Fethullahçılığın meşruiyeti; insan aklının kendi başına varlığı kavrayamayacağını, Kur'an'ın derin manası bulunduğunu, bu manayı yalnız 'insan-ı kamil' olan mürşidlerin anlayabileceğini, insanın kendine bir mürşid bulmadan doğru yola ulaşamayacağını iddia eden tasavvufi/batınî inanca dayanmaktadır.
Türkiye; elli yıl boyunca içinde örgütlenen, devlet kademlerine yerleşen, yerleştiği yerlerin yetkilerini örgütü için kullanan, bu yetkilerle Türkiye Cumhuriyetinin rejimsel kurumlarını çökertmeye çalışan, 17-25 Aralık 2013 tarihinde yargı ve basın organları ile hükümeti devirmeye çalışan, bu teşebbüsünde başarısız olunca 15 Temmuz 2016 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bulunan militanlarınca, Türkiye Cumhuriyetini ele geçirmeye çalışan ve Türk Milletinin kahramanlığı ile bunda da başarısız olup, ülke içinde etkisini yitiren Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ) karşı üç buçuk yıldır mücadele vermektedir. Üç yıl boyunca FETÖ'nün ne sapkın bir örgüt olduğunu bilmeyen kalmadığı için, tarihi, içindeki işleyişi, niyetleri hakkında bir değerlendirmeye gerek yoktur. Bu üç buçuk yıl içinde devletin tüm imkanları ile yürütülen mücadelenin eksiklerine eğilmek daha mantıklı bir tutum olacaktır.
Fethullahçılığın gerçek yüzünü ortaya koymak ve kamuoyunu bilgilendirmek için son üç buçuk yıldır, devlet eliyle her alanda çalışmalar yürütülmektedir. Yürütülen bu çalışmalar malumun ilanından başka bir değer taşımamaktadır. Çoğu kişinin yıllardır bildiği ve anlatmaya çalıştığı bilgiler, sanki ilk defa açıklanır gibi kamuoyuna veriliyor.
Tüm bu çalışmalara rağmen Türkiye, Fethullahçılıkla gerektiği gibi mücadele edemiyor. Çünkü yürütülen mücadele, bilimden uzak, disiplinden yoksun olmakla birlikte politik ve şahsi kaygı taşımaktadır. Birkaç gayretli insan ve kurumun çalışmaları dışında Fethullahçılık ülkemizde tamamıyla yüzeysel olarak eleştirilmektedir.
Fethullahçılığın, "fırak-ı dalle (doğru yoldayken sapanlar)" olduğu, sapkın bir görüş ve saçmalık sarmalı içinde bir eyleme sahip olduğu ifade edilmektedir. Yalnız; tüm bu çalışmalar yapılırken Fethullahçılığın dini ve tarihi zemini, ona meşruiyet kazandıran düşünce anlayışı, teorik olarak ele alınmamak da ve alınmadığı için sağlıklı bir uygulamayla pratiğe dökülmemektedir. Fethullah Gülen ve Hareketinden öte, "insanları tarikat/cemaatlere yönelten neden nedir?" sorusu sorulduğunda "Kemalist rejimin muhafazakâr topluma tepeden inme uygulamaları, toplumun demokratik hak ve hürriyetlerinin kısıtlanması" gibi ideolojik bir değerlendirme yapılmaktadır. İşte Fethullahçılık gibi büyük bir tehlike ülkemizde bu ve buna benzer bakış açısıyla yüzeysel ve disiplinsizce ele alınmaktadır. Fethullahçılığı var eden zihniyetin öğretileri, hala devlet kurumlarınca kabullenilmekte ve müdafaa edilmektedir.
Peki yaptığımız gibi yüzeysel bir biçimde yalnız karalamak niyetiyle Fethullahçılığı eleştirmek, bir mücadele midir? Hayır! Türkiye, Fethullahçılık ile değil yalnızca Fethullah Gülen Hareketi ile siyasi iktidarın çıkarını gözeterek mücadele ediyor. Bu durum Fethullahçılık sorununu çözmek yerine, sorunu ileri ki nesillere borç bırakıyor. Fethullah Gülen ve Hareketi, her alanda bitirilmeye çalışılırken ondan tek farkı eline silah almamış (şimdilik) olan onlarca tarikat/cemaat faaliyetlerini hala devlet yardımıyla yürütüyor. Gülen Hareketini içinden çıkaran Nurculuk ve bu oluşumun 'mürşidi' Said Nursi hakkında yapılan ve yürütülen bir mücadele var mı? Yok!
Şimdibu tutumlar ile Fethullahçılık bitirilebilir mi? Elbette hayır! Fethullahçılığı bitirmek için onun doğuran dini ve tarihi dayanaklarını; önyargıdan uzak, gerçekçi bir bakış açısıyla ve derinlemesine incelemek gerekmektedir. Fethullahçılığın dini ve tarihi dayanakları nelerdir? Fethullahçılıkla nasıl mücadele edilmelidir? İşte bu sorular, Türk Milleti için büyük bir tehlike taşıyan Fethullahçılığın kökünü kurutmak için cevapları aranması gereken sorulardır.
Fethullahçılığın meşruiyeti; insan aklının kendi başına varlığı kavrayamayacağını, Kur'an'ın derin manası bulunduğunu, bu manayı yalnız 'insan-ı kamil' olan mürşidlerin anlayabileceğini, insanın kendine bir mürşid bulmadan doğru yola ulaşamayacağını iddia eden tasavvufi/batınî inanca dayanmaktadır.
Batınîlik öğretisi, peygamber döneminde olmayan, İslam dinine farklı kültürlerden giren ve çoğu dini öğretiyi kendi içinde harmanlayan melez bir inançtır. Onuncu yüzyıldan itibaren İslam kültürünün egemen olduğu toplumlarda etkinleşme başlayan bu öğreti, kabalaist bir örgütlenmeyle bütün İslam coğrafyasına yayılmış ve Arapçı-İslam anlayışına uyum sağlayamayan toplulukları etkisi altına alarak güçlenmiştir. Batınîliğe göre tarikat/cemaat mürşidi, birçok manevi makamı aşarak tek varlık olan Tanrı ile bütünleşmiş, Kur'an'ın derin ilmine vakıf olmuş, kalp gözü açılarak gaybden haber alan, kerametler gösteren ruhani bir kurtarıcıdır. Bu mürşid, 'derin ilme' dayanarak Kur'an'ı çok farklı bir manada yorumlayabilmektedir. Batınîliğe göre; "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır". Bu öğreti, Kuran da ve İslam da olmayan ruhbanlık sınıfını doğurmaktadır.
Batınîlik öğretisi yine 'derin ilme' dayanarak, hululu(tanrının insanda görülmesi), tenasühü (insanın farklı bedenlerde görülmesi) İslam'ın içinde görmektedir. Bu gibi inanışlar, tarih boyunca bir çok batınî tarikat mürşidinin kendine 'tanrılık', 'mesihlik', 'mehdilik' addederek huruç etmesine (ayaklanma), neden oldu.
Batınî tarikatlerin en radikallerinden olan Hasan Sabbah ve Hurufiliğin kurucusu Fazlullah, kendine tanrılık addetmiştir. Edebi eserlerini yakından bildiğimiz, derisi yüzülerek öldürüldüğü söylenen 'ilahi aşk' şehidi Nesimi, Fazlullahın en büyük müridi ve halefidir. Yine onüçüncü yüzyılda Anadolu da Baba İshak, onbeşinci yüzyılda Balkanlar da Şeyh Bedreddin, onaltıncı yüzyılda Azerbaycan da Şah İsmail, Batınî öğretilerin meşruiyetine dayanarak, kendilerini 'mesih' ilan edip, huruç etmişlerdir. Bu örnekler temel tarih bilgisi olanlar için yakından bilinen örneklerdir. İslam tarihi içerisinde bunlara benzer sayısız Batınî ayaklanmalar yaşanmıştır.
İslam inancının iki büyük siyasi mezhebi olan Sünnîlik ve Şialık, hadislere dayandırılan Batınî öğretiyi fıkıh olarak kabul etmektedir. Abdülkadir Geylaninin öğretilerince kurulan 'Kadirilik Tarikatı' ve Muhammed Bahauddin Nakşibendinin öğretileriyle doğan ve Abdülhâlik Gucdüvânî tarafından sistemleşirilen 'Nakşibendilik Tarikatı', İslam kültürüne ait toplumlarda egemen olan iki büyük tarikattir. Bu tarikâtlerin Türkiye'de de sayısız uzantısı mevcuttur.
Toplumumuzda büyük bir saygı ile anılan, İbni Arabi, Mevlana Celaleddin Rumi, Şems-i Tebriz, Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre ve 'ilahi aşkın' başka bir şehidi olan Hallacı Mansur da Batınî öğretisi üzerinedir. Bu isim veya isimlerin kurduğu tarikâtler siyasi bir amaç gütmeyen oluşumlardır. Bu kişilerin; evliya olduğuna, keramet gösterdiğine, gayden haber aldığına, öğretilerinin hak ve ilahi aşk olduğuna inanmak, Fethullahçılığın ve Gülen Hareketinin uygulamalarının dini meşruiyetidir.
Bunlarla birlikte İslamiyet'in kabulünden sonraki Türk kağanlarının, birer evliya, tarikatçı gibi anlatılması, Fethullahçı düşüncenin tarihsel dayanağını oluşturmakta ve dini ayağını güçlendirmektedir.
Batınî öğreti, hala dini yerlerle birlikte devlete ait okullar başta olmak üzere bütün kurumlarında kabul görmektedir ve verilmektedir. Çocukluğunda ailesinden, ergenliğinde gittiği camilerden, eğitim hayatı boyunca devlet okullarından; 'şeyhi olmayanın şeyhi şeytan' olacağı, Kur'an'ın derin manası bulunduğunu, mananın mürşid olmadan anlaşılamayacağını, iki siyasi mezhebin fıkhınında bu öğretileri ve temsilcilerini kabul ettiğini, Türk kağanlarınında bu yoldan gittiğini öğrenen bir Türk insanı, ilk iş olarak kendine bir şeyh veya mürşid arayacak ve pek zorlanmadan bulacaktır.
İnsanların, bir kişiye körü körüne bağlanması ve etrafında öbeklenmesi, o kişiyi devlet için her zaman tehlike kılacaktır. Çünkü örgütlenmeleri topluma açık değil, ezoterik bir biçimdedir. Seçilmiş ve yanılmaz bir kişilik görülen mürşidler, mürdileri tarafından daima bir kurtarıcı olarak beklenecektir. Veya bu oluşumlar hiçbir siyasi faaliyet gütmese bile bir kişinin, körü körüne birine bağlanmasına ve onun kulu olmasına, insan hakları kapsamında izin verilmemelidir.
Devletin, disiplinli ve derinlemesine nüfuz eden bir çalışma ile her alanında Batınî öğretiyi meşru gören zihniyeti temizlenmelidir. Bunun başında eğitim kurumları ve dini yerler gelmektedir. Batınî öğreti ve şahsiyetlerin 'fırak-ı dalle' olduğu ilan edilmeli, tarihi şahsiyetleri yalnızca devlet adamı ve edebiyatçı kimliği ile anlatmalı, bu öğretiye ait tarikat/cemaatleri başta ekonomik olmak üzere her alanda kontrol altına almalıdır. Ekonomilerin sekteye uğraması, yeni neslin bu öğretilerden uzak yetiştirilmesi, propaganda faaliyetleri ile algı oluşturulması, Batınî tarikâtleri, ülkemizdeki Hıristiyan cemaatler seviyesine/etkisine getirecektir.
İslamcıların iktidarı her gün güçlenirken, mezhepçi politikalar devlet politikası olurken, her eğitim kurumu imam hatip lisesi yapılırken, eğitim müfredatı kökten değiştirilirken, devletten ve hükümetten böyle bir uygulama beklemek elbette ki hayal olur. Fakat, Türk Milletinin bir daha Fethullahçı saçmalıklar yaşamaması için bu uygulamaların dışında başka yol yoktur.
Bu batınî öğretiler, silsile halinde toplum tarafından, toplum yeni üyelerine anlatıldıkça ne Fethullah Gülenler biter ne de Gülenlere inanıp, halkını bombalayan mürdileri biter. Türkiye de hala bu düşünceyi kabul eden sayısız tarikat ve mensubu vardır. Bunların kaçı kontrol altındadır, Tanrı bilir. Zaten Türkiye bu haliyle Tanrıya havale edilmiş bir ülkedir. Hatalarından ders çıkarmamaktadır. Çıkarmadığı için dün Nurculuk olan tehlike, bugün Fethullahçılık olmuştur. Eğer önlemi alınmaz ise yarın Menzilcilik, ertesi gün İsmailağacılık olacaktır.
Görüldüğü gibi insanları tarikat/cemaatlere yönelten 'Kemalist rejimin dayatmaları' değil İslamiyete farklı kültürlerden giren ve mezhepler tarafından kabul edilen batınî öğretiler ve inançlardır. Bu öğretiler ve inançlar, yüzyıllar sonra öyle bir hal almıştır ki, tekkeler Kâbeye eşdeğer görülmüş, bu tarikatlerin ölmüş mürdilerinden şefaat, medet dilenir olmuş, kişi veya dergahlar adına kurban kesilir olmuş, bu tarikat mürşidleri diğer ümmetlerin peygamberlerine denk görülmüş, hatta Tanrının mevcut şeyhlerinden zuhur ettiğini iddia edenler bile olmuştur. İşte Mustafa Kemal, yüzyıllar boyunca ihmal edilen Anadolu Türklerini, bu ve benzeri hurafelerden kurtarmak, bilimin, fennin, aklın müridi yapmak, bölünmüş halkı milletleştirmek istemiştir.
İnanması güç gelse bile ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün bize gösterdiği hedefin altını tekrar çizmek için bir parçasını yazacağım Kastamonu Nutkunu anlayarak okumamız gerekmektedir:
"Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikatı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir. Rüesayı tarikat bu dediğim hakikatı bütün vüzuhiyle idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapayacak, müritlerinin artık vasılı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir."
Kastamonu Nutku
Gazi Mareşal Mustafa Kemal
30 Ağustos 1925