Herkesin mutlaka kendine göre farklı bir hayatı ve bir hikâyesi vardır. Hasan Usta'nın hikâyesi, sadece kendine değil, onunla sohbet eden herkese farklı gelecektir. Toplumda 'On parmağında on marifet olan' insan sayısı çok değilse de Hasan Dulkadir'in marifetlerini anlatmaya on parmak yeterli gelmez, onu anlatmak için ayak parmaklarını da hesaba dahil etmek gerekir. Hem taksicilik hem de dede mesleği olan marangozluk yapan bir babanın evladı olarak 1986 yılında Malatya'nın Doğanşehir İlçesinin Sürgü Kasabasında açmış gözlerini hayata. Hasan Usta, 'Çocukluktan itibaren ahşap kokusuyla büyüdük' diyor ve gülerek devam ediyor:
"Babam, taksicilik ve marangozluğun ardından iş makinesi operatörü olarak belediyede işe girdi. Onun birden fazla alanda çalışması bizim çocukluğumuzun da renkli geçmesini sağladı. Babamın taksicilik yapması, küçük yaşlarda araba kullanmaya yöneltti, peşinden ahşapla haşır-neşir oldum. Hafta sonu ve akşamları marangozda çalışıp bir yandan da Sürgü'deki Meslek Yüksek Okulunun Su Ürünleri Bölümüne devam ettim. son olarak da babamın izinden giderek iş makinesi operatörü olmaya karar verdim. Önceleri ahşaba olan ilgim, daha sonra iş makinelerine yöneldi. Bu kararın ardından son sınıftayken bir süre iş makinesinde yağcı olarak çalıştım. Yağcı olarak çalışıyordum ama beni çeken ve aklımı başımdan alan yağın kokusu değil, küçüklüğümden itibaren burnumun en ince kılcal damarlarına sirayet eden ahşap kokusuydu. O kokuyu nasıl unutabilirdim ki? Köydeyken elime geçen her ahşabı bıçakla yontmayı alışkanlık ederek büyümüştüm. Örneğin, sigara içmediğim yıllarda elle ya da zımparayla ufak tefek motifler, sigara içtiğim zamanlar da ceviz dalından ağızlık yapıyordum."
Üniversiteye başlamadan önce on dokuz yaşlarında iken bağlama ile tanışmış. Çevresindeki insanların çoğu; 'Bu yaştan sonra bağlama çalmayı öğrenemezsin' demişse de aldırmamış Hasan Usta. 'Çevremdekileri nasıl dikkate alabilirdim ki? Küçüklüğümden beri bağlamaya ilgi duyuyordum. Çocukluk yıllarımda anamın çamaşır yıkarken kullandığı tokacın üzerine çivi çakıp arasına ip gererek saz yapar ve çalardım. Fakat o zamana kadar hayat koşuşturmacası arasında sıra gelmemişti.' diyor. İlk kez bağlama sahibi olmasını da tüm içtenliğiyle anlatıyor:
"Maddi sıkıntılarımız vardı. Cebimizde harçlık olmadığı günleri çok yaşadık. Köyde (Sürgü) bağlama çalmayı bilen tanıdığım birinin sap atmış eski bağlamasını, parasını üç taksitte ödemek şartıyla satın aldım. Bağlamanın sapı attığından sadece üst perdelerini kullanabiliyordum. Elime Çöğür Metotları diye bir kitap geçmişti. Kitaptan faydalanarak saz klavyesinin üzerindeki notaların yerini öğrenip kitaptaki birkaç türkünün notalarını da okuldaki müzik bilgimle çıkarıp çalmaya başladım. Yaklaşık bir yıl boyunca sapı atmış o bağlama ile uğraştım. Bir süre sonra bağlamadaki sesler kulağımda yer etmişti. Sonunda güzel bir bağlama almaya karar verdim."
Müzisyen olarak Orhan Gencebay'a hayran olduğunu söylemekten çekinmeyen Hasan Usta, Gencebay'ın şarkı sözlerinin çoğunun Cemal Safi'ye ait olduğunu, onun Türk Şiirinde zirve isimler arasında yer aldığını, kendisinin de Cemal Safi'nin şiirlerini çok beğendiğini belirtiyor. Kursa bile gitmeden, kendi kendine bağlama çalmayı öğrendiği yetmezmiş gibi, bağlama çalmaya da Orhan Gencebay eserleriyle başlamış. 'En zorundan başlamışsın' dediğimde, gülerek:
"Aynen öyle oldu. Tabi ki Türk Halk Müziğinin gönlümüzdeki yeri ayrı. Özellikle bizim gibi Doğu illerinde, kırsal kesimde büyüyüp yaşayan insanlar için Türk Halk Müziği apayrı bir yere sahip ama bende Orhan Gencebay diğerlerinden çok farklıydı" diyor.
Balık çiftliğini kurduktan dört yıl sonra askere gitmiş. 'Askerliğimi denizci olarak yaptım ama hiç gemiye binmedim. Şoför olmam nedeniyle denizi kenardan izlemekle yetindim' diyor.
Askerden döndüğünde çiftliğin zarar ettiğini görmüş ve kapatmaya karar vermiş. Aslında zarardan çok, aldığı çeklerin karşılıksız çıkması nedeniyle iflas etmiş. 'İşe eksi yirmilerden başlamış, askerden önceki dört yıllık sürede dengeyi sağlamıştım ama askerlik dönüşü aldığım çeklerin karşılıksız çıkması, beni eksi seksen-doksanlara çekti. Kaybettiğim meblağ başkalarına göre büyük olmayabilir ama bizim gibi derisi ince insanlar için altından kalkılacak gibi değildi. Balıkların hepsini toptan satmak yetmedi, açığı kapatmak için ilave olarak biraz da babama ait araziden satmak zorunda kaldım' diyor. Bu iflasın, hayatın çarkını kendisi için farklı bir şekilde döndürdüğünü belirtiyor.
"Hayatımız; marangozluk, şoförlük, operatörlük ve balıkçılıkla geçmişken bir anda kendimi başka bir alanda çalışırken buldum. Yaptığım iş ve çalıştığım kurum hakkında hiçbir bilgim olmadığı halde; Allah nasip etti, karayollarında taşeron işçisi olarak işe girdim. Şantiyelerin laboratuvarında araştırma teknisyeni olarak görev yapmaya başladım. Mesleğimle ilgili olarak gerekli kurslara katıldım ve bir takım sınavlara girdim. Hem teorik hem de pratik bilgim arttıkça daha farklı konumlarda buldum kendimi. Başladığı günden bittiği güne kadar beş yıl boyunca Erkenek tünelinin yapımında Kalite Kontrol ve Ar-Ge işleri yaptım. Beş yıl sonra şantiyemizin yeri değişti ve vardiyalı çalışma sistemine döndük. Daha önce vardiyalı sistem hakkında bilgim yoktu. Vardiyalı sisteme dönünce boş zamanlarım da çoğalmaya başladı. Kendimi bildiğim günden beri boş kalmaya alışmamıştım. Çünkü hayatımın her bölümü koşuşturmayla geçmişti. Bu yüzden bir şeylerle uğraşma gereği duydum. Bildiğiniz gibi karayollarında çalışanlar olarak sürekli dışarıda gezen insanlarız. Evde çok kalırsak kadın milletiyle dövüş kaçınılmaz oluyor."
Yine gülüşüyoruz. 'Bunu tüm erkekler yaşamıştır ağabey' derken gülüşmelerimizin şiddeti artıyor.
'Marangozluk bize yalnızca dedelerimizin değil, çocukluğumuzun mirasıydı. O toz, o talaş, o ahşabın kokusunu bir kez ciğerlerinize çekince daha farklı hissediyorsunuz' diyor. Boş zamanı çoğalınca, teyzesinin oğlu Ensar ile birlikte Malatya Büyükşehir Belediyesinin açtığı ahşap oyma kursuna devam etmiş. Eskiden beri ahşapla haşır neşir olduğundan kısa zamanda büyük mesafe kat etmiş. İlk olarak gürgen parça üzerine kurşun kalemle 'Er Rahim' yazıp oymaya başlamışlar. Gürgenin sertliği karşısında diğer kursiyerler zorlanırken Hasan Usta öğle vaktine kadar yarısını bitirmiş. Hızlı çalıştığı, ıskarpelaya peş peşe vurduğu için diğer kursiyerler çekiç sesinden rahatsız olmuş. O günden sonra diğer kursiyerlerin kendisine 'Ağaçkakan Kardeş' dediklerini söyleyince yine gülüşmeye başladık.
İletişim: hasan__dulkadir[a]hotmail.com
Bir gün ekmek almak üzere çarşıya geldiğinde dayısının Oğlu Mustafa usta ile beraber çalışan, Ensar'ın ağabeyi ve aynı zamanda iyi bir tespih ustası olan Ömer'in, Malatya'nın en eski iş hanlarından biri olan ve Akpınar Meydanında bulunan Elmas İşhanı'ndaki işyerine uğramış. Akrabası olan ustalarla sohbet ederken 'Mustafa ile Ömer'in yaptığı gibi bir işyeri kiralasam ne yapabilirim? Acaba boş bir dükkân var mı? Varsa kirası ne kadar?' diye düşünerek iş hanını gezmeye başlamış. Boş bir dükkân bulunca fiyatını sormuş ve uygun olduğunu görünce anında dükkân sahibiyle anlaşmış. 'Çarşıda, pazarda, kahvede boş boş gezmektense, evde oturup hanımla dövüşmektense hiçbir şey yapmasam da içeriye iki sandalye, bir de piknik tüpü atar, arkadaşlarımla oturur çay içerim. En azından boş vaktimi değerlendiririm.' diye düşünmüş. Sohbetin beni en çok etkileyen cümlelerinden birini burada söyledi:
"Bir şeyler üretmek güzel bir duygu ağabey. Boş durup boş boş etrafı seyretmek, boş boş oturup çay içmek, boş muhabbetler yapmak bana hiç cazip gelmedi şimdiye kadar. Hayatım boyunca bu böyle oldu. Çünkü kendimi bildiğim günden beri hiç boş durmadım. Hiçbir şey yapmasam bile en ufak bir boşlukta elime bir çöp alıp toprağı karıştırdım. Hep bir şeylerle meşgul olarak yaşadım. Bu dükkânı kiralarken de kâr amacı gütmedim. Ekmek alıp eve dönünce eşime dükkânı kiraladığımı söyledim. Tıpkı çocukluğumuzda izlediğimiz bir filmde, Keloğlan'a yaşlı anasının 'Ben seni tuz almaya gönderdim, sen gidip padişahın kızını aldın' dediği gibi eşim de bana; 'Ben seni ekmek almaya gönderdim, sen dükkân kiraladın geldin' dedi. Al bir kavga sebebi daha! Tabi o gün anladım ki; dükkânı tutmakla iyi yapmışım."
Yine hep beraber gülerken araya girdim:
"Haklısın Hasan Usta. Evde kalıp her gün kavga edeceğine, dükkân kiralayıp bir gün kavga etmek daha iyidir."
"Aynen öyle! Dediğim gibi ağabey. Otur dükkânına, bir masa, iki sandalye bir de piknik tüpü koy; bir demlik çay demle, iki arkadaşın gelsin muhabbet et. Akşama kadar evde oturulur mu? Neyse, yavaş yavaş ahşap işine başladım. İkinci el eşya satan bir yerden şu gördüğünüz masayı ve sandalyeleri, ardından da bir takım iskarpela ile bir miktar zımpara aldım. Bir yıl boyunca on beş-yirmi eser meydana getirdim. Yaptıklarımdan ücret karşılığı sattıklarım olduğu gibi çoğunluğu da yakın arkadaşlarıma ve dostlarıma hediye olarak gitti. Aslına bakarsanız para ile satılanlardan daha çok, hediye ettiklerimden dolayı mutluluk yaşadım. Bir insana kendi elinizle yapmış olduğunuz, yıllarca duvarda asılı durduğu halde özelliğini kaybetmeyecek bir şeyi hediye etmek farklı bir duygu. Atıyorum; yüz liraya, yüz elli liraya bir şey alarak renkli ambalajlara koyup hediye etmek yerine, kendi elinle o kişiye özel yapılmış bir şeyi hediye etmek daha gurur verici diye düşünüyorum."
Sohbetin bu bölümünde, Hasan Usta'nın en çok gurur duyduğu hediyesini, yanımızdaki Oğuzhan arkadaşımız söyledi:
"Hasan Usta, Zeytin Dalı Operasyonunun ilk şehidi Musa Özalkan'ın 'Vasiyetimdir. Şehit olursam Kurt-Ar Derneği aracılığı ile Telafer'deki Türkmen balalar için anaokulu-kreş veya kültür merkezinin, devletin bana vereceği paradan yaptırılması ve ismimin konması' dediği Kurt-Ar Derneğinin armasını da yapıp derneğe hediye etti. O eser şu an derneğin yönetim odasının başköşesinde yerini almış durumda. Derneğe bir yığın hediye gelir ama Hasan Usta'nın el emeği göz nuru olan arma, duvarın en üstünde asılı duruyor."
Oğuzhan arkadaşımızın sözünün bittiği yerden Hasan Usta devam etti:
"İşte benim için gurur verici olan şey bu! Kurt-Ar Derneği yardımlarıyla ve yaptığı işlerle Türkiye'nin gündeminde olan bir dernek. O derneğin genel merkezinde elimden çıkan bir eserin bulunması gerçekten gurur verici bir olay. Para ile satmam halinde yaptığım o parçadan kazandığım veya kazanacağım miktar ne olursa olsun, bir şehidin vasiyetine konu olmuş dernekte eserimin asılı olduğunu bilmenin mutluluğunu hangi para miktarı karşılayabilir ki? Bir de şu var: Mesela; bir akrabam veya dostum ev almışsa evine hediye olarak kendi elimle yaptığım bir şeyi götürmek anlatılmaz bir duygu."
Hasan Usta, ilerleyen zamanda dükkânı kapatmak zorunda kalmış. Şimdi teyze oğullarının dükkânında tespih imalatı yapıyor. Ama ahşaptan da vazgeçmiş değil. Tespih dükkânına da kendi el emeği ahşap oymalardan birkaç tane asmış. Enstrüman olarak cümbüşle de yetinmemiş Hasan Usta. Peşinden, kendi kendine ney üflemeyi, tambur ve ud çalmayı da öğrenmiş. Bu eğlenceli söyleşi sırasında kenarda duran bendir gözüme ilişti. 'Bunu da çalıyor musun?' diye sordum, 'En kısa zamanda o da olacak' diye cevap verdi.
Son olarak; 'Şu dünyada aşırı derecede yapmak isteyip de yapamadığın şey nedir?' dedim, 'Her türlü motorlu kara taşıtını sürdüm, sürmediğim bir tek tren kaldı' dedi. Bunu söylerken de manidar bir şekilde gözlerimin içine bakıyordu. 'O konuda sana bir şey diyemem. Demiryollarında çalıştığım halde brövem olmadığı için beni bile lokomotifin kumandasına geçirmezler' dedim. Cevabım, onu amacından vazgeçirmişe benzemiyordu. 'Kısmet!' dedi. 'Kim bilir belki bir gün o da olur!'
Sohbetin bitiminde, peşimizden kapıya kadar gelip çok özel bir sevincini de paylaştı bizimle. İnşallah, Hasan Usta on beş gün içinde baba olacak ve ilk çocuğunu kucağına alacak…
Mustafa ERKENEKLİ
18.03.2018-Malatya