XI-XIII. Yüzyıl Anadolu'sunda Selçuklu ve Bizans Kaynaklarında Sakatlara/Engellilere Dair Bilgiler
Beşeriyetin en önemli problemlerinden biri olan engellilik en basit ifadeyle de doğuştan veya sonradan ortaya çıkan bedensel, zihinsel faaliyetlerdeki kısıtlılık demektir. Ancak ister doğuştan, ister sonradan olsun insanın ruhsal ve fiziksel işlevlerindeki bozukluk onu toplumun diğer bireylerinden farklı kıldığı gibi bu farklılık maalesef engelliler için ayrımcılığı da beraberinde getirmektedir.
Toplumlar insanlık tarihi kadar eski olan bu meseleye kültürleri, yaşadıkları coğrafya ve inançlarıdoğrultusunda yaklaşmışlardır. Bu nedenle farklılık olsa da insanoğlu engelliliği çoğu zaman ebeveynlerinin yaptığı bir kötülüğün/günahın karşılığı olarak gördükleri için genel itibariyle uğursuzluk olarak kabul etmiştir. Hatta engelli bireylerin içinde şeytan olduğuna inanıldığı dönemler dahi olmuştur. Bu yüzden sakat doğan bebeklerin bir çoğuöldürülüyor ve böylece şeytanın ortadan kaldırıldığına inanılıyordu. Yaşama şansı bulan engelli insanların ekseriyeti ise toplumdan izole edilmiş bir şekilde hayatlarına devam edebiliyorlardı. Zeka problemi ya da öğrenme güçlüğü çekenler ise genelde deli olarak adlandırılıyorlardı. Hattabu özel durumları yüzünden engellileri cadı ya da kutsal varlıklar olarak görenler de olmuştur.
Tarihsel gelişim içerisinde toplumların kültürel ve bilimsel ilerlemelerinin yanı sıra beşeriyete yön veren düşünürlerin, dini lider olarak kabul edilen peygamberlerin hasta çocukların öldürülmesini menedip tedavi edilmelerini tavsiye etmesi yaşam mücadelesi veren engelli bireylerin yaşama şansının yanı sıra hayat kalitelerinin olumlu yönde artmasına zemin oluşturmuştur. Özellikle de farklı algılamalar olsa da semavi/ilâhî dinlerin temelindeki Tanrı katında herkes eşittir anlayışı engellilere bakış açısında önemli rol oynamıştır: Mesela, Yahudilikte; engellilerin diğer normal insanlarla eşitliği vurgulanırken, ilâhî dinlerde hâkim olan anlayışın neticesi engelliler, eksik insanlar olarak algılanmamıştır. Hristiyanlar engellileri insanlığın ortak lâneti olarak görseler de onları toplumdan tecrit etmemişlerdir. Fakat en azından Ortaçağ Avrupa'sında engellileri topluma ve kiliseye kazandırma noktasında pek bir çalışma yaptıkları da söylenemez. İslam anlayışına göre ise insan, ayırım gözetmeden yaratılmış varlıkların en değerlisidir ve Kuran'da fiziksel yetersizlikler çok az geçerken daha çok engelliliğin mecazî/manevî anlamı üzerinde durulmaktadır. Ayrıca Tanrı katında inanan bir engelli inanmayandan daha muteber idi ve bu nedenle engellilerin hak hukukları gözetildiği gibi onların olabildiğince toplum içinde entegresinin yanı sıra sağlık hizmetleri konusunda çalışmalar yapılmıştır.
Ortaçağ damgasını vuran Hristiyanlık ve Müslümanlığın XI-XIII.yy da Anadolu coğrafyasında hakim gücü olan Selçuklu ve Doğu Roma (Bizans)'da doğuştan ya da sonradan engelli olanların yaşamlarına dair acaba dönemin kaynaklarında ne tür bilgiler yer almaktaydı ? ve engelliye bakış açısı nasıldı? Hemen belirtmek gerekir ki sadece doğuştan değil yaşam koşulları ve savaşlar nedeniyle sakatlığın çok yaygın olmasına rağmenkaynaklar bu konuda çok ama çok yetersizdir. Ancak önemli bir kişi ya da yakını engelli ise veya engellilerin yararlanabileceği bir hizmet söz konusuysa bahsedilmiştir. Mesela, Anadolu'daki askerî aristokrasinin büyük umutlarla tahta çıkışını desteklediği I. Isaakios Komnenos (1057-1059)'un icraatları kısa sürede hoş karşılanmamaya başladı. Muhtemelen bu gerginliklerden etkilen imparator rahatsızlanıp bir tarafı felç oldu. Muhalifleri arasında zamanın ünlü bilgini ve devlet adamı Mikhael Psellos'un öğüdünü dinleyerek tacını bırakıp 1059 yılında manastıra çekilmiştir. Dönemin önemli Ermeni kaynaklarından biri olan Urfalı Mateos bu konu hakkında bilgi verirken "Allahın, kendi hakimiyetine razı olmadığını anladı. Allah onun, Hristiyanlarınkanını akıtmış olmasını affetmemişti. Isaakios Komnenos'un bir tarafı felce uğradı. O, böylelikle Allahın kendisine karşı gazaplandığını görünce ruhani kisvesini giyip bir manastıra çekilmeye karar verdi" der. Fakat benzer bir durumda olan Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan (1155-1192) için ise Bizans kaynağı Niketas Khoniates: "II. Kılıç Arslan'ın vücut yapısı mükemmel değildi. Aksine önemli bir kaç uzvu sakattı. Mesela, elleri sakattı ve iki ayağı da topalladığından yolculuklarını araba ile yapardı. Bu yüzden de sonraları Andronikos tarafından kendisine alay maksadıyla "Topal Aslan/Kutzaslan" lakabı takıldı. Kusurlu beden yapısına rağmen -ne yapsın tabiat onu böyle yaratmıştı- Kılıç Arslan büyük bir devletin sahibi olmuş ve etrafına güçlü bir kuvvet toplamıştı" bilgisini verir.
Günümüzde olduğu gibi geçmişte de maalesef kekemelik ya da "r"leri söyleyememek bir ayrımcılık idi. Nitekim bir zamanlar Bizans tahtında hüküm süren I. Aleksios Komnenos (1081-1118)'un da benzer bir sorunu vardı. Kızı Anna Komnenos tarafından özellikle babası dönemi olaylarının kaleme alındığı Alexiad adlı eserde bu durum şu şekilde geçmektedir: Aleksios Komnenos bizzat imparator olmadan önce Nikephoros Botaniates'in başkomutanı idi. Bizans tahtı için hemen hemen aynı anda isyan eden Nikephoros Botaniates ve Nikephoros Bryennios arasındaki çekişmeden galip çıkan taraf Botaniates (1078-1081) olmuştu. Yeni imparatorun bu başarısında başkomutanı olan Aleksios Komnenosun payı büyüktü. Ancak kısa bir süre sonra Rumeli'de bu defa Nikephoros Bryennios'un adamlarından Basilakis isyan etmiş ve başkomutan olan Aleksios'a karşısaldırıya geçtiğinde nerede o "kekeme" diye bağırmıştır. Bu hadise karşısında adeta babasını savunan Anna, "babam sadece "r"leri söylerken birazcık tutuk kalırdı ve dili sürçerdi. Diğer tüm sesler ağzından rahatça akıp giderdi" diyerek babasının kekeme olmadığını vurgular.
İster doğuştan ister sonradan bireylerde oluşan bu yetersizlik aynı zamanda ciddi bir sağlık sorunudur ve dünya tarihinde bilinen ilk sivil hastane üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasındaM.S. 375 yılı civarlarında Kapadokya'daki Caesarea/Kayseri'de kurulmuştur. Zamanla sayıları artan bu hastanelerde sakatlıkların tedavilerine dair neler yapıldığı konusunda pek bir bilgimiz yok. Ancak konumuzla ilgili en önemli icraatlardan birinin I. Aleksios Komnenos tarafından Constantinopolis (İstanbul)'de gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Zira imparator Akropolis (Gülhaneparkı)'deki Aziz Paulos yetimhanesini genişletirken sakatların bakımı için evler yaptırmıştır. Kızı Anna'nın naklettiğine göre; babası Tanrı elçisi Apostolos Paulos'a adanmış büyük bir kilisenin olduğu Akropolis'te adeta yeni bir kent kurmuştur. Bu yeni kentin eni boyu bir kaç km idi ve bu alanda imarethaneler, sakatlar için bakım evleri yer almaktaydı. Kör, topal veya tüm bedenen bakıma muhtaç olan engelli erkek ve kadınların kimi üst katta kimialt kat ya da giriş katında kalıyordu. Onların bakımlarına yardımcı olanlar da orada konaklıyordu. Anna, "genç bir kadının yaşlı bir kadına baktığını, gözü görenin köre, eli olan elsize, topal olan birini ayağı olanın sırtında taşıdığını bizzat gördüğünü" yazar. Ayrıca buranın yemek ve giyim ihtiyaçlarının bizzat imparator ve yardımseverler tarafından karşılandığını da belirtir.
Selçuklular zamanında hasta ve engellilerin tedavisi için bimaristan, bimarhane, darüşşifa adı altında birçok kurum tesis edilmiştir. Bilindiği kadarıylailk Selçuklu hastahanesi ve tıp medresesi Sultan Alparslan'ın (1063-1072) veziri Nizâmülmülk tarafından Nîşâbur'da kurulmuştur. Selçuklu hanedanlığından günümüze intikal eden en eski bimaristan Atabeg Nûreddin Zengî'nin Haçlı seferleri sırasında esir aldığı bir Frank kralından alınan fidye ile 1154 yılında Şam'da kurmuş olduğu tıp merkezidir. XI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Anadolu'da etkin olan Türkiye Selçukluları zamanında kurulan ve günümüze intikal eden bugünkü tıp fakültelerinin benzeri olan genel tıp merkezleri ise şunlardır: Kayseri'deki Gevher Nesibe Darü'ş-şifası ve I. Gıyaseddin Keyhüsrev Tıp Medresesi (1206), Sivas'taki I. İzzeddin Keykavus Darüşşifası (1217), Divriği'deki Behramşah'ın kızı Turan Melik'inhastanesi (1228), Tokat'taki Gökmedrese denilen Pervane Bey Darüşşifası (1275) ile Çankırı'da Atabey Ferruh (1235) ve Kastamonu'daki Ali b. Pervane hastanesi (1272). Bu merkezlerin bir diğer özelliği de hastaların özellikle de ruhsal sıkıntı yaşayanların musiki ile tedavi edilmeleridir.
Selçuklular döneminde bu genel bimaristanlardan başka sadece akıl hastalarının tedavisiyle uğraşan merkezler de vardır. Bunlardan Anadolu'da bulunanlar Osmanlılar tarafından yakın zamanlara kadar işletilmiştir. Meselâ Konya'da I. Alaeddin Keykubad'a ait"Darüşşifa-i Alai"ye adlı sağlık kurumunda zengin, fakir ayırımı yapılmadan hasta ve akıl hastalarının tedavi edildikleri ve ilaçları yapılarak kendilerine verildiği bilinmektedir. Afyon dolaylarındaki Karacaahmet Tekkesi ile Burdur yakınlarında Onacak'taki Melek Dede Türbesi bunlardandır. Yine Erzurum civarında şimdiki adı Deli Baba olan köyde akıl hastalarının tedavisiyle uğraşan Selçuklulara ait böyle bir tekkenin varlığı bilinmektedir. İspanya kralının Timur'a gönderdiği elçi Clavijo'nunseyahatnâmesinden öğrenildiğine göre burası XV. yüzyılın başlarında faal idi. Clavijo'nun yazdığına göre; Deli Baba köyünde akıl hastalarının tedavisiyle meşgul olan dervişler yaşıyor ve buraya getirilen hastalar onların tedavileriyle şifa buluyorlardı. Bu tekkenin kapısında bir püskül ile hilal şeklinde bir resim bulunuyordu. Bunun altına da geyik, keçi ve koyun boynuzlarından bir sıra dizilmiştir. Hayvan figürleri ile ilgili Clavijo'nun verdiği bu bilgi büyük bir önem arz etmektedir. Zira Erzurum'un dışında cüzzamlı ve akıl sağlığı bozuk olanların tedavi edildiği Niksar'daki Darulhayr Tıp medresesinin önünde de geyik sembolü vardır. Kastamonu'da 1272 yılında inşa edilen Pervaneoğlu Ali Darüşşifasına ise deliler, melankoli, münzeviler, göz kapağı ve yüzü eğilenler yani felç geçirenler getirilirdi.
Sonuç olarak yukarıda verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere kaynaklarda XI-XIII. yüz yıl Anadolu'sunda engelli bireylerin yaşam tarzlarına dair bilgiler çok sınırlı ve bu nedenle kapsamlı bir değerlendirme yapmak çok zor. Lakin engelli bireyler için ortaçağ Anadolu'sunda Doğu Roma (Bizans) İmparatoru I. Aleksios Komnenos'un devletin merkezindeki yetimhaneyi genişletirken sakatlar için masraflarının imparator tarafından karşılandığı bakım evleri yaptırması kanaatimizce en dikkat çekici hadisedir. Orta Asya ve İslam tıbbının temsilcisi olan Selçuklu hanedanlığı ise şifahane adı altında ayrım yapmadan tüm halk için tedavi amaçlı merkezler inşa ettirmiştir. Günümüze intikal eden vakfiye kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla da bu merkezlerin maddi sıkıntı çekmeden hizmet verebilmesi için vakıflar tahsis etmiştir. Doğu Roma (Bizans)'da hastanelerin dışında sağlık hizmeti için manastırlar ve kiliselere sığınılırken Selçuklularda ise sadece akıl hastalarının, ruhsal sıkıntısı olanlar şifahane külliyesinin içinde ya da yakınındaki özel türbe ya da tekkelerde tedavi edildiğini görmekteyiz. Taraflar arasındaki bir diğer önemli fark da Selçuklularda musikiden tedavi amaçlı yararlanılmasıdır.