ERMENİLERİN İNTİKAM HAREKETİ: NEMESİS OPERASYONU
Birinci Cihan Harbi yılları, Osmanlı İmparatorluğu için (özellikle Doğu bölgelerinde) en karmaşık ve hareketli olaylarının yaşandığı yıllar olmuştur. Özellikle bölgede yaşayan Ermeniler 19.yüzyılın ortalarından itibaren isyan ve başkaldırı hareketlerine başlamışlardır. Devrimci faaliyetleri amaç edinen ilk siyasi yapılanma 1885 yılında Van'da Mıgırdıç Portakalyan'ın öğrencileri tarafından kurulan Armenakan adında bir cemiyettir. Bununla birlikte 1886 yılında Avedis Nazarbeg tarafından İsviçre'de kurulan "Hınçak Komitesi" ve 1890 yılında Tiflis'te temeli atılan "Taşnaksutyun (Ermeni İhtilal Cemiyetleri Federasyonu)" gibi Ermenistan'ın bağımsızlığını sağlamak ve "Büyük Ermenistan" hayalini gerçekleştirmek iddiasında olan komiteler, bu dönemin karmaşık ve hareketli geçmesinin en büyük müsebbiplerinden olmuşlardır. Başta Rusya olmak üzere diğer Avrupalı devletlerden de destek gören bu Ermeni cemiyetleri kuruldukları günlerden itibaren Ermeni toplumunu, kendilerini yüzyıllardır "millet-i sadıka" olarak gören Osmanlı İmparatorluğu ve Türk milletine karşı kışkırtmak için her şeyi yapmışlardır. Söz konusu Ermeni cemiyetleri, terör, tedhiş, isyan vb. faaliyetler içerisine girerek, Ermeni halkını, bağımsız bir büyük Ermenistan hayalinin peşinden sürüklemişlerdir. XIX. yüzyılın sonunda başlatılan bu zararlı faaliyetler, zamanla başarıya ulaşacak ve Osmanlı Devleti içerisinde geniş çaplı Ermeni isyanları çıkmaya başlayacaktır. Özellikle Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na girmesiyle de Ermeni cemiyetleri, İtilaf Devletleri ile iş birliği yaparak, Osmanlı sınırları içerisinde Ermenilerin yoğun olarak bulundukları her yerde isyanlar tertipleyeceklerdir. Bu isyanların temel amacı ise, İtilaf devletlerine, Osmanlı'nın parçalanmasında yardımcı olmak ve sonuç olarak Osmanlı topraklarında İtilaf Devletlerince Ermenilere vaat edilen Ermenistan'ı kurmaktı. Ancak, I. Dünya Savaşında birçok cephede savaşmak durumunda kalan Osmanlı Devleti, özellikle Kafkas Cephesi'nde Ermenilerin çıkardıkları bu isyanlara ve bölgedeki Müslüman ahalinin katledilmesi olaylarına daha fazla dayanamayarak savaş bölgesindeki Ermenileri, 1915 yılında çıkarılan Sevk ve İskân kanunu ile güney vilâyetlere göç ettirmek zorunda kaldı. Bu sebeplerden dolayı gerçekleşen bu göç, Ermeni komiteleri ve İtilaf Devletleri tarafından bir propaganda unsuru haline getirilmiştir. Bu göç dünya kamuoyuna, Ermenilerin Osmanlı Hükümeti tarafından soykırıma uğratıldığı şeklinde yansıtılmış ve Osmanlı Devleti soykırım suçu işlemekle suçlanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu topraklarında bağımsız bir Ermenistan yaratılması maksadıyla kurulan Taşnak Partisi Cihan Harbi'nin ardından 1915 tehcirini planladığını ve uyguladığını düşündükleri devlet adamlarına karşı bir suikast timi oluşturdu. İntikam, tehcirden sorumlu devlet adamlarının öldürülmesi ile alınacaktı. Yapılacak suikastlara kindarlığı ve acımasızlığı ile bilinen Yunan intikam tanrıçası "Nemesis"in adı verildi. Operasyonların organize edilme işini ise Şahan Natali adında Elazığlı bir Ermeni üstlendi. 1884'te doğan ve 11 yaşındayken bütün akrabalarının Hamidiye Alayları tarafından öldürüldüğünü söyleyen Şahan Natali'yi bir Yunan aile saklamış, Elâzığ'daki Amerikan Koleji'nde okutmuş, daha sonra da Amerika'da yaşayan zengin bir Ermeni'ye evlâtlık vererek New York'a göndermişlerdi. 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilânından sonra Elâzığ'a dönen Şahan Natali, 1909'da Adana olaylarının patlaması üzerine yeniden Amerika'ya gitti. Boston Üniversitesi'ni bitirdi ve Amerikan vatandaşı oldu. Erivan'da 1919 sonbaharında toplanan Taşnak Kongresi'ne katıldı ve "Nemesis" operasyonlarının temeli bu kongrede atıldı. Kongrede alınan kararları uygulamaya geçiren Ermeni teröristler, Talat Paşa, Said Halim Paşa, Cemal Paşa, Dr. Bahaeddin Şakir, Cemal Azmi Bey, Fetali Han Hoyski, Behbud Han Cevanşir gibi Osmanlı Devleti ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nde görev yapmış büyük devlet adamlarımızı şehit ettikleri gibi; kongre kararı gereği işbirlikçilikle suçladıkları Vahe İhsan, Mıgırdıç Harutunyan ve Hemayak Aramyan gibi Ermenileri de öldürmüştür. Bu yazımda; Ermeni teröristlerin uygulamaya koyduğu Nemesis Operasyonu sonucunda Berlin'de şehit edilen Dr. Bahattin Şakir ve Cemal Azmi Bey'i ele alacağım.
TRABZON VALİSİ ARAPKİRLİ CEMAL AZMİ BEY
Mehmed Cemal Azmi 1868 yılında Arapkir'de dünyaya geldi. Babası Tapu İdaresi müdürlerinden Osman Nuri Bey, annesi Gülsüm Hanım'dır. Arapkir'deki ilk öğreniminin ardından İstanbul'a gelerek Mahmudiye Rüştiyesi ve Mülkiye Mektebi'nde tahsilini tamamladı. Okulunu bitirdiği sene Elâzığ İdadisi'nde Jeoloji, Astronomi ve Trigonometri dersleri veren Cemal Azmi Bey, 1892 yılında Şam'daki Islahhane Mektebi'ne tayin edildi. Bu okul kimsesiz çocukların barınması ve tahsil görmesini amaçlayan bir okuldu. 1893 yılında kaymakamlık stajını tamamlayan Cemal Azmi sırasıyla Suşehri, Ustrumca, Avrethisar ve Kosova Merkez Kazaları kaymakamlıklarında bulundu.
Cemal Azmi Bey, Kosova Merkez Kazaları kaymakamlığında bulunduğu sırada İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne girerek İkinci Meşrutiyet'in ilânında aktif rol oynar. Meşrutiyet'in ilânının ardından, 25 Ocak 1909 tarihinde Senice Mutasarrıf vekilliğine tayin edilir. Bu görevde asaleti tasdik edildikten sonra, 19 Temmuz 1911'de Siverek, 11 Temmuz 1912'de Bolu, 9 Nisan 1914 tarihinde ise Lazistan Sancağı Mutasarrıfı olur.
Cemal Azmi'nin Avrethisar'da kaymakamlık yaptığı dönemde Balkanlardaki komitacılar da çoğalmış ve coğrafyayı kan gölüne çevirmişlerdi. Cemal Azmi Bey de bölgesindeki isyan faaliyetlerine karşı her türlü çalışmanın içerisinde yer alarak vatanperver bir kaymakam portresi çizdi. Sadece isyan hareketlerine karşı tutumu ile değil; kendisi gibi bölgede görev yapan devlet yetkililerinin dış baskılar karşısında hep yanlarında bulundu. Özellikle Selanik'in Razlık Kazası Kaymakamı Tahsin Uzer'in bölgedeki Bulgar isyanlarını bastırırken işkenceye başvurduğu iddiası ile görevden el çektirilmesi olayında hazırladığı raporla Tahsin Bey'in görevde kalmasını sağladığı gibi Selanik Valisi Hasan Fehmi Paşa tarafından teşekkür telgrafına mazhar olmasına vesile olmuştur.
Cemal Azmi Bey'in ününe ün katacak ve belki de şehit edilmesine sebep olacak görevi ise Trabzon Valiliği olmuştur. Cihan Harbinin patlak vereceği emareleri belirmeye başladığında, İttihad ve Terakki Hükümeti de savaş ihtimalini göz önüne alarak gerekli hazırlıkları yapmaya başlamıştı. Teşkilât-ı Mahsusa'nın İstanbul'daki ileri gelenleri savaş hazırlıklarını yürütmek, muhtemel savaş bölgelerindeki faaliyetleri organize etmek üzere çeşitli bölgelere gönderildiler. İttihad ve Terakki Trabzon murahhaslığına eski asker Nail Bey (Yenibahçeli Nail) tayin edilmişti. Nail Bey, İttihad ve Terakki Merkez-i Umumi azasından Rıza Bey (Yusuf Rıza Bey) ile Trabzon'a giderek çalışmalara başladı. Nail ve Rıza beyler Trabzon'da teşkilat yapmak göreviyle meşgul olurken, öncelikle mıntıkalarında bulunan mülki amirliklere kendi ölçülerine göre "çalışkan, müstakim ve dağlarda bulanan eşkıyayı kendilerine inkıyat ettirecek" kişileri tayin ettirmeye çalışıyorlardı. O tarihte Rize Sancağı Mutasarrıfı olan ve "eli sopalı mutasarrıf" namı verilen Cemal Azmi Bey'in bu vasıflara uygun olduğu düşünülerek Trabzon Valiliğine tayininin yapılması sağlanmıştır. Kendisine olağanüstü sivil ve askerî yetkiler de tanınan Cemal Azmi Bey'in Trabzon Valiliği dört yıla yakın sürdü. Vali Cemal Azmi Bey, Trabzon ve çevresinde yoğun faaliyetlerde bulunan Teşkilât-ı Mahsusa'ya her türlü destek ve yardımı veriyor, toplantılarına katılıyordu. Bilahare intisap merasimi ifa edilerek bu gizli teşkilâtın mensubu durumuna gelmişti.
Teşkilât-ı Mahsusa, Rusya ile muhtemel bir harpte, gayr-i nizami harp etmek üzere bölgede çeteler teşkil edilmesine ve çetelerin içinde yer alacağı Teşkilât-ı Mahsusa alaylarının kurulmasına hız vermişti. Bu çetelerin önemli bir kısmı ise Rize bölgesinde dolaşan eşkıyadan oluşmuştu. Eşkıyanın dağdan inmesini ve çeteler halinde adı geçen teşkilâtın emrine girmesini, daha önce bölgede Mutasarrıflık yapmış olan Cemal Azmi Bey sağlamıştı.
Trabzon, Anadolu'nun en işlek limanı olduğundan Ermenilerin seferberlikten önce de bu bölgede düzenli komita teşkilâtları ve şubeleri mevcuttu. Buradaki Ermeni komitaları Sivas, Şebinkarahisar, Van, Erzurum gibi bölgelerdeki Ermeni çetelerine silâh sevkiyatını Trabzon ve civarındaki iskelelerden bu bölgelere ticari eşya sevk eden büyük tüccarlar aracılığı ile yapıyorlardı. Ermenilerin silâh ihracatı için bir önemli iskele de Giresun limanıydı. Ermeniler, Trabzon'da ve Trabzon'a bağlı sancak ve kazalarda ekonomik bakımdan yüksek bir konumda bulunuyorlardı. Cihan Harbinin başladığı ilk günlerde ilân edilen seferberliğe kendileri uymadıkları gibi Türkleri de askerlikten nefret ettirmeye çalışmışlardı. Trabzon'un ve Giresun'un Rus donanması tarafından bombardımanları sırasında sevinç gösterileri yapmışlar, Müslüman halkı tahkir etmek suretiyle tahammül edilemez taşkınlıklarda bulunmuşlardı. Bunun sonucu da Osmanlı ordusunda silâh altında bulunan Ermeniler silâhlarıyla birlikte firar ederek ya Rusların tarafına geçiyor ya da arkadaki Ermeni çetelerine katılarak orduyu arkadan vurmaya çalışıyordu.
Uzun yıllar Balkanlarda görev yapan Cemal Azmi Bey, bu bölgede baş gösteren ayrılıkçı faaliyetlere karşı takınılan müsamahakâr tavrın ne büyük facialara sebep olduğunu bildiğinden vali olarak bölgesinde mümkün olan tedbirleri almaya ve gerekli uyarılarda bulunmaya çalışmıştır. Hükümet, 27 Mayıs 1915 tarihinde ordunun emniyetini sağlamak için, harp sahasında bulunan Ermenilerin iç bölgelere göç ettirilmesini bir tedbir olarak düşündü ve daha sonra 'tehcir kanunu' olarak adlandırılan kanunu çıkarttı. İçinde Ermeni adı geçmeyen bu düzenlemenin hedefi Ermeni halkı değil, kanlı, zalim, akıl almaz vahşet ve cinayetler işleyen Ermeni komiteleri idi.Bu kanun Trabzon Vilâyeti'nde, Vali Cemal Azmi Bey'in yönetiminde tamamen hukukî bir çerçevede gerçekleştirildi ve sürekli olarak hükümetin talimatları ve bilgilendirilmesi ile yürütüldü. İddia edildiği gibi bu uygulamada bir katliam ve soykırım söz konusu değildir. Bununla birlikte, alınan önlemlere rağmen sevkiyat sırasında zaman zaman kötü muamele, öldürme ve yağma olayları meydana geldiği de bir gerçektir. Ancak, hükümetin bu olayları yapan veya sebebiyet veren kişiler hakkında gerekli işlemleri yaptığı da belgelerle sabittir. Fakat bu belgeler ve gerçekler karşısında tamamen ırkçı ve ayrılıkçı davalar güden Ermeni komiteleri tüm duyularını kapamış üç maymunu oynamışlardır. 2 Şubat 1918 tarihinde Trabzon Valiliği görevinden ayrılan Cemal Azmi Bey İtilaf Devletleri baskısı ile tutuklanacağını anlayıp ailesi ile Berlin'e yerleşmiştir. Berlin'de geçimini küçük bir tütün dükkânı açarak sağlayan Cemal Azmi Bey hakkında Türkiye'de gıyabında yargılama başlatıldı. Yargılamanın konusu Trabzon Ermeni Tehciri idi. Nemrut Mustafa Divanı olarak da anılan bu mahkeme vatansever şehit Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey ve Bayburt Kaymakamı Nusret Bey gibi önemli mülki idare amirlerimizle birlikte Cemal Azmi Bey'e 21 Mayıs 1919 yılında idam cezası verdi.
BİR TÜRK JAKOBENİ: DR. BAHAEDDİN ŞAKİR
Dr. Bahaeddin Şakir 1874 yılında, günümüzde Bulgaristan sınırlarında kalan Doğu Rumeli'deki İslimiye şehrinde doğmuştur, babasının adı Mehmet Şakir Bey'dir.
Dr. Bahaeddin Şakir Bey yükseköğrenim hayatına 1887'de İstanbul'da Tıbbiye İdadisi'nde başlamış, ardından 1891 yılında girdiği Askeri Tıbbiye'den 1896 yılında "tabip yüzbaşı" rütbesi ile mezun olmuştur. 1900 yılında ise Askeri Tıbbiye'de, Ali Rüştü Paşa'nın yanında adli tıp asistan hekimliğine başlamıştır.
Arkadaşlarının ona yakıştırdığı isimle "Baha Bey" henüz öğrencilik yıllarında mevcut yönetime muhalif görüşleri benimsedi. Çünkü Askeri Tıbbiye muhalif ve hürriyetperver fikirlerin merkezi konumundaydı. İttihad-i Osmani Cemiyeti Baha Bey'in okula girmesinden iki sene önce kurulmuştu. Prof. Dr. Ahmet Eyicil'in "Dr. Nazım Bey" adlı doktora tezinde Bahaeddin Şakir'in cemiyetin ilk üyelerinden olduğu bahsedilmiştir.
Asistan hekimliği göreviyle birlikte Bahaeddin Şakir Bey'in en önemli vazifesi veliaht Yusuf İzzettin Efendi'nin özel doktoru olmasıydı. Kendisinin bu görevi seçmesinin nedenlerinden birisi de Osmanlı tahtının varislerinden olan bu hanedan üyesine yakın olmak ve meşrutiyetin yeniden ilanı için siyasi olarak onun üzerinde etki kurmak istemesiydi. Fakat kendisinin bu faaliyetleri hükümetin dikkatinden kaçmadı ve 1905 yılında tutuklanarak Erzincan'a sürgün edildi. Burada bir süre sürgün hayatı yaşadıktan sonra, yurdunu geride bırakarak Paris'e gitmek zorunda kaldı. Siyasi olarak bilfiil rol aldığı faaliyetleri yanında, yurdundan ayrılmak zorunda kalması nedeniyle yarıda bıraktığı Adli Tıp alanındaki çalışmalarına Paris'te devam etmiştir.
Sadece Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı Devleti açısından değil dünya tarihi açısından da önemli bir noktada olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin temellerinin atıldığı bu dönemde; Dr. Bahaeddin Şakir Bey, hareketi entelektüel bir fikir kulübü olmaktan çıkarmıştır. Cemiyete inkılapçı, ihtilalci ve siyasi komitacı bir kimlik kazandırmıştır. Aynı dönemde Avrupa'da var olan benzeri anarşist ya da ayrılıkçı örgütlerin aksine; muhafazakâr bir eylemsellikten yana, merkezinde Türkçülük fikri ile Osmanlı Devleti'nin bütünlüğünün olduğu, halifelik şemsiyesi altındaki Müslüman birliği fikrinin cemiyete yerleşmesinde etkin bir rol oynamıştır.
24 Temmuz 1908 tarihinde meşrutiyet yeniden ilan edilince, Dr. Bahaeddin Şakir Bey de vakit kaybetmeden İstanbul'a döndü. İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde üst düzey faaliyetlerine devam etti. Şura-yı Ümmet gazetesinin matbaasını İstanbul'da kurdu ve gazetenin imtiyaz sahipliğini üstlendi. Mevki ya da makam gibi kaygıları olmadığından, 1912 yılı seçimlerinde İttihat ve Terakki Fırkası'ndan mebus adayı olmadıysa da Anadolu'daki seçim faaliyetlerinde bilfiil çalıştı. 1913 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yönetim kademesi olan Merkez-i Umumi üyeliği görevinde yer aldı. Kuruluş amacı; askeri faaliyetlere destek maksadıyla istihbarat edinmek ile gayri nizami harp olan ve bir döneme damgasını vuran Teşkilat-ı Mahsusa'nın yönetiminde yer alan beş kişiden birisi idi ve 1913 yılında Teşkilat-ı Mahsusa'nın siyasi büro şefi oldu. Meşrutiyet'in ilanı ile Hilal-i Ahmer Cemiyeti'nin yeniden kuruluşunda ve cemiyetin tüzüğünü hazırlayan heyette görev aldı.
Dr. Bahaeddin Şakir Bey, içinde bulunduğu yoğun siyasal faaliyetlere rağmen hekimliğe, akademik hayata ve adli tıbba olan ilgisini hiçbir zaman yitirmemiş, bu alanlarda ülkesine hizmet etmekten geri kalmamıştır. 1912 yılında "Umuru Tıbbiye-i Mülkiye" (dönemin Sağlık Bakanlığı) lağvedilmiş, yerine içişleri bakanlığına bağlı bir kurum olan "Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiyesi" (Sağlık Genel Müdürlüğü) kurulmuştur. Yeni kurulan bu kurum bünyesinde, günümüzdeki Adli Tıp Kurumu'nun ilk nüvesi olan; "Tababet-i Adliye Şubesi" ve "Tababet-i Adliye Encümeni" oluşturulmuştur. Bu birimin başkanlık makamı olan Tababet-i Adliye Encümeni Reisliği'ne de Dr. Bahaeddin Şakir Bey atanmış ve bunun yanında 1913 yılında Morg Müdürlüğü vazifesini de üstlenmiştir.
1917 yılına gelindiğinde Tababet-i Adliye Şubesi; "Meclis-i Tıbb-i Adli" ve "Tıbb-i Adli Müessesesi" adı ile organize edilmiş ve Adliye Nezareti'ne (Adalet Bakanlığı) bağlanarak bugünkü Adli Tıp Kurumu'nun öncül kurumu kurulmuştur. Bir dönem İstanbul valiliği, milletvekilliği, sağlık ve sosyal yardım bakanlığı da yapmış olan Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, kurumun bu tarihsel organizasyonuna da değindiği ve 1960 yılında "Cleveland State Law Review" dergisinde yayınlanan makalesinde; Dr. Bahaeddin Şakir Bey'i Adli Tıp Kurumu'nun ilk başkanı olarak işaret etmektedir.
1914 yılında Osmanlı Devleti'nin Cihan Harbi'ne katılmasının ardından; Kafkas Cephesi'nde düzenli orduya destek olacak Teşkilat-ı Mahsusa bünyesindeki gayri nizami harp birliklerinin organizasyonu için Erzurum'a gitti. Kısa sürede teşkilatlandırdığı gönüllüler "Baha Şakir Bey Müfrezesi" olarak anılmaya başlandı. Dr. Bahaeddin Şakir Bey idaresindeki bu birlikler; Artvin, Ardanuç ve Ardahan'ın Rus işgalinden kurtulmasında bilfiil rol oynadı. Cephede bizzat muharip olarak görev alması ve yürüttüğü siyasi faaliyetlerin yanında, idaresindeki birliklerin tıbbi ihtiyaçlarıyla da bizzat ilgilendi. Ayrıca aynı dönemde Erzurum'da baş gösteren tifüs salgını ile mücadelede de hekim kimliği ile rol aldı. Kafkas Cephesi'ndeki mücadele başarısızlıkla sonuçlanınca, 1915 yılında İstanbul'a geri döndü. Kendisinin İstanbul'a dönmesinden bir süre sonra yayınlanan ve Ermenilerin zorunlu göçe tabi tutulmasını konu alan "Tehcir Kanunu" fikrinin oluşmasında ve uygulanmasında asıl sorumlunun Dr. Bahaeddin Şakir Bey olduğu bilinen bir gerçektir. Nitekim Tehcir Kanunu'nun çıkmasının ardından da tekrar Erzurum yöresine gitmiş ve kanunun icrası için bilfiil yerinde çaba göstermiştir. Kendisinde bu düşüncenin yerleşmesinde, bizzat bulunduğu Kafkas Cephesi'nde alınan yenilginin etkisi olduğu da yadsınamaz. Öte yandan kendisinin; İstanbul'a dönerken iki kimsesiz Ermeni çocuğunu evlatlık alarak yanında getirdiği, hatta bu çocuklardan birinin sonradan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nda uzun yıllar görev aldığı da tarihi bir anekdot olarak aktarılmaktadır.
Osmanlı Devleti'nin, 1. Dünya Savaşı'nda yanında yer aldığı İttifak Devletleri ile savaşta mağlup olmasının ardından; 1918 yılı Kasım ayında Dr. Bahaeddin Şakir Bey, bir Alman savaş gemisi ile önce Sivastopol'a oradan da demiryolu ile Berlin'e gitti. Bu gemide kendisi ile birlikte Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve Dr. Nazım Bey gibi mücadele arkadaşları yer almaktaydı. Kendilerinin yurtdışına çıkmaları ardından işgalci İngiliz kuvvetleri ile Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın teşvikiyle 1919 yılında Divan-ı Harp yargılamaları başladı. 1920 yılında bu yargılama süreci tamamlanmış ve Dr. Bahaeddin Şakir Bey; İttihat Terakki Merkez-i Umumi Üyeliği ve Teşkilat-ı Mahsusa üst düzey yöneticiliği ile Ermeni Tehciri'ndeki sorumluluğu nedeniyle, gıyabında idam cezasına çarptırılmıştır. Berlin'de de mücadelesine devam eden Dr. Bahaeddin Şakir Bey'in öncülüğünde "İslam İhtilalleri Cemiyeti" kuruldu. Cemiyet, sömürge rejimi altında bulunan Müslüman milletlerin başkaldırısını amaçlamaktaydı. Bu faaliyetleri dönemin Sovyetler Birliği Komünist Enternasyonal Sekreteri Karl Radek'in gözünden kaçmadı ve karşılıklı görüşmeler için Moskova'ya davet edildiler. Dr. Bahaeddin Şakir Bey, 1920 yılında Moskova'da üst düzey Sovyet yetkilileri ile temaslarda bulunmasının ardından Bakü'ye hareket etti. Burada Sovyetler Birliği'nin öncülüğünde emperyalist ülkelerin himayesindeki milletlerin başkaldırısını amaçlayan Doğu Halkları Kurultayı'na katıldı. Kendisi, kurultaya katılan iki bine yakın katılımcı arasından seçilen ender sayıdaki konuşmacıdan biri olup konuşmasını Türkçe olarak gerçekleştirmiştir. Kurultayda dikkatleri üzerine toplayan Dr. Bahaeddin Şakir Bey, "Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyetİ" üyeliğine seçilmiştir. Her ne kadar Anadolu'ya dönüp Millî Mücadele'ye katılmak istemiş ve bu nedenle Mustafa Kemal Paşa'ya bir mektup dahi yazmış olsa da Bakü'deki faaliyetleri ardından 1921 yılında, tekrar Berlin'e dönmek zorunda kaldı.
Dr. Bahaeddin Şakir Bey ve arkadaşları Berlin'de türlü imkansızlıklar içerisinde hayatlarını idame ettirmek zorunda kalmışlardı. Bahaeddin Şakir Bey de Cemal Azmi Bey ile bir tütün dükkânı işletmekteydi. Bu tütün dükkânı başta Talat Paşa olmak üzere, yurdundan ayrılmak zorunda kalanların Berlin'deki buluşma mekânı haline gelmişti.
İKİ KAHRAMANIN ŞEHİT EDİLİŞİ
Talat Paşa'nın 15 Mart 1921 yılında Ermeni suikastçı Soğomon Tehliryan tarafından şehit edilmesi Dr. Bahaeddin Şakir Bey ve Cemal Azmi Bey'i oldukça etkilemiştir. Talat Paşa'nın katili, Alman hükümetinin müsamahasına mazhar olmuş ve salıverilmişti. Bu durum katilleri cesaretlendirmiş ve seri cinayetlerine Roma'da Said Halim Paşa, Tiflis'te Cemal Paşa ile devam etmişlerdi. Sırada Cemal Azmi ve Baha Şakir'in olduğu açıktı. Ancak onlar kendi canlarından çok düşündükleri Talat Paşa'nın eşi Hayriye Hanım'ın hayatından şüphe etmeye başlamışlardı. Hem Talat Paşa'nın ölümü nedeniyle moral ve destek olmak hem de vatana dönmeye ikna etmek amacıyla Hayriye Hanım'ı ziyaret etmeye başlamışlardı.
1922 yılı Nisan ayının 16'sını 17'sine bağlayan gece; yanlarına Dr. Rusuhî Bey'i de alarak aileleriyle birlikte, ikna çabalarına devam etmek üzere Hayriye Hanım'ın evine gitmişlerdi. Ziyaretten sonra akşam saatlerinde hep birlikte dışarı çıkmışlardı. Uhland Strasse üzerinde yürüdükleri bir anda, kendilerini takip eden Ermeni suikastçı Arşavir Şıracıyan ile arkadaşı, silahını çekerek üzerlerine atıldı. Hayriye Hanım araya girip engel olmaya çalıştıysa da başaramadı. Suikastçı önce Cemal Azmi Bey'i yüzünden vurarak şehit etti. Ardından, Dr. Bahaeddin Şakir Bey'e döndü. Son sözünde; "Ah, ah!" diyerek haykıran Dr. Bahaeddin Şakir Bey de alnından vurulmasının ardından kendisinden önce hayatını kaybeden Cemal Azmi Bey'in üzerine yığıldı.
Dr. Bahaeddin Şakir Bey ve Cemal Azmi Bey, Berlin'deki Türk Şehitliği'ne defnedilmişlerdir. Suikastın ardından kaçan Arşavir Şıracıyan ve arkadaşı ise yakalanmamış, işlemiş oldukları cinayetler nedeniyle yargılanmamışlardır.
Enver Paşa'nın küçük kardeşi Kâmil Bey, Almanya'nın Grünwald şehrinden Afganistan'da bulunan ağabeyine yazdığı 18 Nisan 1922 (338) tarihli mektubunda cinayetleri şöyle bildiriyordu:
"Sevgili Ağabeyciğim, bugün size bir kara haber vereceğim. Ermeniler Cemal Azmi Bey ile Bahaeddin Şâkir Bey'i de dün gece nısfı'l-leyli biraz geçerek şehit ettiler. Buradaki bütün Türklerin ve Türk dostlarının teessürleri son derecededir. Baha zevcesiyle 4 çocuk bıraktı ki, tamamen parasız ve kendilerini idareden âcizdirler. Cemal Azmi Bey'in ise hemen yardım ister. Yoksa er geç sefalete mahkûmdurlar. Biz tabi elimizden geldiği kadar yardım edeceğiz. (....) Cenâb-ı Hak sizi ve diğer arkadaşlarınızı bu gibi taarruzdan muhafaza buyursun."
Cemal Azmi Bey, Berlin'de annesi Gülsüm Hanım, eşi Müzeyyen Hanım ve ikisi erkek biri kız olmak üzere üç çocuğu ile yaşıyordu.TBMM, çıkarttığı 24 Nisan 1340/1924 tarih ve 515 sayılı kanunla Cemal Azmi Bey'in eşi Müzeyyen Hanım'a, "hitemât-ı vataniye" tertibinden her yıl 15 lira ödenmesini kararlaştırmıştı. Ailesi ayrıca, 31 Mayıs 1926 tarihinde çıkartılan 882 sayılı "Ermeni suikast komiteleri tarafından şehit edilen veya bu uğurda suret-i muhtelite ile duçar-ı gadr olan ricalin ailelerine verilecek emlâk ve arazi hakkında" kanunun kapsamına dahil edilmiştir.
Dr. Bahaeddin Şakir Bey'in vefatı ardından eşi Cenan Hanım ve kendisiyle birlikteliğinden olan 2 çocuğu; 10 yaşındaki "Gökalp" ve 5 yaşındaki "Mehmet Celasin" ile İstanbul'a döndü. İki kardeşin isimlerini Ziya Gökalp'ın koyduğu ve daha sonradan alacakları "Erk" soyadını ise, kendilerine Atatürk'ün verdiği belirtilmektedir.
1924 yılında TBMM kararıyla Cenan Hanım ile çocuklarına maaş bağlanmıştır. 1926 yılında Atatürk, kendi ifadesiyle; "Ermeni suikast komiteleri tarafından şehit edilen ricalden Dr. Bahaeddin Şakir Bey'in vefatı sırasında nafakasıyla mükellef" olan Cenan Hanım'a, çocukları adına; Osmanbey semtindeki dört katlı bir evin tahsis edilmesi talimatını vermiştir. Bunun yanında iki çocuğu devlet desteğiyle Galatasaray Lisesi'nde okumuştur. 1939 yılına gelindiğinde, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü talimatıyla; kendilerine Galata'daki iki dükkânın hissesinden de pay verilmiştir.
Bir dönem kendisi de İttihat Terakki Cemiyeti üyesi olan, Türkiye Cumhuriyeti'nin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın, 1986 yılındaki vefatından önce bıraktığı vasiyetinde iki isteği olmuştur. Bunlardan birisi de Dr. Bahaeddin Şakir Bey ile Cemal Azmi Bey'in mezarının yurda getirilip, Abide-i Hürriyet Şehitliği'ndeki arkadaşlarının yanına gömülmesidir.
SONUÇ
İmparatorluğun en karmaşık ve kötü döneminde; biri Balkanlarda doğup Erzurum'da, Kafkaslarda; diğeri Doğu Anadolu'da doğup Balkanlarda, Karadeniz'de görevini ifa etmiş iki kahramanı sizlere özetle anlatmaya çalıştım. Vatanın hangi toprağında doğarsa doğsun milleti, devleti ve hürriyeti için yaşayıp bunlar için gözünü kırpmadan savaşmış bu iki güzide şahsiyeti rahmet, minnet ve gururla yad ediyoruz. Dileğimiz 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın da vasiyet ettiği üzere, bu iki kahraman şehidimizin mezarlarının diğer kahraman arkadaşlarının yanına; Abide-i Hürriyet Şehitliği'ne nakledilmesidir.