By Kutlu Altay Kocaova on Pazar, 16 Temmuz 2017
Category: Tarih

TÜRKLERİN MÜSLÜMÂNLAŞMASI

Yeni bir dînin kabûlü noktasında misyonerlerin rolünü inkâr etmek, büyük bir hat'a olur. Ancak burada bahsettiğimiz, Hristiyan misyonerliğinden çok farklı bir misyonerliktir. Daha ziyâde dervişlik şeklindedir.

Türklerin Müslümânlaşması üzerine çeşitli iddiâlar mevcûddur. Bu konuda sayısız kitâb ve makâle yazılmıştır. Kimine göre Türkler, kendi istekleriyle Müslümân olmuştur. Kimine göre Arablar tarafından kılıç zoru ile Müslümân yapılmışlardır[1]. Bu iki iddiâ, içerisinde bir takım doğrular barındırmakla berâber, genel olarak yanlıştır. Türklerin Müslümânlaşma sürecini, yedi basamakta incelemek gerekir.

Müslümânlığı seçen ilk Türk boyları, bunu stratejik olarak yapmıştır. Böylece başta Abbâsî hilâfeti olmak üzere birçok Müslümân devletin desteğini almak istemişlerdir. Bu amaçla 922 yılında İtil Bulgar Hanlığı, Almuş Han döneminde İslâmiyet'i "resmî devlet dîni" olarak kabûl etti. Böylece İslâm'ı ilk kabûl eden Türk yönetimi oldu. Burada dikkât çeken nokta şudur. İtil Bulgarları, 9. yüzyılda Müslümânlaşmaya başladılar. Bu arada Bulgar hanlarından da İslâm'ı benimseyenler oldu. Câmiler, mektebler inşaâ edildi. Ancak resmî devlet dîni olarak kabûl edilmesi 922 yılını buldu. Bilindiği üzere İtil Bulgarları'nı Karahanlılar tâkib etti.

İtil Bulgar ve Karahanlıların dışında herhangi bir devlet yönetimine sâhib olmayan birçok Türk boyu da, bu dönemde, rakîb ve düşmân olduğu boylara karşı destek bulabilmek için Müslümân olmuştur. Bununla berâber destek bulmak için Müslümân olan bu Türk boylarının, çok kısa süre sonra samimî Müslümânlar hâline geldiği görülmektedir.

Türklerle Arabların karşılaşması, ilk olarak ikinci hâlife Hz. Ömer döneminde olmuştu. Bu dönemdeki kısa süreli çarpışmalar, Emevî hilâfeti döneminde uzun süreli savaşlara, işgâllere ve katlîamlara dönüşmüştü. Arabların Mâverâünnehr bölgesini ele geçirmelerinden sonraki dönemde işgâl ve katlîamlarla berâber Türkleri zorlayan bir diğer husus, vergi meselesi idi. Zîrâ Müslümân olmayanlardan alınan harâc ve cizye, Müslümânlardan alınan öşür ve zekâta göre oldukça yüksekti. Harâc[2], harâc-ı mukâseme ve harâc-ı muvazzaf olarak ikiye ayrılırdı. Harâc-ı mukâseme ile Müslümân olmayanların ektikleri ürünlerden, her hasattan sonra 1/2, 1/3, 1/4, 1/5, 1/10 gibi çeşitli oranlarda alınırdı. Bu oran, arâzinin verimi ve çiftçinin mâl varlığına göre belirlenirdi. Cizye ise Müslümân olmayanların ödedikleri ve İslâm devleti'nin koruması altında yaşamaları için her yıl ödedikleri bir vergi idi. Bu vergi, bizzât Kur'an-ı Kerîm'de belirtilmiştir[3]. Bununla berâber İslâm âlimlerinin bir kısmı, âyette "kitâp verilenler" ifâdesinden dolayı, sâdece Hristiyan, Yahûdî ve Mecûsîlerden alınabileceğini söylerken (İmâm Şafiî, İmâm Ebû Hânife gibi), bir kısmı ise "Allah'a ve âhiret gününe inanmayan" ifâdesinden dolayı da bütün gayrî Müslimler için olduğunu söyler (İmâm Mâlik, İbn'ül Cehm gibi). Bununla berâber uygulamada görünen, genel olarak Müslümân olmayanların tümünden alındığı şeklindedir. Ancak burada şöyle bir fark bulunur. Hristiyan ve Yahûdîler, ibâdetleri yapabilirken, diğerlerinin bu imkânı yoktur. Ayrıca cizye mikdârı, yöneticiler tarafından gayrî Müslimleri fazla zorlamayacak şekilde belirlenebilen, değişken bir mikdârdır. Bu arada harâcda olduğu gibi kişinin zenginliği ve bölgenin verimliliği, cizye mikdârını değiştirmektedir. Buna karşılık Müslümânlardan alınan vergi, öşürdür ve yıllık hasadın 1/10'u vergi olarak alınır. Bu konuda İmâm-ı Âzâm Ebû Hânife'nin görüşü, vergisi alınacak ürünün, doğal ortamında bir yıl boyunca bozulmadan saklanabilmesi gerektiğidir. Müslümânlardan alınan bir diğer vergi ise zekâttır. Mâlûm olduğu üzere zekât, İslâm'ın en önemli ibâdetleri arasında yer alır ve belli bir gelirin üzerinde olanların, yıllık gelirlerinin 1/40'ını vermeleri gerekir.

Görüldüğü gibi Müslümân olmayanların ödedikleri vergiler, çok daha ağırdır. Devletin aslî sâhibi olmadıkları için cân, mal ve dînlerini korumak için daha ağır bir verginin altında yer alırlar. İşte bu sebeble, özellikle Mâveânünnehr bölgesi ile daha aşağı kesimlerde yaşayan ve çiftçilik ile uğraşan birçok Türk boyu, İslâm'a geçmiştir.

Emevî ve özellikle Irak vâlisi "zâlim" nâmlı Haccâc ile onun emrindeki Horasân vâlisi Kuteybe bin Müslim dönemi, hem Türkistan, hem de bölge Türklüğü açısından çok kanlı ve zulüm dolu bir şekilde geçmiştir. Ondan öncesinde de Türkler ile Arablar arasında çeşitli savaşlar olsa da, bu denlisi aslâ olmamıştır.

Türkler ile Arabların ilk karşılaşması, ikinci hâlife Hazretî Ömer döneminde yaşanmıştır[4]. İbn'ül Esîr'in ünlü eseri "El Kâmil fi't Târîh"te, Îrân'daki Sâsânîler ile yapılan ünlü Kadîsiye Savaşı'ndan sonra Arabların, ba'zı Türkleri esîr ettiği bilinmektedir. Sâsânî Fars hükümdârı 3. Yezdigird döneminde yapılan bu savaşta ele geçirilen Türk esîrler karşısında Arabların çok şaşırdığı ayrıca, Bizans İmparatoru ve Batı Göktürk Kağanı (eserde "Türk hakanı" olarak geçmektedir.) tarafından hükümdâra gönderilen hediyelerin dikkât çekici olduğu belirtilmektedir.

Dolaylı olarak gerçekleşen bu ilk karşılaşmanın ardından yine Hz. Ömer döneminde Îrân'ın fethedilmesi sürecinde Sâsânîler, Türk kağanından yardım istemişler ve bir Türk ordusu, Sâsânîlere destek için gelmiştir. Ancak İbn'ül Esîr'e göre çok küçük çaplı bir çatışmanın ötesine geçmeden Türkler, geri dönmüştür.[5]

Bununla berâber Îrân'ın fethinden sonra artık Türkler ile Arablar, doğrudan karşı karşıya gelmeye ve savaşmaya başlamışlardır. Bu konuda İbn'ül Esir, söz konusu eserinin "Türk İllerine Yapılan Gazâlar"[6] başlıklı bölümde şunları yazmaktadır.

"Hz. Ömer'in Abdurrahman b. Rabîa'ya Türk illerine gaza yapmasını emretmesi üzerine Abdurrahmân, Bâbu'l-ebvâb'dan çıkıp Türk illerine doğru yola koyulmuştu. Onun bu sefere çıktığını gören Şehriyâr, Abdurrahmân'a: «Ne yapmak istiyorsun?» diye sorunca, Abdurrahmân: «Belencer ve Türk illerinin fethini diliyorum» diye cevap vermişti. Şehriyâr: «Onların Bâbu'l-ebvâb'ın dışında bizi karşılamalarına ve şehrin dışında bir yerde çarpışmamıza gönlümüz pek razı olmaz» deyince, Abdurrahmân ona, şöyle karşılık vermişti: «Bizim ise onlarla kendi illerinde, bulundukları yerlerde gaza etmeden ve onlarla orada çarpışmadan gönlümüz razı olmaz. Vallahi Emîrü'l-mü'minin bize izin verdiği takdirde aramızda öyle insanlar vardır ki onlara ileriye gitmek üzere izin verildiği takdirde ta Rum illerine varabilirler. Şehriyâr: «Kimdir onlar?» diye sorunca Abdur­rahmân: «Onlar Rasûlullah (s.)'ın, kendisiyle sohbet etmiş yakın arkadaşlarıdır. İşte o insanlar cihad işine büyük bir niyet ve samimiyetle girmişlerdir. Onların bu halleri başarı elde ettikleri sürece devam edecek ve bu inançları devam ettikçe onları kimse yenemeyecek, onların bu hallerini değiştiremeyecektir» demişti. Müslümanlar Hz. Ömer zamanında Belencer üzerine bir gaza yapmış ve bu arada şöyle demişlerdi: «Biz, böyle bir fethe cesaret ederken önümüzde meleklerle birlikte Abdurrahmân'ın düşman üzerine yürüyüp onları ölümle korkuttuklarını gördüğümüzden dolayı bu işe cesaret ettik. Gerçekten düşman sürekli olarak kaçıp kalesine sığınmıştı. Arkasından Abdurrahmân'ın ganimetlerle ve zaferle geri döndüğünü ve onun beyaz atının tâ Belencer'den yüz fersah öteye kadar vardığını, geri döndüklerinde onlardan bir tek kişinin bile şehit edilmediğini görmüştük.

Aynı şekilde Abdurrahmân, Hz. Osman zamanında da daha önce olduğu gibi birçok zaferler elde etmiş ve birçok gazalar yapmıştı. Onun bu başarıları, Hz. Osman'ın gerçekten İslam üzere olan Küfe ehlinin, valilerinin değiştirilmesiyle bir sürü fitne ve fesada uğramalarına kadar sürmüştü. Abdurrahman b. Rabia, Türk illerine doğru birçok akınlar yapmış bulunuyordu. Bu arada Türkler de büyük bir ordu hazırlayıp öfke ve gazapla intikam almak üzere müslümanlar üzerine gelmiş ve onlardan bir atlı müslümanlara doğru bir ok atıp bir askeri şehit etmişti. Onun emrinde bulunan arkadaşları da birden kaçmaya başlamış, bu arada son derece şiddetli çarpışmalar olmuştu."

Hz. Ömer döneminde, hicrî 22, milâdî 642-643 yılların yapılan bu savaşın ardından, bu sefer üçüncü halîfe Hz. Osmân zamânında da savaşlar olmuştur. Bu savaşların en önemlisi, Belencer Savaşı'dır. İbn'ül Esîr, bu savaşta Türklerle Hazarların birlikte olduğunu söyler. Türk derken, kastı şüphesiz (Batı) Kök Türklerdir. Hicrî 32, milâdî 652-653 yıllarında[7] kuzey Kafkasya'daki Belencer'de yapılan bu savaşta Türkler, Arabları bozguna uğratmış ve Arab ordularının komutanı Abdûrrahman savaş meydânında ölmüştür. Bu savaşta Türklerin, klasik taktikleri olan Turân taktiğini uyguladıkları kaynaklarda yer almaktadır. Arab komutanı Abdûrrahman'ın ölmesinden sonra Hazarlar, ona büyük saygı gösterdiler. Hattâ cesedini büyük bir özenle koruyup, sakladılar. Onun için yaptıkları mezâr, bir nevî tapınak işlevi gördü. Yağmur duâsına çıkacakları zamân ya da herhangi bir savaş öncesi, düşmânlarını yenmek için mezârının başına gelip, ona duâ ederlerdi.[8]

Hz. Osmân döneminde yapılan bu savaşın ardından Emevî hilâfetine kadar Türk-Arab çatışması yaşanmamıştır. Ancak bu noktada, Emevî öncesi çatışmalarla, Emevî dönemindekileri birbirinden ayırmak gerekir. Zîrâ ilk dönemdeki çatışmalar, küçük çaplı (Belencer Savaşı hâric) meydâna gelmiştir. Bununla birlikte bu dönemde sivil Türklere karşı bir katlîam gerçekleşmemiştir.

Emevî hilâfeti döneminde ilk çatışmalar, 1. Muâviye döneminde Merv vâlisi El Hakem bin Amr ile yanındaki isimlerden Mühelleb'in Ceyhun ırmağı kıyısına sefere çıkmaları ile başlamıştır. İbn'ül Esîr'in yazdıklarına göre[9] Hakem bin Amr, bu sefer sırasında çevresindeki bütün yollar ve dağlar, Türkler tarafından tutulduğu için sıkışmışlar, ancak ele geçirilen bir Türk esîrin yol göstermesi ile kurtulmuşlardır.

Sonraki süreçte 682-683 yıllarında Herât yakınlarında bir Türk ordusu ile Arablar arasında yaşanan başka bir savaş daha dikkât çekmektedir. Emevî döneminde yapılan bu savaşların şiddeti, yıllar geçtikçe artmaktadır. Bu dönemden en büyük savaş, hicrî 79, milâdî 698-699 târîhlerinde Sicistân bölgesinde yaşanmıştır[10]. Hâlife Abdûlmelik döneminde Haccâc tarafından Sicistân vâliliğine atanan Ubeydullah bin Ebî Bekre, bir süre beklemenin ardından kendilerine bağlı olan ve harâc ödemekle yükümlü olan Türk hükümdârı Rutbil'in üzerine sefere çıktı. Bu seferin sonunda Rutbil, 700 bin dirhem[11] [12] para ödemeyi kabûl etti.

Bu dönem, hem Kafkasya, hem Türkistan, Türk-Arab savaşları açısından kesintisiz savaş dönemi olarak nitelenebilir. Bir yandan Arab komutan ve vâlilerin, Türkistan'da yaptıkları akınlar ve katlîamlar ile Kafkasya'da yaptıkları akınlar; bir yanda ise Hazarların güneye doğru yaptıkları akınlar.

Haccâc'ın bölgeye Kuteybe bin Müslim'i ataması ile berâber mücâdele ve savaşın seyri de değişmiştir. 706 yılında Beykent Savaşı, 707 yılında Numeşkes ve Râmisene Savaşları, 708 yılında Buhârâ'nın işgâli[13], 714 yılında Kaşgar'ın alınması, 716 ve 717 yıllarında Cürrân ve Tâberistân Savaşları, aynı yıl Cürcân'ın işgâli, Kuteybe bin Müslim ve 715 yılında yerine vâli olan Yezid bin Mühelleb döneminde gerçekleştirilmiştir. İbn'ül Esîr, Cürcân'ın ikinci defâ işgalinden önce Yezid bin Mühelleb'in şöyle dediğini yazar.

"Eğer onları yenersem, kanlarıyla değirmen döndürüp o öğütülen undan yemedikçe kılıcı bırakmayacağım."[14]

Bununla berâber Türkistân'ın dışında Kafkasya'da da çok kanlı savaşlar olmuştur. Hattâ denilebilir ki, Türkler ile Arablar arasında yaşanan en sert ve şiddetli savaşlar, Hazar-Arab savaşlarıdır. Ba'zen Arab orduları, Kafkas Dağları'nı aşmış ve büyük bir istilâya girişmiştir. Ba'zen ise Hazar Türk orduları, Kafkas Dağları'nı aşmış, Âzerbaycan ve Doğu Anadolu bölgelerini istilâ etmişlerdir. Ancak 737 yılında Arabların bölgedeki vâlisi Mervân komutasındaki çok büyük bir Arab ordusu, sefere çıkmış ve çok sayıda Hazar şehrini ele geçirmiştir. Bu arada Hazarların başkenti bile Arabların eline geçmişti. Bu târîhte Hazar kağanı ve âilesi, bütünüyle Müslümân olmuştu. Hazarlar, ancak bu şekilde kurtulmuşlardı. Gerçi Emevîlerin, çıkan Abbâsî isyânı ile uğraşmalarından sonra Hazarlar, İslâm'ı terk etmiştir. Ancak bir süre savaş olmamıştır. Emevî hilâfetinin devrilip, yerine Abbâsî hilâfetinin kurulması ile Türkistân'da Türk-Arab savaşları bitmiş, yerini ortaklık almıştır. Ancak Kafkasya'da Türk-Arab savaşları bir süre daha devâm etmiştir. Ancak Hazarların karşısında bu sefer Arab komutanlar değil, Türk komutanlar görülmeye başlanmıştır.

Görüldüğü üzere Emevî dönemi, Türkler için sürekli savaş ve zamân zamân katlîam dönemi olmuştur. Bu yüzden Emevî işgâline uğrayan bölgelerdeki birçok Türk boyu, korkudan dolayı Müslümân olmuştur. Ancak burada başta Kuteybe bin Müslim olmak üzere Arab vâlilerin, Müslümân yapma amacı güttüklerini sanmıyorum. Çünkü Müslümân olmayanlardan alınan harâc ve cizye gibi vergiler, Müslümânlardan alınan öşür ve zekâttan çok daha ağırdı. Bu yüzden devlet için çok ciddî bir gelir kaynağı idi. Bundan dolayı zorla Müslümân yapmanın ekonomik olarak, Beyt'ül Mâl denen hazîneye ciddî bir zarârı olacaktır. Ama tabiî olarak birçok boy, kurtuluş yolunu Müslümân olmakta bulduğu için toplu hâlde Müslümân olmuşlardır.

Emevî ve Abbâsî döneminde esîr edilen ba'zı Türk asker ve komutanlar, Abbâsî döneminde yükselmiş ve kısa sürede makâm ve mevki sâhibi olmuştur. İkinci Abbâsî halîfesi Mansûr zamânında çok sayıda Türk komutan, devlet ve orduda önemli mevkilere gelmiştir. Hattâ halîfe Hârûn Reşid'in oğullarından Mu'tasım, annesinin Türk olmasının da etkisiyle, tamâmen Türklerden oluşan özel bir birlik kurmuştu. Daha sonra halîfe Mu'tasım, Samarra'yı bir şehir hâlinde yeniden düzenleyerek, Türk askerlerine âid bir şehre dönüştürmüştü.

Bu dönemde yapılan savaş ve seferlerde, genelde Türk komutanları görüyoruz. Bu dönemde ünlü Türk komutanı Afşın, hem Bizans'a karşı, hem de Fars asıllı isyâncı Babek'e karşı çok önemli zaferler kazanmıştır ve İslâm ordusunun başkomutanı olmuştur. Bunun dışında Tolunoğlu Ahmed, Muhammed bin Toğaç gibi yarı bağımsız devletlere sâhib olan Türk komutanları da olmuştur.

Bu yetenekli Türk komutanlarının kısa sürede yükselmesi, birçok Türk boyunun dikkâtini çekmiştir. Bu yüzden de birçoğu Müslümân olmuş ve kimisi paralı asker olarak, kimisi gönüllü olarak Abbâsî ordusunda önemli görevlere gelmişlerdir.

Türk - Arab savaşlarının bitmesinden sonra çok sayıda Arab ve Fars dervişinin, Türkistân'da dolaşması ve Türklere, İslâm'ı anlatması da, Türklerin Müslümânlaşmasında etkili olmuştur. Bu konuda en bilinen isim, Hoca Ahmed Yesevî'nin de hocası olan ve Nakş-ı Bendî târikâtının pîrleri arasında sayılan Yusûf el Hemedânî'dir. 11. ve 12. yüzyılın en ünlü mutasavvıflarından olan Hemedânî, Merv, Buhârâ, Semerkand, Herât ve bölgedeki birçok yerde dolaşmış ve irşâdda bulunmuştur. Zâten türbesi de Merv'de bulunmaktadır.

Hemedânî'nin dışında türbesi Kars'ta bulunan Ebû'l Hasan Herekânî, hem Kafkasya'da, hem Türkistân'da uzun süre dolaşmıştır. Ayrıca Fars asıllı Ebû Yezid el Bestâmî'de Türklerin Müslümân olmasına katkı sağlayan bir başka derviştir.

Yeni bir dînin kabûlü noktasında misyonerlerin rolünü inkâr etmek, büyük bir hat'a olur. Ancak burada bahsettiğimiz, Hristiyan misyonerliğinden çok farklı bir misyonerliktir. Daha ziyâde dervişlik şeklindedir.

Karahanlı, Gazneli, İtil Bulgar, Selçuklu ve benzeri birçok Müslümân Türk devletinin, Müslümân olmayan Türkler üzerine gazâ ve cihâd seferleri yaptıkları bilinmektedir. Türkistan'da kurulmuş olan ve soyunu İslâm öncesi, efsânevî bir Türk hükümdârına, Alp Er Tunga'ya dayandıran Karahanlılar'ın doğu bölgelerinde Maniheist ve Budist Uygurlar ile Teñrici ba'zı Türk boyları üzerine sefere çıktıkları bilinmektedir. Yine aynı şekilde Selçuklu hükümdârı ve Anadolu'nun yeni Türk vatanı olmasını sağlayan Sultân Alp Arslan Han'ın Kafkasya Seferi'nde Hristiyan Kıpçaklarla savaşları[15], Gazneliler'in Güney Türkistân ve Afganistân bölgesinde Budist ve Teñrici Türkler üzerine yaptıkları seferler, aynı şekilde İtil Bulgar Devleti'nin Musevî, Hristiyan ve Teñrici Türkler üzerine açtığı seferler, Müslümânlığı seçen Türklerin, Müslümân olmayan soydaşlarını Müslümânlaştırmaya yönelik girişimleridir. Aslında Manas Destânı'nda da bu durum çok açık bir biçimde görülmektedir. Müslümân Kırgız Türklerinin, Teñrici Kalmuk Moğollarıyla savaşları ve Manas'ın yaptıkları, uzun uzun anlatılır.[16]

Karahanlılar ve Selçuklu idârelerinde, Türkistân bölgesinin Müslümânlaşması büyük oranda tamamlanmıştır. Ancak bu durumu tersine çeviren iki olay yaşanmıştır. İlki, Moğol kökenli Kara Kitay Hanlığı'nın büyük batı seferi ile Türkistân bölgesinin tamâmına yakınını fethetmesidir. 12. yüzyılın en önemli olaylarından biri olan bu istilâ ile Aral Gölü'ne kadar olan bütün Türkistân, Kara Kitayların hâkimiyetine girdi. Doğal olarak bu durum, İslâm hâkimiyetinin geri çekilmesi anlamını da taşıyordu. Bu duruma son veren ise ne ilginçtir ki, Kara Kitay Hanlığı'nı yıkan Çingiz Kağan olmuştur.

İkincisi ise bütün Türkistân, Çin, Îrân, Irak, Anadolu, Kafkasya, Kıpçak eli (bugünkü Rusya), Sibirya ve Doğu Avrupa'yı ele geçiren Çingiz Kağan'ın Moğol Devleti dönemidir. Bu dönemde de İslâm hâkimiyeti, geri çekilmiştir. Ancak bir süre sonra Çin'deki Yuan hânedânlığı dışındaki Çağatay, İlhanlı ve Altın Ordu hanlıklarının İslâm'ı kabûlü ile İslâm hâkimiyeti, bu bölgeye çok daha güçlü ve köklü bir biçimde geri gelmiştir.

İslâm'ın Türkler arasında yayılmasının sebebleri arasında, Müslümân Türklerin, Müslümân olmayan Türklere açtıkları dînî seferler, İslâm'ın Türkler arasında yayılmasını hızlandırmıştır.

Bilindiği üzere Pîr-i Türkistân olarak bilinen Hoca Ahmed Yesevî, birçok mü'ridini İslâm'ı yaymaları için yeni fethedilmiş, çeşitli bölgelere göndermiştir. Hattâ Anadolu'da hâlâ isimleri unutulmamış olan Hacı Bektâş-ı Velî ve onun gibi birçok isim Türkistân'dan gelmiştir. Bu kişiler, geçtikleri ve gittikleri yerlerde İslâm'ı anlatmışlar ve Müslümân olmayanları İslâm'a da'vet etmişlerdir. Ancak bu yolculukların, sâdece Anadolu ile sınırlı kaldığını söylemek yanlış olur. Türkistân'ın Müslümân olmayan bölgeleri, Kafkasya, Kıpçak eli ve Balkanlar, bu yolculukların uzandığı diğer bölgelerdir.

Karahanlılar, daha çok Türkistân'ın Müslümânlaşması ile ilgilenmiştir. Aynı şekilde İtil Bulgarları da, İtil bölgesi ve genel olarak Kıpçak elinde faâliyet yürütmüştür. Bununla berâber Balkanlar bölgesinde dolaşan dervişler, genel olarak Anadolu, Kırım ve Kıpçak eli üzerinden gelmişlerdir. Bu isimlerden biri de, 13. yüzyılda yaşamış olan, Osmanlıların Balkanlarda yaptığı faaliyetlerden çok daha önce, burada bulunan, kimliği ve kişiliği tartışmalı Sarı Saltuk'tur. Sarı Saltuk, Dobruca merkez olmak üzere bütün Balkanlarda adı bilinen ve varlığı üzerinde efsâneler oluşturulan biridir.

Dîn adamları dışında tüccârların etkisi de göz ardı etmemek gerekir. Çin'in Xian bölgesi ile İstanbul arasında uzanan İpek Yolu üzerinde gidip gelen tüccârlar ile Îrân'dan Sibirya ve İtil bölgelerine uzanan Kürk Yolu üzerinde gidip gelen tüccârlar, İslâm'ın yayılmasında pay sâhibi olmuşlardır.

Târîhî olaylar incelenirken, aslâ tek bir sebeb üzerinden hareket edilemez. Özellikle 200-300 yüz yıllık bir süreç içerisinde gerçekleşen Türklerin Müslümânlaşması, ne "Türkler kılıç zoruyla Müslümân oldu", ne "Türkler, kendi inançlarıyla İslâm arasındaki benzerliklerden dolayı, kendi istekleriyle Müslümân oldu" gibi basit ve yanlış yorumlarla açıklanamaz. Elbette kılıç zoruyla Müslümân olan (Emevî dönemindeki Hazar kağanları gibi) Türkler vardır. Ancak bunlar bir süre sonra geri dönmüşlerdir. Elbette kendi isteği ile de Müslümân olan Türkler vardır. Ancak bu geneli açıklamak için yeterli değildir.

                                                                          KUTLU ALTAY KOCAOVA


[1] Aydın, Erdoğan, Nasıl Müslüman Olduk?, Kırmızı Yayınları

[2] İmâm Ebû Yusuf, Kitâb'ul Harâc, Hisar Yayınevi, 1973

[3] Kur'an-ı Kerîm, Tevbe Sûresi 29. Âyet. Diyânet Vakfı Meâli "Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın."

[4] İbnü'l-Esir, İslâm Tarihi - El Kamil Fi't-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları, c.2 s.472-475.

[5] a.g.e., c.3 s.39-43.

[6] a.g.e., c.3 s.35-36.

[7] Bu savaşın yılı konusunda kaynaklar arasında tam bir uyum yoktur. Genel olarak 650-655 yılları arasındaki yıllar verilmektedir.

[8] Tereşçenko, Aleksey, Hazarlar ya da Unutulmuş Bir Halkın Tarihi Yerlerinin Durumu Hakkında Bilinenler, Piatigorsky Jacques, Sapir Jacques, Hazar İmparatorluğu VII ve XI. Yüzyıllar, s.42, Bilge Kültür Sanat Yayınları Ekim 2007

[9] İbnü'l-Esir, İslâm Tarihi - El Kamil Fi't-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları, c. 3 s. 463

[10] a.g.e., c. 4 s. 405-406

[11] Arada ihtilâf olsa da, genellikle 1 dirhem = 2,97 gram olarak kabûl edilir. Buna göre 700 bin dirhem, 2 ton 79 kilogram gümüşe eşittir.

[12] Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB Devlet Kitapları, 1. Fasikül,s. 454, İstanbul, 1983

[13] Kuteybe'nin Buhârâ'yı almasından sonra şehirde, kafa avcılığı yapıldığını ve askerlere kafa toplanması emri verildiğini İbn'ül Esîr belirtir. (cilt 4, sayfa 485)

[14] İbnü'l-Esir, İslâm Tarihi - El Kamil Fi't-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları, c.5, s.36-37

[15] Ahmed bin Mahmûd, Selçuknâme, Tercüman Yayınları, 1977

[16] Çorotegin, Tınçtıkbek, Kaşgarlı Mahmud'un Divanı ve Manas Destanında Doğu Türklerinin Savaşları, Naskali, Emine Gürsoy, Bozkırdan Bağımsızlığa Manas, s.160-165, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1995

Related Posts

Leave Comments