Dördüncü Fransız Cumhuriyeti
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine değin dünyadaki süper güçlerden biri olan Fransa, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar tarafından ağır bir hezimete uğratılarak işgal edildi. Fransızlar, dört yıllık işgalden ancak Birleşik Devletlerin ve İngiltere'nin yardımıyla kurtulabildiler. Fransa'nın kurtuluşundan sonra Paris'e gelen Fransız direnişin sembol ismi General Charles De Gaulle, geçiş hükümetinin başbakanlığını üstlendi. De Gaulle, bu süreçte Fransa'nın tarihsel mirasına yeniden kavuşabilmesi için devlet başkanına geniş yetkiler tanıyan, yürütmeyi hızlandıran ve meclisi ikinci plana atan bir anayasaya istiyordu. Böylelikle Fransa çok kısa süre içerisinde kendini toplayarak yeniden süper güçler arasına girebilirdi. De Gaulle'ün tüm talepleri, geçiş hükümetindeki diğer kesimler tarafından "diktatörlük doğurur" gerekçesiyle reddedildi. Bu tutumu protesto için De Gaulle istifa ederek siyasetten çekildi. Geçiş hükümeti, 1946 yılında parlamenter demokrasiyi esas alan anayasayı kabul ederek dördüncü Fransız cumhuriyetini ilan etti.
Dördüncü cumhuriyet döneminde Fransa, partiler arası kısır çekişmelere sahne oldu. On iki yıl boyunca koalisyon hükümetlerince yönetildi. Yeniden dirilmek bir yana yeni sorun üretmemek için çabalar bir hal aldı. Ekonomiye durağanlık egemen oldu. Devlet otoritesinin temsile dönüşmesi, bütün Fransa'yı özgürlük adı altında yozlaşmaya ve soysuzlaşmaya terk etti. Fransa Komünist Partisi, "Kızıl Ordu, Paris'e girse biz onların yanında yer alırız" diyecek kadar seciyesizleşti. Koca Fransa, dış politikada Amerika'nın bir uydu devletine dönüştü. Sekiz yıl süren Birinci Çinhindi Savaşı'nı kaybetti. 1956 yılında Mısır'ın Süveyş Kanalı'nı millileştirmesine karşı İngiltere ve İsrail ile birlikte askeri müdahale gerçekleştirdi. Askeri açıdan başarı sağlansa da Amerika'nın tarafsız kalması ve Sovyetler Birliği'nin Fransa'yı, Paris'e nükleer bomba atmakla tehdit etmesi, Fransa'nın geri çekilmesine neden oldu. Cezayir sorunu içinden çıkılmaz bir hal aldı. Böyle bir Fransa'da, işgal Fransa'sındaki direnişin önderi olan General Charles De Gaulle, parti kurarak seçimlere girdi (1947-53). Hiçbir başarı sağlayamadı.
İhtilal
1958 yılının ortalarına gelindiğinde (Mayıs) Fransa'nın Cezayir kolonisinde yaşayan Fransızlar (kolonlar) ayaklanarak ihtilal yaptı. Cezayir'deki bütün hükümet binalarını işgal etti. Cezayir'de bulunan Fransız askeri kuvvetleri, ihtilalcilerin yanında yer alarak Cezayir yönetimine el koydu. İhtilalci generaller, Fransa'yı düştüğü bu rezil durumdan ancak De Gaulle'ün kurtaracağını düşünerek, Paris Hükümeti'ne De Gaulle'ü başbakan yapmasını emretti. Paris Hükümeti emri kabul etmedi. Buna karşın ihtilal kuvvetleri, paraşüt indirmesi gerçekleştirerek Korsika adasını kurtardı. Hükümeti, aynı harekatı Paris'e yapmakla tehdit etti. Fransa bir iç savaşın eşiğindeydi. Paris Hükümeti geri adım atarak De Gaulle'ü başbakan olarak görevlendirdi (Komünist Parti, desteklemedi).
Beşinci Fransız Cumhuriyeti
1944 yılından itibaren Fransa'nın sorunlarının parlamentodan, partilerden ve politikacılardan öte sistemden kaynaklandığını düşünen De Gaulle, başbakanlığı yeni bir anayasa yapılması şartıyla kabul etti. Dördüncü Cumhuriyet Anayasası'nın demokratik yönlerini törpüleyerek cumhurbaşkanına geniş yetkiler tanıyan, yürütmeyi güçlendiren ve parlamentoyu ikinci plana atan yarı-başkanlığa uygun otoriter bir anayasa hazırlattı. Hazırlanan anayasa, halk oylamasıyla yürürlüğe girdi. Fransa'da beşinci cumhuriyet ilan edildi. De Gaulle, otuz yıldır beklediği yetkileri nihayet elde etti. 1959 yılında Fransa Cumhurbaşkanı oldu.
Ulusal Bir Kahraman: General Charles De Gaulle
Halis Fransız De Gaulle, on yıllık cumhurbaşkanlığı dönemi boyunca Fransa'nın tam bağımsızlığını sağlamak için gayret gösterdi. Fransa için bir kangren halini alan Cezayir sorununu, Cezayir'in bağımsızlığını tanıyarak çözdü (1962). Böylece Fransa'yı sırtındaki en büyük kamburdan kurtardı. Hem Cezayir konusunda rahatsız olan orduyu meşgul etmek hem de 1956 Süveyş krizinde yaşanan durumun bir daha tekrarlanmaması için tüm itirazlara rağmen nükleer silah çalışmalarına başladı ve başardı. Böylece Amerika güdümünden uzaklaştı. Diplomaside daha aktif bir rol üstlenerek doğu bloğu ülkelerle ilişkiler geliştirdi. Amerika'ya rağmen Çin Halk Cumhuriyeti'ni tanıdı(1964). Çağın birlikler çağı olduğunu kavrayarak, "Atlantik'ten Urallara birleşik Avrupa Devleti" sloganıyla Amerika-Sovyetler arasında üçüncü bir güç kurulması için çalıştı. Fransa'nın merkezde olacağı bir Avrupa Devleti için Almanya ile birlikte Avrupa Birliği'ni güçlendirdi. Doğu Avrupa'ya detant önerdi. Amerika'nın Truva atı olarak gördüğü İngiltere'ye karşı tavır aldı. İngiltere'nin Avrupa Birliği'ne giriş için yaptığı iki başvuruyu da veto etti. Askeri bir ittifak örgütü olan NATO'nun askeri kanadından çekildi(1963). Karma ekonominin getirilerinden faydalanarak iki yüzyıl sonra İngiltere'yi ekonomide geçmeyi başardı. Fransızlar arasında erimekte olan Fransız değerlerini yeniden canlandırdı. Tam anlamıyla on yılda ulusal bir dirilişi gerçekleştirdi. Fransız siyasetine Gaullizm adında milli bir değer kazandırdı.
Demokratik İlkeler ve Ulusal Çıkarlar
Parlamenter demokrasinin esas alındığı dördüncü cumhuriyet döneminde milyonlarca seçmenin, binlerce aydının, yüzlerce politikacının, onlarca partinin, liderlerin on iki yıl boyunca yapamadığını Charles De Gaulle, tek başına on yılda yaptı. Fransa'da bir diktatörlük de doğmadı. Eğer 1944-46 yılları arasındaki Fransa Geçiş Hükümeti, demokratik ilkelerde gereksiz yere ısrar etmeseydi, De Gaulle, Fransız uyanışını daha o dönem başlatabilir, birçok sorunu çıkmaza girmeden çözebilir ve gereken düzenlemeleri uzun vadede gerçekleştirebilirdi. Bu niyetle parti kurarak politikaya giren De Gaulle, 1947-53 yılları arasında tüm tarihi ve askeri karizmasına rağmen Fransız halkını ikna edemedi. Fransız halkı, De Gaulle gibi bir şahsiyet dururken başka birine hükümet kurma görevi verdi. Şimdi "Fransız halkı, doğru bir karar verdi" diyebilir miyiz? Dördüncü cumhuriyet dönemi ve parlamenter demokrasi denemesi, Fransa için on iki yılın hebasından başka bir anlam taşımamaktadır. Zaten De Gaulle'ün yaptıklarını dördüncü cumhuriyet anayasası veya parlamenter demokrasiyle yapmak mümkün değildir.
Çünkü bir toplumun mevcut sorunlarını belirlemek, bu sorunlara çözüm üretmek mühim değildir. Mühim olan, üretilen çözümleri toplumun tüm dirençlerini kırarak kararlı bir biçimde uygulamaktır. Örneğin yaşayarak gözlemlediğimiz Türk toplumunun, hem yüzeysel hem köklü nice sorunu vardır. Ortak bir akıl, aşağı yukarı bu sorunların çözümünü ortaya koymaktadır. Fakat köklü sorunlarımızı çözmek bir yana her yıl, her dönem yeni bir sorun ile karşı karşıya kalıyoruz.
Misal, Türkiye'nin doğu ve güneydoğu bölgesi başta olmak üzere bütün yurdumuzda bir güvenlik sorunu haline gelen bölücü teröre karşı, otuz dört yıl boyunca hiçbir başarı sağlanamamıştır. Hatta Türkiye'nin de basiretsiz politikalarıyla bölücü terör en güçlü dönemini yaşamaktadır. Siyasi kanadı olan parti, mecliste elli vekilin üstünde temsil edilmekte, sol basını kendine çekmekte, yüzlerce ilçe ve onlarca il belediyesi kazanmakta, güçlü olduğu bölgelerden vergi toplamaktadır. Örgütün, Suriye kolu Fırat'ın doğusunda devletleşmiş, uluslararası politikada bir unsur olmuştur. ANAP-Özal, DYP-Demirel, DSP-Ecevit, RP-Erbakan, AKP-Erdoğan bu sorun karşısında ne gibi bir başarı elde edebildiler? Hiç! Otuz yılı aşkın süredir, Türk halkının gençlerini göz göre göre bir meçhulün içine bıraktılar. Milletin güveliğini, sandalye hesaplarına alet ettiler. Bir başka misal de Fethullahçı Terör Örgütü. Bugün oy kullanabilen herkes bu sorunun sağ, sol, dönem fark etmeksizin politikacılardan kaynakladığını bilmektedir. Halkın çocuklarını oralara yönlendiren veya mecbur eden de politikacılardır. 17 Aralık 2013 tarihine kadar, sivil aydınların ve askeri yetkililerin her türlü uyarısına rağmen bu sorunun çözümünü geçtik, önlemek için hiçbir çalışma yapılmamıştır. Yapmaya yeltenenler, jitemci, darbeci, eşkıya denilerek derdest edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'nın itiraf ettiği gibi Türk Devleti, bir beka sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. Şimdi böyle bir toplumun nükleer silah yaparak, ulusal güvenliğini güvence altına alabileceğine inanmak mümkün müdür? Genelkurmay'ın kozmik odasına girenler, bir gün nükleer silahın yönetimini de ele geçirmeyeceğinin garantisini kim verebilir? Biz, otomobil yapamamış bir ulusuz. Nasıl değişen ve dönüşen dünyaya uyum sağlayıp, çağdaş dünyayı yakalayacağız?
Tüm bunlara sebep olanlar 1983-2013 yılları arasındaki politikacılardır. Peki, bu politikacılar bu yetkileri kimden almaktadır? Halktan. Tüm oklar halkı gösterdiği zaman karşıtlarımız haklı olarak "Efendim, halkı suçlayamayız" diye cevap vermektedir. Doğru, halk suçlanamaz lakin sistem gayet suçlanabilir. Nasıl nasyonal sosyalizm, Marksizm, otoriterlik, diktatörlük suçlanıyorsa demokrasi de suçlanabilir. Yasama erkini, yani kanun koyma, kanun değiştirme, kanun kaldırma yetkisini, irrasyonel düşünen ve hareket eden kitlelerin reylerine, insafına ve inisiyatifine bırakmak, Çinlileri Türkleştirmeye çalışmaya eşdeğerdir. Toplum içindeki bireyin hak ve hürriyetlerini güvence altına alan yasalar, Türk devletinin tarihi niteliğini devam ettiren temayüller, Türk Ulusunu çağdaşlaştırmaya yönelik devrimler, parti programından, hükümet politikalarından öte devletin ülküsü olmalıdır. Eğer bu yasalar, halkın reyleriyle seçilen politikacılarının elinde olursa, politikacılar halk oylamasıyla, meclis çoğunluğuyla kanunları yavaş yavaş değiştirerek, kaldırarak veya yeni kanunlar çıkararak, önündeki tüm engelleri aşar ve demorkatörizmini inşa eder. 2002-19 yıllarını yaşayarak gördük. Bunun için yukarıda altını çizdiğim üç başlığa yönelik kanunlar, kendini ulusuna ve insanlığa kanıtlamış, işinde tecrübe edinmiş, milli hassasiyetleri olan kişilerden oluşan bir devlet kurulunca güvence altına alınması lazımdır. Toplumumuzdaki bilimsel eğitim, seküler yaşam, kadın özgürlüğü, milli çıkarlar için bu kaçınılmazdır. Aksi halde, Türkiye'nin bir çeyrek asır sonrası Afganistan olma belkiliği hiç de uzak görünmemektedir.
Sanki bütün toplumsal yapımız, coğrafi konumumuz, tarihsel sürecimiz birmiş gibi hep önümüze konan batı demokrasisinin bugün içine düştüğü çıkmaz da demokrasinin çürümek üzere bir sistem olduğunu göstermektedir. Avrupa, demokratik ilkelerle ne mülteci akınını, ne küreselleşmeyi, ne üçüncü Moskof istilasını ne de iç sorunlarını çözebilmektedir. Kanıtı da Avrupa seçmenlerinin, merkez partilerden radikal partilere yönelmesidir. Karl Marx'ın yüz yetmiş yıl evvel ifade ettiği gibi "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor". Bu hayalet, komünizmin değil nasyonalizmin hayaletidir. Bütün egemen Avrupa güçleri, ulusların yeniden uyanışını durdurmak için var güçleriyle mücadele ediyorlar. Değişim karşısında direnmeye çalışıyorlar.
Oysaki değişim, tabiatın bir kanunudur. Tabiat ile birlikte tabiatın çocuğu olan insan ve insanların bir arada yaşama zorunluluğuyla doğan toplum, bu değişim kanuna mahkumdur. Bunun içindir ki, Charles R. Darwin, tabiat üzerinde vuku bulan yaşam mücadelesinde hayatta kalmayı "Ne en güçlü olan tür hayatta kalır, ne de en zeki olan... Değişime en çok adapte olabilendir, hayatta kalan" sözüyle özetlemiştir. Dünyada bir değişim ve dönüşüm içerisindedir. Eğer Francis Fukuyama gibi liberal demokrasiyi tarihin sonu olarak görmüyorsak, değişen dünyaya bizi uyumlaştıracak milli bir sistemi inşa etmeliyiz. Çağında milli devletler değil bir federasyonlar çağı olduğunu idrak ederek Türkiye'nin merkezde olacağı en gerçekçi federasyona dahil olmalıyız.
Tarihin Türk milliyetçilerine, bu devirde yüklediği görev, bunları sağlamaktır.
Tanrı, Türklüğü korusun!