Ortaçağın en büyük Müslüman, seyyah, coğrafyacı ve bazılarına göre de ilk antropologlarından biri olarak kabul edilen İbn Battûta 25 Şubat 1304(17 Recep 703) yılında Fas'ın Tancaşehrinde doğmuştur. Asıl adı Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. İbrahim el-Levâtî et-Tancî'dir. 14 Haziran 1325(2 Recep 725) tarihinde haciçin Tanca'dan yola çıkan İbn Battûta yaklaşık 28 yıl boyunca seyahat etmiş ve Avrupa hariç hemen- hemen Eski Dünya'nın tamamını dolaşmıştır. Onun bu seyahati sırasında edindiği bilgileri, gözlemlediklerini ise kâtip İbn Cüzey el-Kelbî 1355 -1356 yılları arasında Tuhfetü'n-Nuzzâr fî Garâibi'l-Emsârve Acâibi'l-Esfâradı ile kaleme almıştır. Bu eser günümüzde kısaca Rihletü İbn Battûta ve yaİbn Battûta Seyahatnânesi olarak bilinmektedir. İbn Battûta ve eserinin en az kendisi kadar ünlü olan ve batı dünyasında çığır açan selefi Marco Polo ve Seyahatnamesi ile benzer yanları olsa da pek çok farklı tarafları da vardır. Meselâ, her ikisi de doğuya seyahat etmiş ve onları tetikleyen harekete geçiren etken ise dindir. Biri hac için yola çıkmış ama bazı din adamlarını görmek için güzergâhında değişiklikler yapınca doğu hakkında duyduğu güzel şeyler yüzünden Hindistan'ı, Çini merak etmiştir. Gezip gördüğü ve bilgi verdiği yerler hep Müslüman ve Türkler'in ikamet ettiği yerlerdir. Diğeri ise Kubilay Han'a Hristiyanlığı öğretmek için İtalya'dan Çin'e giden elçilik heyeti içinde yer almış ve halefinin aksine seyahati sırasında özellikle Müslümanlar'ın yaşadığı yerlere uğramayıp yolunu değiştirmiştir. Ayrıca İbn Battûta ölmeden önce eserini bizzat kendisi kaleme aldırırken Marco Polo'nun hatıraları ölümünden çok sonra ondan seyahatini dinleyen kişi tarafından kaleme alınmıştır.
Hicri 770 Milâdi 1368 yılındaTâmesna-Merrâkeş kadısı iken vefat eden İbn Battûta yaşadığı dönemin koşullarına göre oldukça geniş bir coğrafyayı gezip dolaşmış olmasına rağmen verdiği bilgilere bakıldığında klasik bir seyyah ve coğrafyacıdan farklılıklar arz etmektedir. Meselâ, yaşadığı döneme kadar geçerli olan hiçbir coğrafya ekolüne bağlı olmadığı için gittiği yerlerin ne enlem ve boylamları ne hangi iklim kuşağında olduğunu ne de bir birlerine olan uzaklıklarını ölçü birimleri ile belirtmektedir. Mesafeleri belirtirken sadece kaç gün sürdüğünü kaydetmektedir. Ancak bölgedeki akarsular, dağlar, yetişen ürünler hakkında bilgi vermektedir. Yine klasik bir seyyahtan farklı olarak gezdiği yerlerde genelde uzunca bir süre ikamet ettiğinden olsa gerek halkın içine karışmış, evlenmiş, hatta kadılık görevlerinde bulunduğu için toplumların sosyal, kültürel ve dini hayatları hakkında ayrıntılara değinmektedir.Bu nedenledir ki İbn Battûta'nın bizzat gezip gördüğü ve özellikle "Türk yurdu/Türk Toprğı" olarak tarif ettiği XIV. yüz yıl Anadolu coğrafyasının (Küçük Asya/Diyar-ı Rum*) sınırları ve belde hakkında verdiği bilgiler konumuz gereği ayrı bir önem taşımaktadır. Çünkü her şeyden önce coğrafi mekân olarak İbn Battûta'nın Anadolu'su ile günümüz Anadolu'sunun sınırlarıarasında farklılıklar vardır. Günümüzde Anadolu, üzerinde yaşadığımız ülkenin sınırları içinde yer alan ve İstanbul boğazının doğusunda kalan toprakları kapsayan coğrafî mekâna verilen isimdir. Oysa İbn Battûta'nın Anadolu coğrafyası Egenin doğusu ile Karadeniz ve Akdeniz arasında kalan bölgeyi kapsamaktadır. Yani bugünkü güney-doğu Anadolu bölgesindeki pek çok yeri gezip görmüş ve eserinde bilgiler vermiş olmasına rağmen adı geçen coğrafî mekâna dâhil etmemektedir. Meselâ, "Musul ve Diyarbekir'e Yolculuk" başlığı altında bugün Mardin il sınırları içinde yer alan Cizre, Sincar, Nusaybin, Dara ve Mardin'i 1326 yılında ziyaret etmiştir. Çok güzel, gösterişli ve şirin bir şehir olarak Cizre(Ceziret-i İbn Ömer)'yi şu şekilde tarif etmektedir. Etrafı ırmaklarla çevrili olduğu için buraya Arapça ada anlamına gelen "Cizre" denilirdi. Şehrin coğrafî özellikleri dışında büyük bir bölümü harap ama zengin bir çarşısı, sanatkârane bir şekilde taştan yapılmış eski bir mescidi olduğunda da bahsetmektedir.Cizre'den sonra Nusaybin'iziyaret etmiş (yol güzergâhı göz önüne alındığında Cizre'den sonra Sincar'a uğraması aslında daha makul) ve orta büyüklükte çok eski bir şehir olduğunu belirtmiştir. Ayrıca şehri tarif ederken klasik bir coğrafyacı gibi olmasa da akarsuları, bahçeleri ve meyve ağaçlarını içine alan geniş bir ova üzerine kurulduğunu, şehre yakın bir dağdan çıkan nehrin pek çok kola ayrılarak çember gibi şehri kuşattığı gibi sokak ve evlerden geçtiğini, bahçelerin onunla sulandığını kaydetmektedir. Şehrin hastanesi ve iki medresesi olduğundan insanların güvenilir, temiz yürekli, dindar olduğuna da değinmektedir. Sincar'ageldiğinde ise bir dağın eteğinde kurulduğunu, meyveleri, ağacı ve akarsuyu bol bir şehirdi der. Hatta bu özelliğini Dımaşk'a benzetmektedir. Sincar'dan sonra az da olsa Dara hakkında şu bilgileri vermektedir: Şehrin eski ve büyük olduğundan, manzarasının güzelliğinden bahsettikten sonra içinde kimsenin yaşamadığı harap bir kalesi olduğunu belirtmektedir. İbn Battûta Mardiniçin İslâm şehirlerinin en güzellerinden olan bu yerleşim beldesi dağın eteğine kurulmuş büyük bir şehirdir der. Çarşıları cıvıl- cıvıl olan şehrin Mer'ızya da Mardinîadı verilen yünden yapılmış özel giysilerinin burada imal edildiğinden bahsetmektedir.
Anadolu Bilindiği gibi Eskiçağdan itibaren başta ipek olmak üzere doğu-batı arasında yaşanan ticaret trafiğinde önemli bir yere sahiptir. 1071 Malazgirt Savaşı'nın ardından Bizans'ın hâkimiyetinde olan bu bölgeye Oğuzlar/Türkmenler hâkim olmaya başlamış ve kısa bir süre sonrada Türkiye Selçuklu Devleti'ni kurarak Anadolu'yu Türk yurdu haline getirdikleri gibi doğu-batı, kuzey-güney yönünde hizmet veren uluslar arası kervan yollarının en güvenilir şekilde işlemesin sağlamışlardır. Gerçi İbn Battûta'nın Anadolu'yu gezdiği sırada Türkiye Selçuklu Devleti yıkılmış ve adı geçen coğrafyada birçoğu İlhanlılara tabi irili ufaklı Türk Beylikleri hüküm sürmekteydi. Ancak kervan yolları Türkiye Selçuklu Devleti zamanındaki gibi işlemektedir. İşte İbn Battûta bu şartlar altındaki Türk yurduna/Türk topraklarına" 1332 yılında hac vazifesiniifa ettikten sonra bir ticaret gemisi ile gelmiş ve ilk ayak bastığı belde dâhil olmak üzere gezip gördüğü yerleşim merkezleri "İpek Yolu" güzergâhının önemli menzilleridir. Bizzat kendi ifadesine göre, İbn Battûta yolculuk için Lazkiye'de bir Cenevizli'nin ticaret gemisine binmiş ve elverişli bir rüzgâr ile on gün gittikten sonra Türk ülkesinin ilk şehri olarak tanımladığı Alâyâ'ya**ulaşmıştır. Bu belde gerçekten de Anadolu'nun güney sahillerindeki en uç bölgesi olup Antalya ile birlikte bölgenin en işlek limanıdır. İbn Battûta adeta bu limanlara gelen malların uluslar arası güney-kuzey ticaret yolundaki dağılışına göre Anadolu içindeki seyahatini gerçekleştirmiştir. Bu nedenledir ki Doğu Akdeniz'in Lâzkiye limanından deniz yolu ile Alâyâ/Alaiye'ye ayak bastıktan sonra Antalya- Burdur- Isparta- Eğridir- Gölhisar- Karaağaç- Ladik (Denizli)- Tavas- Muğla- Milas-Bercîn/Peçin ve oradan da Konya'ya gelir. Bir süre burada konakladıktan sonra Larende/Karaman- Aksaray- Niğde -Kayseri- Sivas- Amasya- Gümüşhane- Erzincan- Erzurum'a kadar gider. Üçüncü seyahat güzergâhı ise Birgi- Tire- Ayasluk/Selçuk- İzmir- Manisa- Bergama- Balıkesir-Bursa-İznik-Mekecâ/Mekece- Yenice- Geyve- Göynük- Gerede- Borlû (Safranbolu)- Kastamonu- Sinop ve buradan gemiye binerek Kırım'a gider. Gezip gördüğü bu yerlerin coğrafî özellikleri, kültürel ve ekonomik hayatına dair ise şu bilgileri vermektedir:
Seyahatinin ilk hareket noktası olanAlâyâ/Alâiye için dünyanın belki en güzel memleketi olan bu şehir deniz kıyısındadır. Ahalisi tamamen Türkmenler'den oluşmaktadır. Kahire, İskenderiye ve Suriye tüccarları bu şehre gelip alışveriş etmekteydiler. Kerestesi bol olduğu için buradan yüklenen balyalar İskenderiye, Dimyat ve öteki Mısır limanlarına gönderilmektedir. Şehrin yukarısında sağlam ve sarp bir kalesi vardır. Buradan Antalya'ya gitmiş ve gerek genişlik, plân gerek güzellik ve düzen gerekse ihtişam bakımından beldeyi dünyanın en güzel şehirlerinden biri olarak tarif etmektedir. Ayrıca Antalya'nın bağı bahçesi çok olup meyveleri lezzetlidir. Özellikle kamuruddîn/kemareddîn adı verilen kayısısı ile bademi çok meşhur olup Mısır'a gönderilmektedir. Şehirdeki mahalleler tüccar, gayr-i Müslim ve Müslüman yerleşim yeri olarak ayrılmaktaydı. Meselâ, Müslüman ahali şehrin merkezinde ikâmet etmekteydi. Hristiyan tüccarlar ise liman adıyla anılan semtte oturuyorlardı ve buranın etrafı büyük bir duvar ile çevriliydi. Rumlar, Yahudiler de ayrı-ayrı semtlerde ikamet ediyorlar ve onların mekanları da duvarlarla çevriliydi. Adı geçen bu iki merkez XIV. yüzyılda olduğu gibi günümüzde de aynı şekilde önemini korumaktadır. Antalya'dan sonra Burdur'a geldiğinde ise beldeyi etrafı çaylarla, bahçelerle çevrili ufak bir şehir olarak tarif ettikten sonra kalesinin dik bir dağın tepesinde olduğunu kaydetmektedir. Oradan da Sabarrtâ/Isparta'ya gittiklerini ve zengin çarşıları olan mamur bir şehir olduğunu belirttikten sonra, kalesinin yüksek bir tepe üzerinde olduğuna değinmektedir. Hamidoğulları'nın merkezi olan Ekrîdûr/Eğridirhakkında ise şunları kaydetmektedir. "Kalabalık mı kalabalık bir şehir. Çarşıları şirin ve zengin. Şehrin çevresi ağaçlıktır. Her yanı bahçe. Orada suyu tatlı bir göl bulunuyor. Bu gölde dolaşan teknelerle iki günde Akşehir, Bekşehir/Beyşehir gibi köy ve kasabalara gitmek mümkündür". İbn Battûta'ının orada bulunduğu sırada şehrin hâkimi olan Dündar Bey oğlu Ebû İshak'ın oğlu ölmüş ve bu konu ile ilgili yakın coğrafyalar arasındaki kültür farklılığına değinen şu bilgileri verir: Buralılar, Mısır ve Suriye ahalisinin yaptığı gibi ölüye feryat figan etmezler, hele Lûr halkının hükümdar çocukları öldükten sonra yaptıkları işlerin hiçbirini yapmazlar". Dört yanı suyla çevrili küçük bir tepe üzerine kurulan Kulhisâr/Gölhisarkasabası hakkında fazla bir bilgi vermez. Sadece ele geçirilmesi güç, sağlam bir kale görüntüsünde olan kasabaya girişi- çıkışın kamışlık ve sazlıklar arasında uzanan tek bir yoldan yapıldığı belirtikten sonra ahı/ahiyiğitlerinden birinin tekkesinde konakladık demektedir. Anadolu'ya adım attıktan itibaren şu ana kadar seyahat ettiği yerler içinde emniyetsizlik yada asayişsizlik hakkında tek bilgi verdiği yer Karaağaçtır. Burasının yeşil bir alan olduğunu, Türkmenlerin yaşadığı sahalar olduğunu belirttikten sonra soylarının Yezîd b. Muâviye'den geldiği söylenen Cermiyân/Germiyan obalarının yol kesicilik yaptığı için Lâdik'e sağ salim ulaşabilmeleri için Kulhisar/Gölhisar hükümdarı Muhammed Çelebi'nin yanlarına cengâverler verdiği ve belirtmektedir. Lâdikiçin buraya Dûnguzlu/Denizli'de denirdi dedikten sonra şehrin büyüklüğü ve güzelliği hakkında şunları kaydetmektedir: Cuma namazının kılındığı yedi büyük camii, çarşıları, bağ, bahçeleri, memba suları, çayları vardır. Bölgede üretilen pamuğun eşi benzeri olmadığını ve bu kaliteli pamuktan dokunan altın işlemeli elbiselerinin beldenin adı ile anıldığını belirtmektedir. Ayrıca belde de yaşayan Hristiyanlar'ın çoğunlukta olduğunu ve bu nedenle dokuma işinde daha fazla Hristiyan kadınların çalıştığını nakletmektedir. Şehirdeki sosyal hayata dair verdiği bilgiler de oldukça önemlidir. Meselâ, Hristiyan halkın Ladik hâkimi Yınanç/İnanç Bey'e cizye ve benzeri adlarla vergiler verdiği, Rum erkeklerinin tanınmak için başlarına kırmızı veya beyaz renkteki uzun külâhlar taktıklarını, Rum kadınlarının ise başlarına sargılar doladıkları ifade edilmektedir. Ladik'de bulundukları sırada Ramazan Bayramı kutlamaları ile ilgili de şunları nakletmektedir: Bayram namazı için camie gittiğimizde "sultan askerleriyle arz-ı endam eylemiş, ahı/ahi yiğitlerinden oluşan zanaat erbabı davul-zurna ve borularıyla, kendi mesleklerini gösteren bayraklarıyla hazırlanmışlar, tepeden tırnağa silâh kuşanarak ihtişam yarışına girmişlerdi. Her sanat erbabı yanında getirdiği kurbanları ekmekle beraber fakir fukaraya dağıtıyorlardı. Bayram alayı burada kabristandan başlamaktadır. Oradan namaz kılınan yere gidilir. Namaz kılındıktan sonra sultanla beraber konağına gittik. Fıkıh bilginleri, şeyhler ve ahılar/ahiler için ayrı bir sofra, yoksullar, düşkünler için ayrı bir sofra kurulmuştu ve o gün hükümdarın kapısından zengin, yoksul hiç kimse çevrilmedi". İbn Battûta Lâdik'e girerken olduğu gibi ayrılırken de yol güvenliği nedeniyle problemler yaşadığı için bir kafile ile Tavas'a hareket etmiş ve bir gün yarım gece süren bir yolculuktan sonra Tavas Kalesi'ne ulaşmıştır. Verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre isteyen istediği şekilde şehre girip çıkamıyordu. Çünkü geceyi kale önünde geçirdikten sonra sabah niçin geldikleri konusunda sorgulanmışlar ve bu sırada kale kumandanı İlyas Bey davar sürülerinin hırsızlar tarafından çalınmasını önlemek için kaleden dışarı çıkıp etrafı kontrol ettikten sonra hayvanlar surların dışına çıkartılmıştı. Bir diğer önemli nokta da İbn Battûta'nın kale kıyısındaki fakir bir adamın evinde konaklamasıdır. Gerçi kale kumandanının ihtiyaçlarını karşıladığını belirtse de Tavas'a gelene kadar yolculuk yaptığı yerlerde genellikle ahı/ahi zaviyelerinde konaklamış, belde hâkiminin konağına misafir olup en iyi şekilde ağırlanmıştı. Tavas'dan sonra Muğla'ya gitmiş ancak burayla ilgili sadece şeyh efendilerden birinin tekkesinde kaldığını ve iyi ağırlandığını belirtmiştir. Oradan Menteşe Beyliği'nin toprakları içinde kalan Milas'a vardığını ve buranın Anadolu ülkesinin en güzel şehirlerinden biri olduğunu, suyunun, meyvesinin, bahçesinin bol olduğundan bahsetmektedir. Beldenin hükümdarının konağının Milas'a iki mil uzaklıkta bir tepe üzerinde yeni kurulmuş bir şehir olan Bercîn/Peçinşehrinde olduğunu ve kendisiyle orada görüştüğünü kaydetmektedir.
İbn Battûta Milas'dan sonra da Konya'ya hareket ederek Anadolu coğrafyasındakiseyahatinin iknci güzergâhında yolculuğuna başlamıştır. Büyük İskender tarafından kurulduğuna inanılan Konya'nın büyük ve güzel bir şehir olduğunu belirttikten sonra şimdiki hâkimi olarak Karamanoğlu Bedreddîn'i verir. Ayrıca beldenin bahçelerinin, suyunun, meyvesinin bol olduğunu Antalya'daki kamuruiddîn/kemareddîn denilen kayısın burada da yetiştiğini hatta Mısır'a ve Suriye'ye ihraç edildiğini belirtmektedir. Konya'dan Larende/Karaman'a hareket ettiğinde yol boyunca bahçelerin olduğundan bahsetmektedir. Larende yakınlarında avdan dönen Karamanoğlu Bedreddîn ile karşılaştığını ve buraların (Anadolu/Türk yurdunun) âdetine uyarak atından inip beyi selamladığı için Karamanoğlu Bedreddîn'in saygısını kazandığını belirtmektedir. Aksarayiçin ise etrafı bahçeler ve sularlar çevrili Anadolu'nun en sağlam ve güzel beldelerindendir der. Şehri üç su kanalı bölmekte ve sular evlere kadar ulaşmaktadır. Ayrıca burada Aksarayî adıyla anılan koyunyünüyle dokunan halı ve kilimlerin benzerlerinin olmadığı gibi Suriye, Irak, Hindistan, Çin ve diğer Türk ülkelerine ihraç edildiğini belirtilmektedir. Birde beldenin İlhanlıları tabi olan Ertenâ/Eratna Beyi'nin vekili Şerif Hüseyin'in idaresinde olduğunu ve bizzat onun evinde konakladıklarını kaydetmektedir. Aksaray'dan sonraki konak yeri olan Nekde/Niğde'nin de İlhanlılara tabi olduğun, büyük ve kalabalık bir şehir olmasına rağmen bir kısmının harap olduğunu, bölgenin en büyük akarsuyu olan Nehr-i Esved/Karasu'yun şehri ikiye böldüğünü nakletmektedir. Şehrin içine ve dışına konan dolaplar sayesinde Nehr-i Esved/Karasu'dan alınan sular ile bağ ve bostanlar sulandığı için beldede meyve boldur. Buradan yine İlhanlılara tabi olan Ertenâ/Eratna Beyliğine ait bir şehir olan Kayseri'ye gitmiştir. Ancak Anadolu seyahati sırasında ilk defa bir şehrin coğrafi özellikleri hakkında bilgi vermeden sadece Alâeddîn Ertenâ/Eratna Beyin İlhanlılar ile akrabalığı olan karısı Togay Hatun ile yörenin töresine göre hükümdar olmadığı zaman şehrin idaresinden sorumlu olan ahılar/ahilerden bahseder.Sivasiçin ise pek düzenli, bakımlı olup caddelerinin geniş olduğunu belirttikten sonra sadece peygamber soyundan gelenlerin (Nakîbüleşrâf) ağırlandığı Dâr's-Siyâde/Seyyidler Konağı denilen büyük bir ev olduğundan bahsetmektedir. Sivas'dan sonra büyük bir ırmak kenarında, çevresi bağ ve bostanlarla kaplı, meyvelik ve ağaçlık bir şehir olanAmasya'ya geçtiğini belirtmektedir. Evlere suyun ulaştırılması konusunda daha önce de örneklerini verdiği gibi bu şehirde de ırmak üzerine kurulan dolaplarla her haneye su verildiğini, gayet geniş cadde ve çarşıları olduğunu da kaydetmektedir. İbn Battûta seyahati sırasında bazen şeyhi, tasavvuf ehlini görmek için rotasında değişiklikler yapmaktadır. İşte Amasya seyahati sırasında da bu amaçla bugün haritalarda bulunmayan ancak şehre yakın bir mesafedeki Sûnusâ/Sonisa diye bir beldeye de uğramıştır. Amasya'dan sonra yine İlhanlılr'ın idaresindeki gayet bakımlı ve büyük bir şehir olan Kümiş/Gümüşhane'yi ziyaret etmiştir. Bizzat gidip görmese de şehre iki günlük mesafedeki sarp dağlardan gümüş madeni çıkartıldığını, ticaret için Irak ve Suriye'den tüccarların geldiğini de belirtmektedir. Erzincan hakkında ise şunları nakletmektedir: İlhanlılar'a bağlı bakımlı ve büyük bir şehir olup halkın çoğunluğunu Ermeniler oluşturmaktadır. Bölgedeki bakır madenlerinden çıkarılan bakırdan çeşitli ev eşyaları yapılmaktadır. Meselâ bunlardan "beysûs" adı verilen şamdanlar meşhurdur. Yine Erzencânî adındaki kumaş da burada dokunmaktadır. İbn Battûta'nın Anadolu'daki güney-kuzey ticaret yolunun doğudaki son noktası Irak hükümdarının hükmü altındaki Erze'r-Rum/Erzurum'dur.Şehrin geniş bir alana yayıldığını ancak iki Türkmen grubu arasında yaşanan çarpışmalar sonucunda beldenin bir tarafının harap olduğuna değinir. Üç ırmağın kestiği şehrin bağlık bahçelik olduğunu hatta evlerin çoğu da onların içindedir.
İbn Battûta Erzurum'danayrıldıktan sonra (yani doğudan) Bikrî/Birgi'ye(yani batıya) döndüğünü*** belirttikten sonra oradan Sinop'ayani kuzeye kadar uzanan üçüncü seyahat yolu hakkında şu bilgileri verir:Yaz mevsiminin en sıcak günlerinin yaşandığı sırada ikindi vakti Aydın-oğlu Muhammed'e ait olan Bikrî/Birgi'ye vardığında yolda gördüğü ilk adama ahı/ahi dergahının yerini sormuştur. Seyahati sırasında hep oralarda konakladığı için olsa gerek. Havaların sıcak olması nedeniyle Bikrî/Birgi sultanının yaylada olduğunu ve bir süre ahı/ahi dergahında ağırlandıktan sonra onun yanına gittiğinden ve sultanla birlikte tekrar şehre dönüp sarayda misafir oluşundan bahseder. Bu arada kendisine yapılan ikramlar arasında liman suyundan yapılmış, içine büyük tatlı parçaları atılmış bir tür şerbetten bahsetmektedir.Oradan bağlık, bahçelik ve sulak bir yerleşim yeri olan Tire'ye gitmiştir. Tire'den Aydınoğlu Muhammed'in oğlu Hıdır Bek/Bey'e ait olan Ayasluk/Selçuk'a geçmiştir. Selçuk için Rumlar nezdinde kutsal kabul edilen eski bir yerleşim yeridir ifadesini kullandıktan sonra iri kesme taş bloklardan inşa edilmiş bir kilisesi olduğunu belirtir. Ayrıca daha önce kilise olan ancak şehir Müslümanlar tarafından fetih edilince Cuma mescidi/Ulu Camie çevrilen eşsiz bir eserden bahseder. Bir de Hıdır Bey'in kendisine "nah" adı verilen sırma işlemeli, ipek elbise hediye ettiğini ve şehirden kırk altına bakire bir Rum dilberi satın aldığını kaydetmektedir. Buradan Aydınoğlu Muhammed'in bir diğer oğlu olan Ömer Bey/Umur Bey'e ait olan Yezmîr/İzmir'egeçmiştir. Şehrin büyük bir kısmının harap olduğundan ve yüksek bir tepede kalesi olduğunu belirttikten sonra Ömer/Umur Bey'in sahip olduğu donana ile yaptığı cihatlardan ve cömertliğinden bahsetmektedir. Hatta kendisine Bağdat, Tebriz, Nisabur ve Çin'de dokunan bir tür ipekli kumaş olan "kemha" hediye ettiğini vurgulamaktadır. Aydınoğullar'ı Beyliği'nden Sârûhan Beyliğini merkezi olan Mağnîsiye/Manisa'ya gitmiştir. Güzel ve büyük bir şehir olan Mağnîsiye/Manisa'nın dağ eteğinde kurulduğunu ayrıca zengin su kaynakları ve bahçeleri olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Sârûhan Bey'in ölen oğlu için yapılan defin hakkında şu bilgileri vermektedir: "Kendisinin beldeye gelmeden birkaç ay önce sultanın bir çocuğunun öldüğünü cesedi yıkanıp hazırlandıktan sonra kalaylı, demir kaplı tahta bir tabut içine konmuş ve cesetten çıkan kokunu kaybolması için çatısı açık bir kubbeye asıldığını ve bir süre sonra çatı örülerek tabut yere indirilecek, üstüne de ölünün elbiseleri örtülecekti". Harap bir şehir olmasına rağmen sağlam bir kalesi bulunan Bergamahakkında fazla bir bilgi vermeden Bergama'dan Balkesrî/Balıkesir'e gitmek için bir kılavuz tuttuklarını, yüksek ve sarp dağları aştıklarını belirtmektedir. Kalabalık bir nüfusa sahip olan şehrin zengin ve şirin çarşıları olduğunu ancak halkın Cuma namazını kılacak büyük bir camii olmadığını da belirtir. Osmanlılar'ın ilk merkezi olan Bursa için ise etrafı çaylarla çevrili muazzam bir şehir olduğunu, güzel çarşıları, geniş caddeleri olduğunu kaydeder. Birde şehir dışında sıcak akan bir memba olduğunu ve büyük bir göle döküldüğünü üzerine de biri kadınlara diğeri erkekler ait iki hamam olduğunu belirttikten sonra bu kaplıcalara uzak diyarlardan şifa bulmak için hastaların geldiği bilgisini verir. Bursa'dan Yeznik/İznik'egitmek için hareket ettikten sonra şehre varmadan önce geceyi Kürle/Gürle'degeçirdiklerini sabahleyin hareket ettiklerinde iki tarafı tatlı ve ekşi nar ağaçlarıyla kaplı bir ırmağın kenarında tam gün ilerledikten sonra bir göl kenarına ulaştıklarını ve oradan 8 mil gittikten sonra ancak Yeznîk/ İznik'e varılacağını belirtmektedir. Ayrıca 40 gün kaldıkları bu belde de Osmanlı Sultanı Orhan Bey'in eşi Beylûn/Nilüfer Hatun'un ikamet ettiğini, şehrin üzerinde dört sur ve iki sur arasında su dolu hendekler olduğunu, içeriye ancak istenildiği zaman indirilip kaldırılan tahta köprülerle girildiği bilgisini verir. Birde bu şehirde her çeşit meyvenin bulunduğunu, özellikle açık renkli, ince kabuklu, iri ve çok tatlı olan üzümünün başka yerde olmadığının üzerinde durulmuştur. Kestanenin çok ucuz olduğu Yeznîk/İznik'de cevize de "koz" denildiği belirtilmektedir. Buradan hareket ettikleri günün gecesinde Mekecâ/Mekecedenilen bir köyde konakladıktan sonra yolda Yenice'ye giden ata binmiş bir Türk hatununa rastladıklarını ve onunla birlikte ilerlerken Sakarî denilen deli bir nehre geldiklerini, kadının nehri geçerken boğulması üzerine salla karşıya geçtiklerini ve geceyi de Kâviye/Geyve'de geçirdikleri bilgisini vermektedir. Daha sonra ise şirin ve büyük bir köy olan Yenice'yeoradan da Müslümanların egemenliğini kabul etmiş Rum halkının yaşadığı küçük bir yerleşim yeri olan Keynûk/Göynükbeldesine ulaşılmıştır. İbn Battûta burada sadece bir tane Müslüman hanenin olduğunu ayrıca ne bağ ne de meyvelik bir yer olmadığını sadece safran yetiştiğini kaydetmektedir. Keynûk/ Göynük'den sonra Muturnî/Mudurnu'ya hareket ettiklerini ancak kar yağışı nedeniyle yolda zorluklar çektikten sonra bir Türkmen köyünde konakladıklarını ve zor şartlarda yola devam ettikten sonra Cuma günü kasabaya ulaştıklarını belirtmektedir. Buradan on günlük mesafede olduğunu belirttiği Kastamûnya/Kastamonu'ya gitmek için yola çıktıklarında önceBolî/Bolu'da daha sonra Keredey-i Bolî/Bolu Gerede'si denilen yerde konaklamışlardır. İbn Battûta düz bir alanda kurulmuş olan burası için bölgenin en soğuk beldesi olup, geniş caddelere, büyük çarşılara sahip olduğunu belirtmektedir. Daha sonra ise Tepe üzerinde kurulmuş küçük bir şehir olan Borlû/Safranbolu'da konaklamıştır. Buradan da kırk gün kaldığı Kastamûnya/ Kastamonu'ya gitmiştir. Anadolu'nun en güzel, en büyük şehirlerinden biri olan Kastamûnya/Kastamonu da eşya fiyatlarının çok ucuz olduğunu hatta o güne değin gezdiği ülkelerde bu şehir kadar ucuzuna rastlamadığını belirtmektedir. İki dirhem vererek iri bir koyun satın alabildiklerini yine iki dirheme vererek on kişiden oluşan kafilelerine bir gün yetecek kadar ekmek alabildiklerini belirtmektedir. Yine iki dirheme aldıkları bal ile rahatlıkla doyduklarını, bir dirhemlik ceviz ve kestaneyi her kesin yemesine rağmen bitiremediklerini, kışın çok şiddetli olmasına rağmen bir yük odunu bir dirheme aldıklarını kaydetmektedir. İbn Battûta buradan deniz yolu ile Kırım'a geçebilmek için Anadolu'daki son uğrak noktası olan Sanûb/Sinop'a gitmiştir. Burada yolculuk için uygun koşulların sağlanması için elli bir gün kalmış şehir hakkında şu bilgileri vermiştir. Burası doğu yönü hariç çevresi suyla kaplı olan büyük ve kalabalık şehirdir. Beldeye hükümdarının doğuda bulunan tek kapısından giriş yapılabiliniyordu. Şehir Müslümanların hâkimiyetindeydi belde de yalnız on bir civarında Rum Mahallesi vardı. İbn Battûta Sansûb/Sinop ulu camii için gördüğüm mabetlerin en güzellerinden biridir ifadesini kullanmaktadır. Bunların dışında beldede esrar kullanımının çok yaygın olduğun belirtikten sonra şehrin hâkimi olan Candaroğulların'dan İbrahim Bey'in annesinin ölümünün ardından düzenlenen cenaze töreni ile ilgili ise şunları nakletmektedir: İbrahim Bey cenazeye başı açık ve yayan katılmıştı, öteki kumandanlar, memlûklar ise hem başların açmış hem de kaftanlarını ters giymişlerdi. Yargıç ve hatipler ile hocalar ise elbiselerini ters giymiş başlarını açmamışlardı ama kafalarına sarık yerine siyah yünden yapılmış bir bez dolamışlardı. Birde bu yörede (sanıyorum Anadolu'yu kastediyor) yas kırk gün sürer ve her gün sofra kurulup ziyafetler verilirdi, bu defa da böyle yapılmıştır.
İbn Battûta'ın XIV. yüz yıla Anadolu coğrafyası ve sosyal hayatı ile ilgili verdiği bu bilgiler Orta Çağ Anadolu'sunu anlamamız açısından son derece önemlidir. Çünkü onun bölgeye gelişinden bir süre önce bu coğrafyada hem haçlı seferleri hem de Moğol istilası yaşanmıştır. Dünya tarihinde derin izler bırakan bu iki hadise de doğu ile batı arasında yaşanan ekonomik çatışmadan doğmuştur. İbn Battûta'da daha bölgeye ayak bastığı yerden itibaren Eski Çağ'dan beri Anadolu Coğrafyasında gerek kültürel gerekse ticaret açısından son derece önemli olan menzillerde seyahat etmiştir. Gerçi bunda bir ticaret gemisi ile bölgeye gelmesinin payı büyüktür ama o aynı zamanda Anadolu coğrafyasının kültür mozaiği ve ticaret kavşağı olduğunu gözler önüne sermiştir.
NOTLAR
İbn Battûta ve eseri ile ilgili bugüne kadar yerli yabancı pek çok araştırma, neşir ve tercümeleri yapılmıştır. Biz çalışmamızda Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî, İbn Battûta Seyahatnâmesi, I-II, Çeviri, İnceleme ve Notlar: A. Sait Aykut, YKY, İstanbul 2000 baskısını esas aldık.
*Ege Denizi'nin doğusunda kalan topraklara Asya denirdi. Ancak ilk başlarda bu büyük Asya topraklarının Kızılırmak'ın batısında kalan kısmına Küçük Asya denirken zamanla Karadeniz ile Akdeniz arasında kalan yarımadaya Küçük Asya denildi. Roma İmparatorluğunun sınırları doğuya doğru genişledikçe Küçük Asya'nın sınırları da doğuya doğru genişlemiştir. İslâm dünyası ise Roma'nın hâkimiyetindeki bu sahaya Roma toprakları anlamına gelen diyar-ı Rum ifadesini kullanmıştır (bkz.Besim Darkot, "Anadolu", İA, I, 428-29).
**Bugün Alanya olarak bilinmekte ve Antalya il sınırları içinde yer alan bu belde ilk defa Türkiye Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad tarafından muhtemelen 1221- 22 yılında fetih edilmiş ve Alâiye adı verilmiştir.
***İbn Battûta hakkında araştırma yapanların pek çoğu onun güneyden-batıya, batıdan-doğuya ve doğudan tekrar batıya dönüp oradan kuzeye seyahat etmesini mantıksız buldukları için gerçekte Erzincan, Erzurum gibi şehirleri bizzat görmediğini buralara ait bilgilerin eser kaleme alınırken sonradan ilave edildiğini kaydetmektedir. Ancak yirmi sekiz yıl süren bir seyahatten sonra eserin kaleme alınışı göz önüne alınırsa yol güzergâhlarında karışıklıkların olması normal karşılanabilinir kanaatindeyiz.