Bir yandan Mudurnu'dan, bir yandan da Düzce'den akın akın âsi geliyordu. Nerede, nasıl duracaksın? İllâ geri çekileceksin. Hem dağ savaşında cephe mi var, siper mi var?
- 11 Mayıs 1920'yi 12 Mayıs 1920'ye bağlayan gece, kalleşçe şehîd edilen Kaymakam (Yarbay) Ârif Bey'in azîz hâtırâsına -
Kızılcahamam, şu mayıs gecesinde daha bir kızıla boyanmıştır. Gece karanlığı ölüme keserken, kızıl kan toprağı suluyordu. İşte, Ârif Bey'in cesedi öylece duruyordu. Kızıl kana doyan, kızıl gecenin altında, Kızılcahamam'da…
Neler sığmıştı, şu ömre? Yemen'in çölleri sığmıştı. Çölün kum tânesinden kat be kat fazla ihânetin ortasından çekip gelmişti ya, yılmamıştı. Trablusgarb'a uzanmıştı, sonrasında da Balkanlarda dövüşmüştü. Koskoca bir Çanakkale, Arıburnu'nun o keskin ve ölüm kokulu yarları sığmıştı. Sonra Diyarbakır'ın surları, Bitlis'in minâreleri sığmıştı ve ardından İzmir… Yunan'ı gözleriyle görmüştü. Ama düşmânı görür gibi değil, ölümü görür gibi görmüştü, Yunan'ı. Düşmân denileni Çanakkale'de İngiliz olarak, Bitlis'te de Rus olarak görmüştü ya, onların yanında Yunan düşmân mı sayılır? İşte, düşmân bile sayılamayacak olan Yunan, şimdi İzmir'deydi. Gözlerinin önünde. Düşmân dediğini, namludan görmeli, pencereden değil derlerdi ya, işte olan da oydu. Ona sorsan, elbet namludan görmek ister ve o zaman belki düşmânlık makâmına yükseltirdi Yunan'ı. Ah, şu İzmir'in sokaklarında bir ölüm dirim savaşına girse ya… Başka ne isterdi?
Derler ki, Ârif Bey, o hınçla Yunan'a kurşun yağdırmış. Ama dediğim gibi bunu adamları diyor. Gördük, diyorlar. Başkaları da başka şeyler söylüyor. Başka isimler verenler var. Elbette herkes istediğini der, der ama doğrusu Ârif Bey'in de şânına yaraşır.
İşgâli kaldıramıyordu. Doğrusu, onun varlığını da işgâlciler kaldıramıyordu. Her yerde Ârif Bey'i arıyor, bakmadık yer bırakmıyorlardı. Öyle ki, İzmir, âdetâ ona haram kılınmıştı. Gitmeliydi, gitmeliydi ama nereye? Önce İzmir'in içini ve dışını örgütlemeli; efesini, kızanını, kabadayısı, külhânını, askerini ve cümle eli silâh tutan gözü peki örgütlemeliydi. Örgütledi de… Gerçi bu, Yunan'ı durdu mu? Elbette, hâyır ama Yunan'a ölmek isteyenlerin kim olduğunu göstermeye yetti ya, o bile yeter. Artık İzmir'de kendisine ihtiyaç yoktu. Hem varlığı ile kimseyi ateşe atmaya da gerek yoktu. Ne yapacaktı, peki? Baba yurdu ne güne duruyor? Afyon Bayat yollarına düşmeye karar verdi. Tabiî, yanında da adamları…
Afyon yolları, elbette beyimize güzeldir. Lâkin bin bir ihânetin bin bir fazlasını görmüş biri için her zaman yeni bir ihâneti beklemek gerekir. Onu da yine Afyon yolunda görmüştü. Eskişehir üzerinden Afyon'a giderken, İstanbul'a itaât eden bir jandarma yüzbaşısı tarafından tarafından durdurulup, tutuklanmak istenmişti. Hem suç ne, günâh ne? Yunan'a itaât etmemek, direnmek mi suç? Elbette, rûhunu satanlar için suç. Peki, nerede görüşmüş, yüzbaşının yarbayı derdest etmeye kalktığı? Hem askerî disiplin nerede, vatan nerede, terbiye nerede? Elbette istememiştir, ama ne yapacak, el mecbur, hadi kendi cânından geçti, yanındakilerin cânından nasıl vazgeçsin? Var mı, buna hakkı? Yok, tabiî ki… İstemese de, jandarma ile çatışmaya girdi ve bir yoldaşını şehîd, bir yoldaşını da esîr verdi. Elbette kurtuldu ama Türk'ün Türk ile vuruşmasından kim kurtulmuş ki, o kurtulsun?
Artık zaman, zaman değildir; hâl de, hâl değildir. Hemen Bayat'a yol almış ve civâr köylerden, yaylalardan ne kadar serdengeçti varsa, milis niyetine toplamış, silâhlandırmıştı. Hepsi de Karakeçiliydi, bunların. Elbette Ârif Bey de… Kısa sürede, o zaman ve şartlarda büyük ve güçlü denilebilecek bir müfreze kurmuştu. "Karakeçililer Müfrezesi"ydi adı.
Afyon, İngiliz'in elindeydi. Tepede İngiliz bayrağı, vilâyette İngiliz kuklası… Ama İngiliz bile korkmuştu. Nasıl korkmasın ki? Şehrin içinde kendisi ama dışarı çıktığı ân… Elbette korkan sâdece İngiliz değildi. Civârın eşkıyâsı da, eşkıyânın yatağı köylü de korkuyordu. Nasıl korkmasınlar? Her yandan dedikodular duyuyorlardı. Ârif Bey, şöyle yapmış; Ârif Bey, böyle yapmış. Hem yüz dedikodudan biri bile doğru olsa, korkutmaya yeterdi.
Bu arada artık Afyon'da İngiliz'in kalmaması gerekiyordu. Bir gün İngiliz bayrağını indirip, İngiliz birliğiyle küçük bir çatışmaya girince, İngilizler pabucun pahalı olduğunu anlamış ve şehri terk etmişti. Ama bu en çok şehrin vâlisine koymuştu. Hükûmetine sonuna kadar itaâtkâr olan vâli, İngiliz yanlısıydı ve onlar için yapmayacağı şey yoktu. Onun da hesabının kesilmesi gerekiyordu. Cezâ niyetine evininin basılması ve tokat, ardından da İstanbul'a yolculuk…
Sonrasında Konya'nın Bozkır'ında ortalığın karışmaya başlandığı söylendi. Derler ki, bizzât Mustafâ Kemâl Paşa, Ârif Bey'i adamlarıyla berâber görevlendirmiş. Tabiî, nâm sâhibi kişi gelince, berâberinde korku da gelir ya, isyâncıların sayısı da korkuyla berâber katlandıkça katlanmış. Bozkır'a hâkim olmuşlar. On gün de Bozkır'ı geri aldığı gibi kaçan âsileri tepelemeyi de başarmış. Ama bence ona en çok koyan, Karaman yolu üzerindeki Kızılkuyu'da köylülerin yaptıkları olmuştur. Elbette kendisinin, bin bir ihânetin bin bir fazlasını ekleyerek görmediği ihânet kalmamıştır. Ama bunu hangi yürek kabûl edebilir ki?
Yüzbaşı ve asteğmen ile yanlarında otuz asker olarak köye gelmişler, geceyi geçirip, gitmeye karar vermişler. Lâkin gece, askerler uyuyunca, köylü akın etmiş, subaylarla askerleri pusuya düşürmüş. Hepsini çırıl çıplak soyup, silâhlarını da alıp göndermeye karar vermişler. Hattâ subayları öldürmek istemişler de, birkaç kişinin, herhâlde korkudan, uyarısıyla vazgeçmişler. Şimdi bu köye ne yapılsın? Sonra Ârif Bey, şöyle yaptı, böyle yaptı. Şöyle gaddâr, böyle gaddâr. Garibân askere bunları yapanlar gaddâr ve zâlim değil de, Ârif Bey mi gaddâr ve zâlim?
İsyân bastırılmıştı ve Ârif Bey, Afyon'a dönmüştü, dönmesine ama ortalık kan revân. Hem Ankara'da meclis açılacak, Mustafâ Kemâl Paşa hazretleri dünyâya istiklâli ilân edecek. Ama gel gelelim, yine isyân. Bolu'dan Düzce, Adapazarı, hattâ Kartal'a kadar her yer yanıyor. Bir yandan da Nallıhan'a girmişler, Beypazarı'na dayanmışlardı. Zâten Yunan da ilerliyor. Ne olacak? Paşa'nın emriyle bölgedeki bütün Kuvvâ-i Millîye komutanları ile askerî birlikler, isyânın üzerine gönderilmişti. Elbette Ârif Bey de. O, önce Ankara'ya uğramayı, meclîsin açılışını görmeyi ve meclîs önünde askerî düzende bir geçit yapmayı düşünmüştü. Yapmıştı da. Derler ki, Mustafâ Kemâl Paşa, bunu çok beğenmiş, tebrîk etmiş.
Ârif Bey, Nallıhan'a yürürken, birçok âsîyi tepelemiş, yoluna devâm etmişti. Bolu'ya kadar ilerleyince, gelenin kim olduğunu gören bir kısım Bolulu, beyaz bayrak çekip, af dilemişti. Af… Ne güzel kelîme… Onca zulüm, onca ihânet ama af. Neden? Gelenden korktukları için… Neden korkuyorlar? Yaptıklarının ve yapmadıklarının dedikodusunu duydukları için… Ancak korku, ihâneti örtmez. Bir yanda da beyaz bayraklarla çevirme çalışmışlardı. Kork, af iste ama çevirmeye çalış. Elbette bir kurmay olan Kaymakam (Yarbay) Ârif Bey'in bunu görmemesi mümkün mü? Olacakları bildiği için Bolu'ya girmemeye karar verdi, geri çekildi. Ama civardan asker desteği isteyip, şehre hâkim olunmasını sağladı. Yetti mi, peki? Hâyır…
Bir yandan Mudurnu'dan, bir yandan da Düzce'den akın akın âsi geliyordu. Nerede, nasıl duracaksın? İllâ geri çekileceksin. Hem dağ savaşında cephe mi var, siper mi var? Kızılcahamam'a kadar çekildiler. Bir yandan da diğer askerî birlikler de bozgun hâlinde Kızılcahamam'a çekilmişlerdi.
* * *
İşte, cesed orada duruyor. Ay gibi parlak. Başından akan kızıl kan, kara geceyi kızıla boyuyor. Kim ne yaptı, neden yaptı? Mechûl mü gerçekten? Bin bir ihânetin bin bir fazlası ihâneti yaşayan Ârif Bey, hâince mi öldürüldü?
Adamları derler ki, âsîler karşısında savaşmadan kaçan ve nice erinin şehîd düşmesine yol açan Binbaşı Rüştü suçludur. Hem bu yüzden Ârif Bey, onu asacaktı, neredeyse. Araya girenler kurtarmıştı. Başkaları da der ki, başkaları suçludur. Herkes bir şeyler söyler. Söyler, çünkü yiğitlerin düşmânı bol olur. Sevmesi gerekenler bile düşmandır, bâzen. Afyon'dan İngiliz bayrağını indirdiği için borçlu olanlardan da düşmânları vardır, istiklâl yanlısı olduğunu söyleyenlerden de ve hepsi birbirine destek olur da, yiğidi yok etmeye karar verirler.
İşte cesed, orada duruyor. Rûhu ise yükselmeye başladı. Bir yanda ateşler içinde Bolu, bir yanda Ankara; bir yanda İstanbul'da İngiliz, bir yanda İzmir'de Yunan ve cesedi tek başına. Rûhu yükseliyor. İşte, şu Refet Paşa değil mi? O ân, Refet Paşa'nın alnına iki damla kanlı gözyaşı dökülüyor ve Refet Paşa, gâibden gelen bir ses duyuyor. Sesin sâhibi şöyle diyor:
"Paşam, ben size ne yaptım? Ne yaptım da, ona buna benim hakkımda "Merak etmeyin, Ârif Bey, bir daha Afyon'a gelmeyecek" dediniz… Neyse, dediniz ya, canınız sağ olmasın ama vatan sağ olsun…"
Paşa, etrafına baktığında kimseyi göremeyince şaşırmıştı. Sonra kafasının içindeki kuruntulara verip, uzaklaşmıştı. Henüz Ârif Bey'in öldüğünü bilmiyordu.
Artık yükselecek yer kalmadı. İşte, karşıda Börü Han bekliyor. Önce muhteşem bir kurt uluması, ardından "Hoş geldin" diyen gözler… "Ne olacak" diye soruyor, Ârif Bey. "Kurtulacağız, merâk etme. Ateş de sönecek, gelen de gidecek. Gidelim, içeride seni bekliyorlar. Hem yakında Enver Paşamız da gelecek."
Enver Paşamız… Dünyâdayken Mustafâ Kemâl Paşamız sözünü duyduğunda mutlu olurdu; buradayken ise Enver Paşamız sözünden… Anlıyor, Ârif Bey… İki damla gözyaşı dökülüyor, gözlerinden. O sırada Berlin'deki odasında uyumaya çalışan Enver Paşa'nın gözlerine düşen damlalar, Paşa'yı uyandırıyor. Paşa, gözyaşlarının kaynağını biliyor, yerinden doğruluyor, ellerini açıp duâ ediyor ve Fâtihâ okuyor. Sonrasında da iki cümle söylüyor. Daha sonra da bir türkü söyleniyor.
"Hoşça kal kardeşim… Az kaldı, geleceğim."
Daha sonra da bir türkü söyleniyor.
"Kızılcahamam, kızıla boyandı beyim.
Al yeşil bayrağa sarıldı beyim
Bunca kemliğin için sürüldü beyim
Uyan beyim, uyanmaz mısın?
Bunca hâini, vurup kırmaz mısın?"
KUTLU ALTAY KOCAOVA
16.05.2017