Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi elbette ki, yönetim şekli olarak Cumhuriyet olmuştur. Cumhuriyet'in olmazsa olmaz anlayışı da demokrasidir. Türkiye Cumhuriyeti, siyasi hayatına resmi olarak 29 Ekim 1923'te başlamış ve Cumhuriyet yönetim şeklini benimsemiştir. Ancak kurulduğu dönemlerden itibaren tek partili yönetim anlayışı ile Türk Milleti demokrasi anlayışını tam olarak benimseyememiştir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde çok partili hayata geçiş denemeleri olmuşsa da (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası) irticai ayaklanmalar nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmış ve kapatılmak zorunda kalınmıştır. Ayrıca 1938'den sonraki tek partili CHP'nin "Milli Şef" lakaplı İsmet İnönü'nün diktatörlüğü ülkeyi daha da çıkmaza sokmuştur. Ta ki çok partili hayata geçene kadar…1946'da yapılan seçimlerle birlikte Türkiye çok partili hayata geçişin ilk aşamalarında aradığı demokrasi anlayışını geçte olsa bulmuş ancak fazla sürmemiştir.
Türk Milleti'nin aralıksız sürdürdüğü demokrasi mücadelesinde Ülkücü Hareket'in ayrı bir yeri ve önemi olmuştur. Ülkücü Hareket'in fikri hayatının siyasallaşması ilk olarak 1948'de kurulan Millet Partisi ile gerçekleşmiştir. Daha sonra CMP, CKMP ve MHP ile siyasallaşma hayatını tamamlayarak Ülkücü Hareket, Türk siyasi ve demokrasi tarihinde önemli bir yere gelmiştir.
Ülkücü Hareket, ilk ortaya çıktığı dönemlerden itibaren darbeci, jakoben ve oligarşik güçlere karşı her zaman demokrasiyi savunan tutarlı bir siyaset izlemiştir. Ancak Ülkücü Hareket, gayri-millî güçler tarafından yapılan çeşitli ideolojik suçlamalar, derin devlet bağlantılı istihbaratçıların Ülkücü Hareket'in içerisine girip çeşitli komplolar, faili meçhul cinayetler ve provakatif kanlı eylemler yaparak siyasi kargaşanın içine çekmeye çalışması, düşündürücü ve çok vahim bir durumdur.
12 Eylül'e gelen süreçte Ülkücü Hareket'in baş düşmanlarından biri olan derin devlet ile karanlık güçlerin içine çekmeye çalıştığı kirli ilişkilerin yanında "1968 Kuşağı" diye adlandırılan ve Komünist fraksiyonları (Marksizm, Leninizm, Titoizm, Maoizm, Kastroizm ve Güney Amerika'daki değişik fraksiyonlar) benimseyen, bütün dünyada 1967'de başlayıp 1968 yılında doruk noktasına ulaşan gençlik hareketleri olmuştur. Gençlik hareketleri mevcut düzeni yıkma amacı güden hareketler olarak kastedilir. Siyasal yönü ağır basan bu hareketler, toplumu daha çok etkilemektedir. Kamu düzenine başkaldırmak, bu düzenin temsilcisi kabul edilen emniyet birimlerine karşı şiddetle karşı çıkmak, barikatlar kurmak, her çeşit patlayıcı maddeler imal edip emniyet birimlerinin üzerine atmak başlıca amaç ve metotlarıdır. Ayrıca üniversiteyi işgal etmek, sınavlara girmemek, boykot yapmak, toplulukları tahrik ederek hareketin büyüyüp gelişmesini sağlamak ve kamu mallarını tahrip edip zarar vermekte amaç ve metotları arasındadır. Yani baskı ve şiddet gençlik hareketlerinin en belirgin özelliği olmuştur. Bu komünist fraksiyonları benimseyen ve sol gençlik hareketlenmelerinin başını çeken Doğu Perinçek-Aydınlık Hareketi'nin temsilcileri ile üniversite gençliği arasında yoğunlaşan Fikir Kulüpleri Federasyonu (1969 kongresinde Dev-Genç adını almıştır) lideri Mihri Belli ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) lideri Mehmet Ali Aybar olmuştur.
Yukarıda da bahsettiğim gibi Ülkücü Hareketin baş düşmanlarından biri olan Aydınlık Hareketi-FKF ve TİP'in kurmuş olduğu ve Türkiye dışındaki yabancı kaynaklar tarafından desteklenen "Dev-Genç" isimli sol terör örgütü, içinde Ermeni terörizmini de barındırarak özellikle 1975'lerden sonra Türkiye'de terör faaliyetlerine başlamıştır. Dev-Genç'in ( daha sonra Dev-Yol, Dev-Sol, Tikko, Tdkp gibi örgütlere ayrılmış) derin devlet bağlantılı yapmış olduğu terörist faaliyetleri, Ülkücüler üzerinde yoğunlaştırarak ülkeyi uçurama sürüklemekteydiler. Ülkücüler ise hem vatan hem de canlarını savunma adıyla kendilerine ait tedbirlerini almak zorundaydılar. Çünkü karşılarında Filistin gerilla kamplarında yetişmiş militanlar bulunmaktaydı.
Sistemli bir şekilde ülkeyi kan gölüne çeviren komünist militanlar ile derin devlet ajanlarının, faili meçhul cinayetleri, provakatif kanlı eylemleri ve kitlesel bombalı çatışmaları 1979 yılının sonlarına gelindiğinde had safhaya ulaşmıştı. Her gün Türkiye genelinde yüzlerce insanın kanının döküldüğü, kadınların dul, çocukların yetim kaldığı bu kargaşa ortamı, postalların ayak seslerini yavaş yavaş getiriyordu. Yani Komünist sisteminin (Rusya, Çin vb.) Türkiye üzerindeki emellerine karşılık, ABD destekli darbeci komutanlardan Bedrettin Demirel'in tarihe geçen sözleri " İhtilalin olgunlaşması için daha fazla kan dökülmesini bekledik" gerek Türkiye gerekse Ülkücü Hareket üzerine oynanan oyunları açıkça gösteriyordu. Toplumun teröre alıştırılması ve gelecek kaygısı içinde ölüm korkusunu yaşayan halka, askeri darbeyi bir kurtuluş yolu olarak gösterilmeye başlanması da önemli bir etken olmuştur. 1979 yılının Kasım ayından Aralık ayının sonuna kadar 104 ülkücü komünist militanlar tarafından şehit edilmiş ki, bunların içinde üst düzey il ve ilçe başkanları da bulunmaktaydı.
12 Eylül'e zemin hazırlayan dış siyasi olaylar da etken olmuştur. 1980'e girerken Ortadoğu'da çatışmaların içerisindeydi. Kızıl Sovyet Rusya, Afganistan'ı işgal etmiş ve ABD'nin Ortadoğu'daki önemli karakollarından olan İran'da Şahlık rejimi yıkılmıştı. ABD, Ortadoğu'daki önemli müttefikini kaybedince Kızıl Sovyet destekli anti-Amerikancı politikalar Ortadoğu'da yayılmaya başlamıştı. Bunun üzerine ABD, Ortadoğu'daki hâkimiyetini elinde tutabilmek için jeo-stratejik ve jeo-politik açıdan önemli konuma sahip Türkiye'yi elinde bulundurmak zorundaydı. Bunu da sivil bir yönetim yerine askeri bir yönetimle yapabilirdi. Zaten dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren sürekli ödevini almak için ABD'ye gidiyordu. Ayrıca 1980 Mart ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi gündemdeydi. Demirel ve Ecevit'in ortak bir aday çıkaramaması, yönetimin bir türlü oturmayışı ve Anayasa değişiklikleri gibi iç-siyasi bunalımlar, 12 Eylül cuntacılarının işini de gittikçe kolaylaştırıyordu. Gerek dışta gerekse içte siyasi bunalımların yaşadığı bu dönemler de 1980 Ocak ve Nisan ayları arasında kızıl teröristler tarafından 300'ün üstünde ülkücü şehit edilmişti. Ülkücü kanı oluk oluk akarken 27 Mayıs 1980'de Ülkücü camiayı derin yasa boğan MHP Genel Başkan Yardımcısı, Gümrük ve Tekel eski Bakanı, büyük dava adamı Gün Sazak, Ankara'da Dev-Sol militanları tarafından evinin önünde şehit edilmişti.
Türkiye 12 Eylül'e hızla sürüklenirken kitlesel çatışmaları artıran iç savaş tahrikçilerinin provokasyonlarıyla 1980'nin Haziran ve Temmuz aylarında başta Çorum olmak üzere Nevşehir ve Fatsa'da kanlı olayların yaşanmasına sebep olmuştur. Yüzlerce vatandaşın yaralanıp öldüğü bu olaylar artık postalların ayak seslerini duyuruyordu. Askeri darbe için herşey hazırdı. İhtilal olgunlaşmış ve Ağustos ayında toplanan cunta yönetimi darbe gününü belirlemişti. 12 Haziran'da yoğunlaştırılan sıkıyönetim kararları ile artık ihtilal hazır haldeydi. Evet, artık darbe tarihi 12 Eylül olarak belirlenmişti. 6 Eylül'de MSP lideri Necmeddin Erbakan'ın Konya'da açıkça İslami devlet kurma çağrıları için yapmış olduğu mitingde Radikal-İslamcı-İran yanlısı grupların İstiklal Marşı okurken ayağa kalkmamaları ve eşlik etmemeleri, 12 Eylülcü cuntacıların işini daha da kolaylaştırmıştı.
Artık 12 Eylül'e bir gün kalmıştı. Tarih 11 Eylül'ü gösteriyor. Komünist TKP'nin kuruluş yıldönümü nedeniyle başta İstanbul, Ankara olmak üzere birçok şehirde komünist komitelerin faşizme karşı pankartları, bildirileri, afişleri, korsan gösterileri karşısında ordunun sessiz kalıp göz yumması da 12 Eylül'ün habercisiydi.
Ve…
Tarih 11 Eylül'ü 12 Eylül'e bağlayan gece… Film koptu ve oyun bitti. Fakat bu sefer karanlıkta cuntanın oyunları kanlı bir şekilde oynanacaktı.
12 Eylül öncesi binlerce şehit veren Ülkücü Hareket, postalcıların darbesiyle de şehit vermeye devam ediyordu. İdam cezası onaylanan Mustafa Pehlivanoğlu, 8 Ekim 1980 günü Ulucanlar Kapalı Cezaevinde idam edilen ilk ülkücü şehit olmuştu. İşkenceler, anayasada yer almayan özel kurulu C-5 adı verilen insanlığın bittiği işkence hanelerde yapılan insafsızca işkenceler ve zulümler, kan durması için Türk(!) askerini kurtarıcı olarak görenleri bile derin üzüntüye boğmuştu. Çünkü o zulümleri yapanlar kendi içinden çıkan Türk askeri değil, ABD onayından geçmiş apoletli cuntacılardı.
Ülkücülerin yoğun olduğu cezaevlerinde POL-DER'li ( Komünist zihniyetli Polis Derneği) katiller, emniyet görevlileri değildi. Bunlar eli kanlı cuntacıların özel olarak görevlendirdiği üniformalı eşkıyalardı. Yakaladıkları masum Ülkücüleri, mahrem bölgeleri ve tırnakları arasına soktukları toplu iğnelerden verdikleri elektrik, arabalarının arkasına bağlayıp tarlalarda sürüklemeleri, gözlerini bağlayıp ayaklarının altı morarana kadar falakaya yatırıp daha sonra derisi açılmış olan ayakları tuzlu suların üzerinde gezdirmeleri ve daha nice dile getirmekten bile ruhumun daraldığı binlerce işkence yöntemleri ile Ülkü güllerini soldurmuşlardır.
Bundan tam 40 yıl önce…
Kara Eylül…
12 Eylül'ün karanlık yüzleri ne yazık ki 40 yıl boyunca emellerinden vazgeçmedi.
Amaç bulunduğumuz coğrafyada "Türk" varlığını yok etmek.
Vazgeçmediler, vazgeçmiyorlar, vazgeçmeyecekler…
Tam 40 yıl önceki ABD patentli apoletli cunta görevini yapmış olsa da aslında hedefe henüz varılmamıştı. Asıl gaye Türk Milletini var eden "Her Türk asker doğar" ve "ordu-millet" anlayışları ile Türk Milletinin gözünde her daim güvenilir ve son sığınak olan Türk Silahlı Kuvvetleri üzerindeki emelleri bitmemişti.
Yani 12 Eylül ile işleri tam olarak bitmemişti. Türk Silahlı Kuvvetlerini, Türk Milleti'nin nazarında itibarsızlaştırmak için sinsi planları ile sahneye "Yeşil Kuşak" oyun ve oyuncularını sürdüler. 12 Mart Muhtırasından sonra hızlı bir şekilde Türk Silahlı Kuvvetlerinin içine "Yeşil Kuşak" kuklalarını sızdırarak imamın ordusu haline getirmeye çalıştılar.
Zaten 1980'den sonra Türk siyasi tarihini gözden geçirirsek en yüksek mertebeden tutun en aşağı kademesine kadar asıl hedefe varılacak yolda kişiler özenle seçilip getirtildi. Bölücü ve irticai terör ortaya çıkarılarak günümüze kadar hız kesmeden hem ülkemizde hem de komşu ülkelerimizde faaliyet gösterdiler.
Bugün Ortadoğu'da Türkiye'de dâhil olmak üzere haritalar üzerinden çizilip yeniden şekillendirilen sınırlar ve oynanan oyunlar, aslında 12 Eylül'ün de içinde yer aldığı bir yüzyıllık hedeflerdi.
12 Eylül aslında iyi analiz edilirse hedefe gidilen yolda kişiler geçici ama 100 yıllık plan yavaş ama emin adımlarla ilerliyor. Bugün Türkiye'nin hem iç hem de dış siyasetteki durumu ve Ortadoğu'nun dini ve mezhepsel çatışma alanı haline getirtilmesi kimin işine yarıyor?
İşte 12 Eylül kimin işine yaradıysa bugün Türkiye üzerinde oynanan oyunları sahneleyenlerin işine yaramaktadır.
12 Eylül zihniyeti 40 yıldır hep var ve var olacak.
Varlığımızın teminatı Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğüne ve bulunduğumuz coğrafyadaki "Türk" varlığının yok edilmesine göz yummak istemiyorsak 12 Eylül zihniyetinin aslında bu ülkede hep var olduğunu anlamalısınız. O yüzden üstümüzdeki bu kara bulutu yok etmenin tek yolu Türk Milleti olarak kenetlenip aklın yolu bir demekten geçiyor.
Sevgiyle…
Yeliz Yıldırım
Araştırmacı Tarihçi