Son yazımı yazdığım tarihten (15.04.2019) bu yazımı yazdığım tarihe kadar geçen kısacık zaman dilimi içerisinde toplumumuzda yine akıl sır erdirilemeyecek aralıksız olaylar yaşandı. Şüphesiz bu olaylar arasında en önemlisi ve üzerinde durulması gereken ülkemize yasadışı yollarla giren -ki önüne gelen girmektedir- 8 yabancı uyruklu mahluğun, 5 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz etmesidir. Bununla birlikte metrobüste yaşanan taciz olayı yine toplumun büyük tepkisini çekmiştir. Yine bir büyükşehirimizde bir "baba" başlık parası karşılığı öz kızını 'evliliğe' zorlamaktan çekinmemiştir. Oysa bazı Pollyannalar, biz bu sorunlardan bahsettiğimizde bunların yeşilçam filmlerinde kaldığını iddia ediyordu. Bu kısa zaman içerisinde ülkemizde duyduğumuz duymadığımız daha ne kadar suç işlenmiştir, Tanrı bilir.
Toplumumuzda ne yazık ki tecavüz yalnızca insanlara yapılmıyor. En az hayvanlarda insanlarımız kadar bu tecavüzden nasibini alıyor. Sayısız hayvan, toplumumuzun cinsel açlığı nedeniyle tecavüze maruz kalıyor. Bununla yetinmeyem toplumumuz hayvanları zehirleyerek katletmekten de geri kalmıyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinde Cumhuriyet Halk Partili (CHP) meclis üyelerinin verdiği "Uyuşturucuyla Mücadele Komisyonu" ve "Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komisyonu" muhalif partilerin (AKP-MHP) oylarıyla çok demokratik bir şekilde reddedilmesi de dikkati celbeden ayrı bir akıl tutulmasıdır. Yaklaşık iki hafta içerisinde en ses getiren ve gündem olan toplum olayımız ise ana muhalefet partisi CHP'nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na ve diğer CHP'li yöneticilere karşı ayaktakımının darp değil linç girişiminde bulunmasıdır. Hem devlet yöneticilerinin hem de basının gözü önünde Kemal Kılıçdaroğlu'nun önce darp edilmesi ardından linç edilmesi üzerine Kılıçdaroğlu canını bir eve sığınarak kurtarmış ve saatler sonra zırhı araba ile kurtarılabilmiştir. Ertesinde gelişen mahkeme, siyasilerin açıklamaları, kamuoyu tartışmaları ise hiç şaşırtmayan bir fecaattir (Şehit Yüzbaşımız Ali Alkan'ın ağabeyi Yarbay Mehmet Alkan'a iktidar çevrelerinden yapılan saygısızlıkları hatırlatalım). İşte demokrasinin yararları ve 'Türklüğün unutulmuş medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti'nin yeni bir güneş gibi doğuşu!
Gözlerimizin önünde yaşanan bütün bu olaylara ve olaylar örgüsünce gelişen etkileşimlere bakınca parçası olduğumuz toplumun yalnızca devlet kurumları olarak değil doğrudan doğruya bir insan topluluğu olarak yozlaştığını görmekteyiz. Bu yozlaşmanın en belirgin yanı ise olağandışı fiillerin toplumumuzca kanıksanması ve olağan addedilmesidir. Sadece bilinçli küçük bir kesim, yaşanan tüm bu çılgınlıklara tepki ve direnç göstermekte diğer et yığınları olağan 'yaşantısına' devam etmektedir. Muhakkak ki o et yığınları için, bir büyükşehir belediye futbol takımının yenilmesi onlar için bir genç kadının başlık parası karşılığı evliliğe zorlanmasından veya hayvanların zehirlenmesinden daha mühimdir. İnsan, salt insan olarak bu suçların yaşandığı ve diğer insanların duyarsız kaldığı böyle bir toplumun parçası olmaktan utanmak bir yana iğreniyor. Ancak en bilinçli insan bile artık toplum olaylarını küçük görmekten kendini alamıyor. Çünkü okunan uzak geçmiş, bire bir yaşanan yakın tarih hatırlanınca şu iki hafta içinde yaşananlar ne yazık ki devede kulak kalıyor. Bu iğrenç toplumda insana yakışmayacak, insan aklının dahi hayal edemeyeceği neler yaşanmadı ki?
Toplumun içine düştüğü buhran hâlini çevremizle konuşunca veya uzmanlar neler diyor diye gazeteleri okuyup, kanalları izleyince çok şaşırıyoruz. Dünyada akıl yetisinin yalnızca kendinde olduğunu zannedenler, biliç tavırlar eşliğinde toplumumuzda yaşanan marazların eğitimsizlikten kaynaklandığını söylüyor. Aman Tanrım, ne gerçekçi, ne farklı, ne hayranlık uyandırıcı bir çözüm. Oysaki bu çözüm şimdiye kadar hiç kimsenin aklına gelmemişti. Bu mülhem hâl, insanlığın en yüce bulgusu olsa gerekir. Bunu hem çevremizdekiler hem de koca koca uzmanlar söylemektedir. Yahu tek çözüm yolunun eğitim olduğunu 'dağdaki çoban' da anladı artık. Tekerlemeye dönüşmüş şu sözde çözümleri bir bırakınız lütfen. Eksikliği veya aksaklığı görülen eğitimi nasıl düzenlenecek ve toplumun tüm yaşamına nasıl uygulayacaksınız, bize bunu anlatın. Hep laf kalabalığı yapılıyor. Acil çözüm istiyoruz deniyor. Toplumumuzda tarih boyunca bugüne kadar süregelen bu toplum hastalıklarını bugünkü iktidar partisi ile çözmenin mümkünatı var mıdır? Hayır. Pekiyi en erken seçimde yurttaşlarımızın kendilerinin hasta olduğunu kabul edip kendini tedavi edecek olan bir partiyi iktidar yapma ihtimâli var mıdır? Yine hayır. Siyasi partiler arasında toplumun hastalıklarına reçete sunabilecek bir parti var mıdır? Buna da hayır! Diyelim ki var ve kazara tek başına iktidara geldi, gerekli gördüğü eğitimi bu toplum denklemlerince ve bu demokratik sistemle uygulamanın ümidi var mıdır? Artık hayır değil yok diyelim. Zaten 1938-2018 yılları arasında devletimizi yönetenlerce hiçbir eğitim çalışması yapılmadığı için hem toplumumuz bir arpa boyu yol alamamış hem de hastalıkları artık kangren halini almıştır. Yazılar alt alta okununca düşünen insan aklında şüphesiz 'Pekâlâ bu toplumun hastalıkları nasıl çözülebilir' diye bir soru belirginleşmektedir. Toplumumuzun etnik, inanç, değer, ideolojik, bilinç ve kültür bölünmüşlüğü ve bilgisizliği, politik kültürü, demokratik sistemin ilkeleri ortadadır. Türkiye'nin toplum sorunlarını bu gerçekliklerle ve bu sistem içerisinde çözülebileceğini iddia edenler gafil, çözebileceğini savunanlar ise politikacı yani yalancıdır.
Toplumumuzun şahit olduğumuz tüm uyarı ve dirençlere rağmen içine düştüğü iflası anladıkça vaktiyle hakları yenilmiş, önleri kesilmiş, iftiralara maruz kalmış, rütbeleri sökülmüş, kahraman olmaları gerekirken yurt dışına sürgün edilmiş Milli Birlik Komitesi'nin 14 üyesine hayran olmaktan kendimi alamıyorum. Henüz o yaşlarda, o yıllarda bu nasıl bir öngörü yeteneği, bu nasıl bir gerçekçiliktir. Hayret doğrusu!
Bilindiği üzere Türk Ulusu, 1945 yılı dünyasının şartları doğrultusunda çok partili demokratik sisteme evrilmiş ve bu sistemi 1945-60 yılları arasında denemiştir. İsmet İnönü'yü hiçbir zaman sevmemiş ve buyurgancı yönetimini de kabul etmemiş olan halk, 1950 yılında Demokrat Parti'yi iktidara getirmiş ve 1950-55 yılları arasında ümit verici bir özgürlükçü-ilerici politik durum yaşanmıştır. Ancak dönemin Başbakanı Adnan Menderes'in 1955'ten sonra belirginleşmeye başlayan buyurgancı yönetim anlayışı, 1957-60 yılları arasında tam bir şahıs diktatörlüğüne dönüşmüştür. Anayasa resmen olmasa bile fiilen yürürlükten kalkmış, hukuk askıya alınmış, basın ve ordudan sonra muhalefet partileriyle üniversitelere de yasaklamalar getirilmiştir. Ulus, bir kardeş kavgasının eşiğini geçmiştir. Ordunun komuta kademesinin Menderes'in arka bahçesi olması nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensubu 38 şerefli Türk subayı, işlerin daha da çıkmaza girmemesi, yurt sathında huzur ve güvenliğin sağlanması ve şahsi özgürlüklerin koruma altına alınması için 27 Mayıs 1960 sabahı bir ihtilâl gerçekleştirmiştir. DP iktidarının ilk yıllarında esen özgürlükçü-ilerici hava artık ihtilâl karargahından esmektedir (27 Mayıs 1960 İhtilâli'nin Neden-Sonuç ilişkisi içinde değerlendirilmesi için yazdığım yazı: Bir Diktatör Düşerken)
27 Mayıs 1960 sabahı gerçekleştirilen harekât, bir ihtilâl olduğu için farklı duygu, düşünce ve endişeden hareketle katılmış subaylardan tertiplenmiş olması gayet doğaldır. İş, ihtilâlin yapılması sonrasında memleket idaresine dönüştüğünde ise bu farklılıkların kaçınılmaz olarak Milli Birlik Komitesi (MBK) içerisinde çatışmalar doğurması tabiidir. Bu farklı eğilimler çok çeşitlilik gösterse de MBK ana yaklaşım olarak iki kadroya ayrılmıştır. I. Kadro, yapılan ihtilâlin yalnızca basit bir hükûmet darbesi olmadığını, 1935 yılından sonra Türkiye'nin idare olarak durağanlaştığını, 1946-60 yılları arasındaki demokrasi denemesinin başarısızlığının şahısların ihtiraslarından veya anayasal yetersizlikten öte toplumun bilinçsiz ve bilgisizliğinden kaynaklandığını düşünüyor, mevcut ihtilâl yönetiminin daha uzun süre -en az 4 yıl- iktidarda kalmasını, devletin yeniden devrimci, öncü ve ilerlemeci bir işlev kazanarak particilik ve demokrasi ile çözülmesi mümkün olmayan hayati memleket sorunlarının çözülmesini savunuyordu. II. Kadro ise aksine ihtilâlin demokrasiyi korumak, sistem içindeki tıkanıklıkları gidermek, devri sabık yapıp, ülkeyi en erken seçimle sivillere devretmek için yapıldığına inanıyordu. 38 kişilik MBK içinde I. Kadro 22 subaydan, II. Kadro ise 16 subaydan oluşuyordu. Hem nicelik hem de nitelik bakımından çoğunluk olarak MBK yönetimini elinde bulunduran I. Kadro'nun önderi, ihtilâl sonrası Başbakanlık Müsteşarılığı görevini deruhte eden Kurmay Albay Alparslan Türkeş idi (Burada Rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş için sık sık "darbeci" yaftalamalarına da değinmek istiyorum. Türkeş, darbeci değildi. Başbuğ Türkeş, sapına kadar ihtilâlciydi. İhtilâlci olmak, ihtilâl yapmak bir suç değildir. İnsanlık tarihindeki bütün hürriyet kazanımları ihtilâller ile sağlanmıştır). MBK üyelerinin sonraki yıllar kaleme aldıkları anılarında, dönemin ruhunu, fırsatını ve neyin ne olduğunu komite içerisinde tek anlayanın Alparslan Türkeş olduğu belirtiliyor.
Türkeş de 27 Mayıs 1960 İhtilâli sonrası yakaladığı geniş uçlu imkânla memleketi yeniden şekillendirmeye ve devleti yeniden öncü kılmaya var gücüyle gayret ediyor, kendi gibi düşünmeyen silah arkadaşlarını önderlik yetenekleriyle peşinden sürüklemeyi biliyordu. Türkeş, 5 aylık "başbakanlığında" gerçekleştirdiği icraatların başında MBK'nın sözcülüğünü üstlenecek ve hem yapılan hem de yapılması düşünülen devrimleri anlatan bir gazete, "Öncü Gazete" çıkarması geliyordu. Türkeş, hem ihtilâl bildirisini okumaya talip olması hem ilk icraat olarak gazete çıkarmasıyla daha o dönemden basın ve iletişimin önemini gayet iyi kavradığı görülüyor (Bugün ise Türk Milliyetçileri hâlâ milliyetçi basın, yayın, yayım, yapım, kanal eksikliğinden şikayet etmektedir). İttihat ve Terakki devrinde Türk Ocakları, Ulugazi Atatürk döneminde Halkevleri, İnönü zamanında Köy Enstitüleri aracılığıyla girişilen fakat bazı bürokratik durağanlık ve önemsememe nedeniyle bir türlü istenilen verimliliğe ulaşamayan halkın kaynaşıp ortak değerler etrafında bütünleşmesi ve halk ile aydın, yönetici kesimlerin uzlaşısını bu sefer başarmak için Türkeş ve silah arkadaşları Ağustos 1960 tarihinde Türk Kültür Derneklerini (TKD) kurdu. TKD ile inanç, değer, kültür, dil, tarih, boy farklılıkları gösteren, cemaatleşen ve iletişimsizleşen Türk Ulusunu ortak değerlerde buluşturmaya ve Türkleri 'Türkleştirmeye', hakiki manada bir ulus yapmaya çalışmıştır (Bugün dahi uluslaşma sorunumuz güncel bir sorundur, çözümü için 60 yıldır bir şey yapılmamıştır).
Birinci kadronun öncülük ettiği bir başka ilerici atılım ise ordu içerisinde gerçekleşmiştir. "Milli Şef" İnönü döneminden itibaren ordu içinde yaşanagelen rütbelendirme, ihtilâl komitesini rahatsız etmekteydi ve artık Türkiye, yeni bir yola girmişti. Öyleyse ordu bunaklaşma yaşında, çağının eğitiminden ve ruhundan uzak, durağan 'ağalardan' temizlenmeli ve yerine daha çok yeni kuşak eğitiminden geçmiş, Cumhuriyet'in nişaneleri olan, genç ve ilerlemeci subaylara emanet edilmeliydi. Tıpkı 1913 yılında İttihat ve Terakki Partisinin önderlerinden Enver Paşa'nın yaptığı gibi. Bu nedenlerden ötürü 3 Ağustos 1960 tarihinde TSK içerisinden 235 'general' ve 'amiral' ile 5 binin üstünde subay tasfiye edildi. Böylelikle Türk Ordusu, zinde kuvvetlere dönüştürüldü (1994'ten bugüne değin TSK'nın ne denli ürkek, durağan olduğunu, politikacıların kollaması ve 'generallerin' önemsememesi nedeniyle teröristlerin nasıl kışlaları ele geçirdiğini, bölücü ve yıkıcı terörün kırk yılı aşkındır sonlandırılamadığını, emekli 'generallerin' basın açıklamalarından 'generallerin' acınası durumunu, en nihayetinde bürokratik bir kuruma dönüşümünü yaşayarak gözlemledik). İhtilâlin ekonomi ayağını da yine ihtilâlin kudretli albayı Alparslan Türkeş, yönlendirmekteydi. Türkiyenin çağın gerekli gördüğü bilim ve teknoloji disipliniyle bölge bölge değil topyekûn kalkındırılması, israfı, üretken olmayan yatırımları, dengesiz ve meçhul ekonomik hamleleri önlemek, devlet ve yurttaşlarının disipli bir işleyişle ortak ülküye doğru koşabilmesi için yine geniş yetkilerle donatılmış Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kuruldu (Günümüz Türkiyesine baktığımızda ne disiplinli bir kalkınma, ne bölgeler arasında gelir adaleti, ne disiplinli şehircilik, ne üretici yatırım yapılmaktadır. İsraf bir yaşayış biçimi halini almış, hantal bir ruhban ve akademi sınıfı yaratılmıştır. Temel üretim olan tarım ve hayvancılığın iflasını sektörün çalışanları ifade etmektedir. Ulusunun alın teri olan vergiler saraylarla, betonlaşmayla berhava edilmektedir). Ordu subaylarının ekonomik gelir adaletsizliğini dengelemek, ordu içi yardımlaşmayı teşvik etmek ve subayların kapitalleşmesini sağlayarak milliyetçi burjuvazinin olgunlaşması için Ordu Yardımlaşma Kurulu'nun (OYAK) temellerini atmıştır. MBK nın I. Kadro mensuplarından Jandarma Yüzbaşı Ahmet Er, aynı örgütlenmenin memurlar için (MEYAK), işçiler için (İYAK) ve köylüler için (KÖYAK) de yapılacağını o zamanlar basına ifade etmiştir (Dendiği gibi o dönemlerde bu çalışmalar yapılabilse ve başarıya ulaştırılsaydı ne 1968-80 yılları arasında sınıf mücadelesi güçlenecek taban bulabilir, ne de bu sorunlar günümüz Türkiyesinin meselesi olurdu).
Türkeş ve silah arkadaşları tüm engellemelere rağmen ulusun ihtiyacı olan kurumları ve eylemleri gerçekleştirmek için çalışmalarını sürdürmekten vaz geçmediler. Bu çalışmalar içinde -benim özellikle önemsediğim- diğer bir başarı da Ülkü ve Kültür Birliğinin kurulmasıdır. Ülkü ve Kültür Birliği ile ulusumuz cehaletten kurtulacak, ortak değerler etrafında kenetlenecek, inanç meseleleri 20. yüzyıla ve akla uygun bir bakış açısıyla ele alınacak, Türk Ulusunun 2 bin yılı aşan milli kültürü diriltilip egemen kılınacak ve yaşatılacak, Türk Ulusunun ülküsü olan uygarlaşma, uygarlığın öncüsü olma ve Türk Uygarlığının yaratılması gibi çok ama çok önemli çalışmalar yürütülecekti (bugün Türkiye Türkleri ne için çabalamaktadır? Yalnızca refaha ermek için mi? Bir ulusun ereği sadece bu olabilir mi? İşte bir ulusu yürütecek güç yalnızca gerçekçi ve milli ülküdür. Bu ülkünün ise kaynağı her şeyin üstünde ulusun destanlarıdır. Bugünün ülkücüleri dahi ülküsüzdür. Varın devleti ve diğer yurttaşları siz düşünün).
Bu denli gerçekçi, akılcı, öncü ve ilerlemeci nitelikler barındıran I. Kadronun başını yiyecek atılım ise eğitim başlığında yaşanmıştı. Eğitim Devriminin ilk ayağı olan yani toplumu eğitecek eğitimcilerin eğitildiği yer olan bilim yurtlarının (üniversitelerin) düzenlenmesi için tıpkı orduda olduğu gibi bir arındırmaya gerek görülmüştü. Bu arındırma işlemi ile bilim yurtları; akademik 'ağalardan', boş yere maaş alan proseförlerden, zararlı propagandalarda bulunanlardan, ajanlardan, provokatörlerden, bölücü, yıkıcı ve baltalayıcı eşkıyalığa destek verenlerden, durağan, muhafazakar, gerici ve bunak öğretim üyelerinden temizlenecekti. 3 aylık bir çalışmanın ardından 147 öğretim üyesi bilim yurtlarından ihraç edildi. Böylelikle bilimyurdu içerisinde İnönü'nün elemanı, Menderes'in elemanı gibi hizipleşmelerin de önü alınıyordu. I. Kadronun bu ivedilik isteyen cesur hamlesi sonucu doğal olarak zamanında düzenini kurmuş, çarkını döndüren, parti-ordu-bürokrasi-basın-akademi çeteleri, özellikle İnönünün tahrik ve teşvikiyle Türkeş ve silah arkadaşlarına bütün imkânlarıyla hücum etmeye başladılar. MBK ve I. Kadro üyesi Kurmay Yüzbaşı Muzaffer Özdağ'ın basına verdiği "Bab-ı Âli'den de geçeceğiz" söylemiyle -yani basın yasaları da çıkararak Türk basınını da düzenleyeceğiz- Türklüğün ve milliyetçiliğin amansız düşmanlarından sözde gazeteciler Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı Atay, Bedii Faik, Bülent Ecevit gibi kendi gölgesinden korkanlar İnönü'den ve MBK içindeki azınlıklar olan II. Kadrodan aldıkları güç ile I. Kadro aleyhine karalamaya kampanyası başlattılar (Bugünün Türkiyesinde sayısız üniversitenin olması, üniversitelerin dağ başına veya otoyol kenarına açılması, ünvanını hak etmeyen sayısız öğretim görevlisinin olması, bölücü terör örgütüne alenen apaçık destek veren PKK'lıların profesör olabilmesi, sözde Ermeni Soykırımını kabul eden ve propagandasını yapan öğretim üyelerinin hâlâ maaş alması, torpil, insan kayırma, intihalin kol gezmesi ve daha neler neler… Hiçbir eğitim devrimi kargaşa veya boğuşma yaratmadan gerçekleştirilemez).
Türkeş'i önce başbakanlık müsteşarlığından istifa ettirdiler. İplerin gerildiğinin ve çatışmanın kaçınılmaz olduğunu diğer arkadaşlarından daha önce anlayan Alparslan Türkeş, I. Kadro içerisindeki diğer önemli bir subay olan Kurmay Yarbay Orhan Kabibay'ı bu işin sonu kötüye gidecek, diğer gruptan 4-5 tanesini sürgüne gönderelim diye uyarır. Türkeş'in bu uyarısına biraz daha bekleyelim diye karşılık veren Kabibay'a, Türkeş zamanın bekleme zamanı olmadığını, icraatte bulunanın kazanan olacağını, diğerlerini İnönü'nün tahrik ettiğini, Cemal Gürsel'in güçlü olanın yanında yer alacağını söyler ancak Kabibay yine de tereddüt göstererek, zamana bırakmayı tavsiye eder. I. Kadronun MBK içinde bir tasfiyeyi konuştuğu II. Kadro tarafından öğrenilir. İnönü'nün ısrarı ve Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun öncülüğüyle Devlet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel'de ikna edilerek I. Kadronun 14 subayı, 13 Kasım 1960 tarihinde çeşitli yurtdışı görevlerine tayin adı altında sürgüne gönderilir. Türkeş, bir kez daha haklı çıkmıştır. Böylelik I. Kadronun gerçekleştirdiği icraatlar ya sonlandırılmış ya da içi boşaltılmıştır. Gerçekleştirmeyi beyan ettikleri sağlık hizmetinin toplumlaştırılması -sosyalizasyonu-, toprakların köylüye dağıtılması, tarım ve sanayi alanlarında çağın gerekliliklerine uygun ve kooperatifçi bir yaklaşımla köklü atılımlar gibi yurdun ve yurttaşın hayati meseleri ise İnönü'nün koltuk ve iktidar hırsı yüzünden gerçekleşememiştir. Böylelikle Türkiye için tarihi bir fırsat olan 27 Mayıs 1960 İhtilâli ve yarattığı ümitler yeşermeden soldurulmuştur. Ulugazi'nin milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve devrimcilik gibi ilkeleri lafta kalmıştır. Her şeye rağmen 14'ler tasfiyesinden sonra oluşturulan yeni MBK de birçok ilerici hamlelerde bulunmuştur fakat bu hamleler kökleştirilemediği için çınarlaşamamış ve ilk rüzgarda savrulmaya başlamıştır.
Memleketimizin ve ulusumuzun köklü, temel ve acil sorunları kökten, gerçekçi, ilerlemeci ve bütüncül bir yaklaşımla ele alınmadığı için bin yamalı bohça, bir deli gömleği olan Türkiye demokrasisi her 10 yılda bir çıkmazlara girmiştir. Bugün de aynıdır. Hâlâ çözülmeyi bekleyen birçok toplum sorunumuz seçim kaygısı, sandalye hesabı, particilik, iç-dış bedhahların tahriki veya toplumun taassubu yüzünden çözülemiyor. Toplumumuz ekonomik buhran, taciz-tecavüz, terör, hukuksuzluk, tutuklamalar, eğitimsizlik ve eğitim kurumlarının başarısızlığı, muhafazakarlaşma, tek tipleşme, basının esareti gibi sorunlardan kurtulamamaktadır. Sadece eğitimli gençler değil orta yaşlılar bile Türkiye'den kaçma yollarını arıyor. Önceleri sadece beyin göçü verirken artık kitleler halinde insan göçü verir hale geldik. Devlet çöküyor, toplum yozlaşıyor. Ama gel gör ki, devlet yöneticileri hâlâ bir il belediyesini kimin kazandığını, gençlerimiz de pek gözde bir diziyi veya bir futbol takımının maçını dert ediniyor.
Bugünün Türkiye'sinin ve Türkiye Türklerinin sorunlarının çözümü tartışılabilir ancak bu çözümlerinin uygulanabilmesi için tek bir yol vardır. O yolda Alparslan Türkeş ve silah arkadaşlarının ihtilâl sonrası ısrarla savunduğu, denemeye çalıştığı partiler üstü, politika dışı, seçimsiz, kurucu, devrimci, ilerlemeci, öncü bir ulus kurultayıdır (meclisi). Eğer memleket meseleleri demokratik sistem içerisinde, parti kanalıyla çözülebilseydi Alparslan Türkeş çözerdi. Heyhat ki Türkeş'in 1965-97 yılları arasındaki siyasi yaşantısı ortadadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan'a %52'nin üstünde oy veren bu toplum, Başbuğ Türkeş'e %9 bile vermemiştir. Pekiyi hata Türkeş'in mi, tabii ki hayır! Toplumumuz zaten kendi kendini yönetecek veya kendi kendini denetleyecek ya da kendi kendine uzlaşı içerisinde yasa koyabilecek olsaydı, zaten bu durumda olmazdı. Demek ki, bilgisiz, bilinçsiz, duyarsız sıradan sürülerin kendi kendinin hatalarının farkına varmasını ve kendini düzeltmesini beklemek alıklıktır. Hâ yok, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun 2023 seçimlerinde Cumhurbaşkanı olacağına, Türkiye Büyük Millet Meclisinde (TBMM) CHP ve İyi Parti'nin (İP) çoğunluğu sağlayacağına ve ülkenin 10 yıl içinde düze çıkarılacağına inanıyorsanız bir şey diyemem. Biz esen rüzgara kapılanları çok gördük (Ecevit rüzgarı, Erdoğan rüzgarı, Sarıgül rüzgarı, Kılıçdaroğlu rüzgarı, Akşener rüzgarı, İnce rüzgarı, İmamoğlu rüzgarı), patlayan çok balona şahit olduk. Çevre sömürüsünden, hayvan tecavüzlerinden, kadın cinayetlerinden, asgari gelirle sürünüşten, mantar gibi imamhatip inşasından geçilmeyen bir toplumda, her şeyi bildiğini bilen 55 milyonluk seçmeni ikna etmeniz için diyeceğimiz tek şey Tanrı yardımcınız olsun!