedir?", İçtimaiyat Mecmuası, Sayı 3, Haziran 1917.
11 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 2015, s. 459.
12 Durmuş Hocaoğlu, "Birer Dünyevîleşme Modeli olarak Laiklik ve Sekülerlik", Zaman Gazetesi, 30.07.1998.
13 Durmuş Hocaoğlu, Laisizmden Millî Sekülerizme, Selçuk Yayınları, Ankara, 1995, s. 386.

KAYNAKÇA

Related Posts

Leave Comments