Ayşegül Aldinç, Barış Manço'nun "Kara Sevda" şarkısıyla parlamış. Herkes ona hayran. Barış Manço o babacan sevimliliğiyle bugün bile çocuklarımıza dinlettiğimiz "Nane Limon Kabuğu"nu söylüyor. Sezen Aksu ise civciv modeli saçlarıyla Ara Dinkjian'ın, Hüseyni türkü "Odasına Girdim Fincan Elinde"den esinlenerek yaptığı "Dinata dinata"yı "Gel Gel Sarışınım Gel" diye söylüyor. "El Gibi", "Geçer", "Unut", "Sultan Süleyman", "Kavaklar" gibi şarkılar ise o albümde sönük kalmış ve efsane olmak için 15-20 yıl daha beklemeleri gerekiyordu. Babamın tamirhane dükkanında ise çıraklar İbo ve Ferdi çalardı. Babam bu müzikleri pek sevmez, Orhan Baba ve Türk Sanat Müziği çizgisinde istikrarını korurdu.
Vialli, Maldini, Mancini gibi isimlerle gençleşme operasyonu başlatan İtalya pek iddialı değil ama havalıydı. 90'ların Budizm modası henüz gelmediği için bunlar kendi hallerinde Katolik Hristiyanlar olarak takılıyorlardı muhtemelen. Saçlarını kazıtan da yoktu. O dönemin modası kaleci Zenga'nın altın zinciri ve Altobelli'nin topsakalıydı. İlk turu geçtiler, o zamanlar yarı final olan ikinci turda Ruslara yenildiler.
90'ların ilk yarısına hükmeden 3-5-2'nin altın çağının hemen başında Matthaus, Brehme, Klinsmann gibi isimlerle Almanya çok iyiydi. Hoca Beckenbauer, savunmada Köhler, Reuter gibi genç oyuncuları sahaya sürüp kumar oynuyordu. O yıllarda futbol taraftarlığında babasının izinden giden her çocuk gibi ben de Almanya'yı tutuyordum. Pardon, Batı Almanya'yı. Komünist işgalindeki doğu parçalarıyla birleşmek için 1,5 yıl daha beklemeleri gerekecekti. Baktım da 27 yıl geçmiş 1989'dan bu yana, hala ne kadar birleşebildikleri, komünizmin açtığı yaraları ne kadar sardıkları tartışmalı. İlk turu geçtiler. İkinci turda tüm zamanların en dramatik maçlarından birinde Hollanda'ya yenildiler. Bu maç Simon Kuper'in "Futbol Asla Sadece Futbol Değildir" kitabına futbolla hiç ilgilenmeyenlere bile tavsiye edebileceğim sosyolojik gözlem soslarıyla konu olmuştur.
Almanya'yı tutuyorduk tutmasına da Beşiktaş'ın hocası Gordon Milne ve o yıllarda Commodore 64'te oynadığım Tracksuit Manager, Football Manager vb. oyunların, hatta adı üzerinden sürekli geyik yaptığımız Süt Kupasının (League Cup'ın o zamanki hali) da etkisiyle İngiliz ligi de güzel geliyordu. En azından oyuncuların isimlerine, düşük çözünürlüklü grafiklerdeki hallerine aşinaydık. Pis bıyıklı tek vuruş golcüsü Ian Rush'ı İngiliz milli takımına neden almadıklarını düşünür düşünür işin içinden çıkamazdım. Sonra öğrendim ki adam Galliymiş. Tüm zamanların en iyi sol açıklarından John Barnes, müthiş pasör Beardsley, yıllar sonrasında bile "Lineker'i gördün mü abi" geyiklerine konu olan efsane golcüleri ve tabi ki o yıllarda Fransa'da takılan Hoddle, Waddle, Hateley üçlüsü. Ne mi oldu? 3 maçta 0 puan. Bilhassa İrlanda mağlubiyeti İngilizlerin canını çok acıttı. Aslında bize sürekli 8 atan bu heriflerin kupada madara olması ülke olarak biraz olsun yüreğimizi rahatlatmıştı. "Beter olun mağrur İngilizler" klişesi çok kullanılırdı.
Sovyetler Birliği. Zaten doğuştan gıcığım. Henüz dağılmamışlar ve hala süper güç havalarındalar. Meğer ekonomileri dibe vurmuş ama yıllarca çaktırmamışlar. Glasnost, perestroyka gibi kelimeler henüz tam anlamıyla fiiliyata geçmemiş. Kırım Tatarları hala sürgünde ve Moskova'da yaptıkları gösterilerin üzerinden tam bir sene geçmiş. 1987'nin Temmuz ayında 2000 civarı Kırım Tatarı Kızılmeydan'a dağınık gruplar halinde gelip birden organize olarak yaptıkları gösterilerle dünyaya seslerini duyurmuştu. Gerçi içlerinde öldüresiye dövülenler, sonrasında o darbelerin izlerini beyin hasarı olarak ömür boyu taşıyacak olanlar vardı ama dünya duymuştu olanları. Dünyaya güzellikler vaadeden komünizmin maskesi hepten yere çalınmıştı. Bu başlı başına yazı konusu olacak bir kahramanlık hikayesidir aslında. Tabi bir de önceki sene oynanan Beşiktaş-Dinamo Kiev maçından öfkemiz hala duruyordu. Ama iyi takım kurmuştu Lobanovski. Blochin futbolu bırakmıştı ama dünyanın en iyi forvetlerinden biri olan Belanov, bonus kafalı ortasaha oyuncusu Zavarov, Mihaliçenko, Dobrovolski, Litovçenko gibi isimler hala duruyordu. Efsane kaleci Rinat Dasayev ve Frankenstein tipli savunma oyuncusu Vagiz Khidiatulin'in Kazan Tatarı olduklarını yıllar sonra öğrenmiştim.
Ve Hollanda. Tamam Ajax'ı, PSV'yi Avrupa kupaları özetlerinden biraz biliyorduk. Hatta iki sene öncesinde Bursaspor olarak Ajax'la pek de hoş olmayan bir kupa galipleri kupası ilk tur eşleşmesi olmuştu. Hani başkan Çağlar'ın Bursa'daki maçın bilet fiyatlarını normalin 10 katı yaptığı, stad boş kalınca da ikinci yarı bütün şehre "kapılar açıldı, isteyen gelsin" duyurusunun yapıldığı ilk maç. Hollanda'daki ikinci ayağı ne siz sorun ne ben söyleyeyim. PSV'yi de Galatasaray eşleşmesinden biliyorduk. Ama oynadıkları dünya kupası finalleri sırasında henüz dünyada olmayanlar, sarı fare Cruyff'u sadece ismen bilen benim gibiler için milli takımları muammaydı. Hem o da ne biçim renkti? Portakal rengi forma mı olurdu. O Gullit de ne biçim bir tipti öyle makarna saçlarıyla? Bir de Winter, Rijkaard, Menzo falan ne biçim Hollandalıydı. Hiç Hollandalı zenci olur muydu? Prototiplerle düşünmeye alışmış ilkokul öğrencisi halimizle anlamıyorduk. Surinamlıymış onlar. Surinam da neresi? Aç atlasa bak. Heh yer bulmaca ve başkent bilmece yarışmaları için kazık soru şimdiden cepte. Uzak yakın demeden topa abanıp jeneriklik goller atan Koeman, Mühren gibi oyuncuları da müthişti. Belki de tüm zamanların izlemesi en keyif veren takımlarından biriydi Rinus Michels'in Hollandası. 2007'de Münih havaalanında Koeman'la karşılaştığımda küçük bir çocuk gibi "Hayranındık ey Koeman, çok büyük oyuncuydun, çok iyi takımdınız" cümlelerini etmeme vesile olmuştur. Final maçında Van Basten'in durumu 2-0 yapan golü ise Sovyetler'in tabutuna çakılan çivi gibi olmuştu. Rocky 4'ü bilen bilir. Özel laboratuarlarda biyonik adam olarak yetiştirilmiş İvan Drago ve Rocky'nin mücadelesi anlatılırdı. Hollanda-Sovyetler finali de bu maçın gerçek hayattaki bir tekrarıydı aslında. Sovyet takımının futbol antrenmanlarının yanında temel fizik eğitimi de aldığı bilinirdi o yıllarda. Kaleci Dasayev, Van Basten'in golü sonrasında : "O açıdan o vuruş tekniğiyle topun o hıza erişmesini beklemiyordum" demişti. Gerçekten de açısal hız, itme, momentum, eğik atış gibi konularda ders niyetine okutulması gereken, hem estetik hem de taşıdığı anlam açısından efsanevi bir goldü. Hollanda, o zamanlar bugünkü gibi değildi. Uçak düşürerek 200 vatandaşını öldüren Rus teröristlere güzellemeler yapan, Putin'in propaganda desteğiyle güçlenen Wilders gibi politikacılar adamdan sayılmaz, marjinal kabul edilirdi.
1986 dünya kupasının flaş takımlarından olan, Piontek'in yönettiği Danimarka bu turnuvada pek bir şey yapamadı. Piontek'in Türk milli takımının başına geçerek pivot santrfor, pres, defansif ortasaha gibi kavramları tanıtarak farklı mağlubiyetleri unutturmasına daha iki yıl vardı. Zubizareta, Butragueno, Michel, Martin Vazquez, Gordillo gibi efsane isimlerin oynadığı İspanya da etkisizdi bu turnuvada. İrlanda Cumhuriyeti ise kupanın en büyük sürprizlerinden birine imza atmıştı. O yıllarda İngiliz ligini domine eden Liverpool'un Ronnie Whelan, Ray Houghton, John Aldridge gibi oyuncuları vardı takımda. Manchester United, Arsenal ve Newcastle'dan da bir çok isim vardı. Gruptaki Hollanda maçının son dakikalarına kadar direndiler ama Kieft'in kafa vuruşuna Bonner'ın ters ayakta yakalanmasıyla işleri bitti. Güzel izler bıraktılar. Tabi taraftarlarının, makineleşmiş İspanya'dan fark yerken "Umrumda değil lan futbolunuz" dercesine bağıra çağıra Fields of Athenry söyleyerek gönüllerde yer edecekleri bir de 2012 şampiyonası vardır ki o başlı başına bir yazı konusudur.