By Ali Kelle on Pazar, 27 Mayıs 2018
Category: Yaşam

​BİR DİKTATÖR DÜŞERKEN

 27 Mayıs 1960 harekatı, hem tarihsel hem toplumsal hem düşünsel hem anayasal hem de siyasal olarak, on dört yıllık yaşanan olaylarca baş gösteren çıkmazları gidermeye yönelik üniversite yerleşkelerinden yeşeren, gençlerin mukaddes kanıyla kutlanan ve ordunun ilerici subaylarıyla egemen kılınan ulusal bir ihtilaldir.

İnsanlık, sorgulayıcı cesur insanların mücadeleleriyle özellikle son iki yüzyıl içerisinde büyük atılımlar gerçekleştirmiştir. Bu büyük atılımların yaşandığı alanlardan biri de iletişim alanıdır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlanan iletişim devrimi henüz asırlık olmadan küresel boyut halini aldı. Her atılımın faydaları olduğu gibi zararları da mevcuttur. İletişim devrimleri bir yandan insanlar arasında ağ kurarken, dünyayı bir köye çevirirken, bilgiyi herkese sunarken bir yanda da bilgi kirliliğine, sorgulama yetisi olgunlaşmamış insanlara bilgi gibi bir gücü teslim etmektedir. Böylece muhakeme yeteneği zayıf olan insan, bilmediğini bildiği halde sloganlarla kendini otorite görebilmektedir. Hatta böyle insanlar, cumhurbaşkanı seçebilmektedir ama buraya girmek yazıya zarar verir.

Konun anlaşılabilirliği için misal vermek gerekirse, Türkiye'de bugün, internet her eve hatta evin ötesinde her cebe girdiği halde insanlar yalnızca birkaç gün ayırarak Türk siyasal tarihini öğrenmek yerine, gereksiz eylemlerle vaktini harcamaktadır. Kamuoyunda tartışılan herhangi bir konuda bilgisiz olduğunu bildiği halde konu üzerine ahkam kesmekten geri durmamaktadır. Türkiye'nin siyasal tarihinde birçok sebepten ötürü toplumsal krizler vuku bulmuştur. Yaşanan bu acı krizler birkaç kez askerin müdahalesine zemin hazırlamıştır. Bu askeri müdahaleleri, neden-sonuç ilişkisi içerisinde yıl yıl, söylem söylem tahlil etmek dururken, insanlar, bilmedikleri aşikar olan konular hakkında ezberci, duygusal yaklaşımla, "Ben darbelere karşıyım" gibi sloganlarla dönem çözümlemesi yapmaya kalkıyorlar. Hatta son on yıldır bu sloganvari zırvalıklara basın, yayın ve devlet kademesinde de sıkça rastlar olduk. Öyle bir zihniyet türedi ki, onlara göre 1876, 1908, 1923 ihtilalleri de birer darbe imiş. İnsan, düşününce bu -sözde- koca koca kişilerin darbe ile ihtilal arasındaki farkı anlayamamasına şaşırıyor. Ne yazık ki, toplum nedir, toplumun yapısı nasıl olmalıdır, iktidar meşruiyetini hangi şartlarda kaybeder, toplumsal değişimler nasıl gerçekleşir, insanların ekseriyetinin bilmediği ve düşünmediği sorulardır.

Biz, Türkiye tarihinin tahlilini sloganlardan ve gereksiz duygusallıktan uzak bir biçimde yaşanan olayları tartışarak yapmalıyız. Bugün, elli sekizinci yıl dönümü olan 27 Mayıs 1960 harekatının darbe mi, ihtilal mi olduğunu tartışalım.

Öncelikli olarak şu gerçekliği kabul edelim ki, Türk Ulusu, çağdaşlaşma hareketine geç başlamış ve yavaş ilerlemiştir. Bunun içindir ki, Avrupa'da böyle oluyor demek yüzeyselliktir. Koyu teokrasinin toplumun aydınını bile kuşattığı, küçük sanayinin birkaç kentle sınırlı olduğu, geri kalanın onuncu yüzyıldan feodal bir görüntü çizdiği Osmanlı'dan türeyen Türkiye, gerçekleştirdiği aralıksız devrimleri toplumsallaştıramadan, insanı eğitip bir birey olarak şeyhlerin, dogmanların, ağaların, babaların ve kocaların elinden kurtarmadan ve biraz da dışarının telkinleriyle çok partili demokrasiye geçti. Bu yumuşak geçiş ile cumhuriyet devrimlerinden rahatsızlık duyan yığınlar, CHP'nin uzun soluklu hantal iktidarından sıkılan büyük kitleler ve CHP yönetiminde kendine yer bulamayan azınlık bir aydın grubu, en güçlü muhalefet partisi olan Demokrat Partiye verdikleri destek ile DP, tek başına iktidar oldu. Devlet insanı olan Celal Bayar, üçüncü cumhurbaşkanı olmuş, başbakanlığı da halk çocuğu olan Adnan Menderes atanmış, akademik bir kişilik olan Mehmet Fuat Köprülü, dışişleri bakanı olmuştu.

1950'lerin başında DP, hem geliş iddiası hem batıcı yaklaşımı hem de azınlık aydın grubunun yönlendirmeleriyle özgürlükçü bir yol tutturdu. İyi geçen hava şartları tarımdan gereken mahsülü vermiş, dışarıdan alınan borçlarla sanayileşme ve makinalaşma atılımı gerçekleştirilmiş, iş alanları açılmış, memleket şantiye görüntüsüne kavuşmuştu. DP'nin bazı devrim kanunlarına esneklik göstermesi geniş halk kitlelerini ferahlatmış, Kore Zaferi, NATO'ya katılım, ABD-Avrupa ile yakınlaşma uluslararası alandaki saygınlığı da arttırmıştı. Anamuhalefet CHP'nin muhalefete alışık olmaması, DP'yi rahatlatan başka bir kazanımdı. Nihayetin DP, tüm bu kazanımların karşılığını 1954 seçimlerinde görmüş ve rekor bir oy ile tekrar iktidar olmuştu. Bu büyük başarı bence hem Menderes, hem DP hem de Türkiye için bir kırılma noktasıydı. Önceleri çekingen hatta ürkek bir hal içinde olan Başbakan Menderes, bu seçimlerle birlikte DP oylarının kendine verildiğini anlayarak hem Bayara hem DP'ye hem de Türkiye ağarlığını koymaya başladı. Ağa çocuğu olan Mendresin, bir dediğinin iki edilmeme ihtimali ve bu psikolojiyle büyümüş olma gerçekliği muhakkaktır diye düşünüyorum. Menderesin kendinii kendi kibrine kaptırması pervasız davranmasına önayak oldu.

Örneğin, Türkiye gibi bir devlette mevzu bahis dahi edilmemesi gereken halifelik lafını, meclis kürsüsünden "siz isterseniz halifeliği bile getirirsiniz" söylemi ile dillendirmiş hem rejim karşıtlarını azıtmış hem de rejim koruyucularını sinirlendirmiştir. Aynı zamanda birçok milli kurum ve kuruluşları kapatması, CHP tabanında rahatsızlık yaratmıştır. İstanbul, Ankara başta birçok ilde insan kayırmaları ve kanun dışı talimatlarla iş yürüten bir suç şebekesi kurulmuştur. Ordu ile olan, İnönü ile olan, partisi ile olan, rejim ile olan dengeleri gözardı etmiş, düşünmeden hareket etmeye başlamıştır. Zaten bir toprak ağası olan Menderes, Türk Ulusunu bütün tarihsel vasfından soyutlayarak kendi çiftliğin marabası olarak görmekteydi. İkinci dönemde tarımdan istenen verimin alınamaması, açığı kapatmaya yönelik niyetlenen borçlanmanın karşılık bulmaması ekonomide bir krize neden olmasa da bir durağanlık doğurmuştur. II. Dünya Savaşının ardından kolonilerinden çekilmekte olan İngiltere, Kıbrıstan da çekileceğini açıklamış, bu açıklama Kıbrıstaki Türkleri ve Rumları, Egedeki Türkiye ve Yunanistanı karşı karşıya getirmişti. Menderes, Kıbrıs sorununu kısa ve net biçimde çözümleyerek "Kıbrıs Fatihi" gibi bir ünvan ile ulusal kahraman olma davası gütmüş, ulusal uyanışı şahsi çıakrına alet etmiştir. Bunun için Türk tarihine yüz kızartıcı bir hadise olan 6-7 Eylül olaylarına göz yummuştur. O dönem bir gazeteci yazı yazamazken, üç beş üniversite öğrencisi gösteri yapamazken nasıl oluyor da on binlerce kişi taşradan İstanbula taşınıyor, binlerce insanı darp edip yüzlerce kadına tecavüz edebiliyor? Menderesin bu olaylar hakkında bilgisi varsa da yoksa da utancı boynunadır. Menderes, iğrençleşmeye başladıkça DP'den de yaprak dökümü başladı. Fuat Köprülü, DP'den istifa ederek bütün muhalefet güçlerini Menderesi devirmek için ortak mücadele etmeye çağırdı. CHP muhalefet etmeyi öğrenmiş, CHP ile uyanan diğer rejimsel güçler de Menderese hücum etmeye başlamıştı.

Olayların çıkmaza girdiği bir evrede erken seçime gidilme kararı alındı. Tabii bu artık diktatör halini almış birinin seçimiydi. Köprülü'ye mahsus kanun çıkarılarak başka partiden vekil olması engellendi. Muhalefet partilerinin seçime ortak girmesi önlendi. Kırşehir, sırf DP'ye oy vermiyor diye vilayet olmaktan çıkarılıp kaza yapıldı. Malatya ili ikiye bölünerek DP'nin yoğun olduğu Adıyaman il yapıldı. Radyo ve gazeteler sansürlendi. Gazeteciler gözaltına atıldı ve seçim büyük şaibelere konu oldu. Menderes, yüzde on oranında büyük bir oy kaybederek %50'nin altına düştü ve azınlığın oylarıyla tek başına iktidar oldu. 1957 seçimleri, halk tarafından Menderese verilen sivil bir muhtıraydı. Yurttaş kutuplaşma, kavga, adaletsizlik ve baskı istemiyordu. Bazı Demokrat Partili vekil ve üyeler bunu anlamış ve Menderessiz bir kabine istemiş fakat Menderes çekilmemiştir. Geri adım atmayı, çekilmeyi kibrine yedirememekteydi. Cumhurbaşkanlığını artık Menderese borçlu olan Celal Bayar, Menderesi idare etmeye çalışıyordu. 1958 yılında yaşanan ciddi ekonomik kriz, yatırımların durması, muhalefetin bastırması, batıda eskisi gibi kabul görülmemek Menderesi bunaltıyordu. Sürekli yanlış iş yapıyor, sinirleniyor, yanlışlarının ortaya çıkmasından korkuyor, akılsız, kanunsuz, ahlaksız işler yapıyordu. CHP'ye ait kurumlara el koymaya çalışmak, gazeteleri kapatmak, sansür uygulamak, gazetecileri süresiz cezaevinde tutmak, mahkeme-ordu yönetimini arka bahçe haline getirmek, söylemlerle halkı kutuplaştırmak belki de kendi kendinin idam fermanlarıydı. Vatan Cephesini kurdurarak halkı kutuplaştırıyor, kin ve nefrete sevk ediyordu. CHP vekillerinin gözaltına alınması, İnönüneye meclis yasağının getirilmesi, 1959 yılında İnönü mitinglerine saldıranların organize edilmesi, devlet memurlarının yaşanan olaylara müdahale etmemesi, bizim bilmediğimiz hatta tarihin bilmediği nice kanunsuzluk yaşandı. Tüm bunlar neden oluyordu? Hepsi gerekli miydi? Hayır. Bayar ve DP'liler de bunun böyle olmadığını biliyorlar fakat Menderesi dizginleyemiyorlardı.

Mesela, toplum bir kardeş kavgasının eşiğine gelmişken, kahveler dahi ikiye bölünmüşken, İsmet İnönünün tüm ikazlarına rağmen Tahkikat Komisyonu oluşturmak ve kanunsuz bir biçimde basın ve muhalefeti kuşatmak ne derece mantıklı, özgürlükçü, hukuki bir tavırdır? Tahkikat Komisyonu, tankeri taşıran son damlaydı. Bu hürriyet tecavüzüne, hürriyetin ve ilerlemenin tapınakları olan üniversiteler daha fazla sessiz kalamazdı. 28-29 Nisan 1960 tarihlerinde, İstanbul ve Ankara'da üniversite öğrencileri elli yıl önceki İttihatçılar gibi ortaya atıldılar. Menderesin ss'lerine dönüşen sözde polis teşkilatı, Anadolunun ücra kasablarından seçilerek gelen ve daha özgür bir ülke isteyen Türk gençerine, saldırmaya başladı. Öğrencilerinin gözü önünde sövülen akademisyenler, dövülen gençler, yaka paça derderst edilen gözaltına alınan isimsiz hürriyet kahramanları...
Ve Turan Emeksiz!

Malatyalı, on dokuz yaşında, köylü bir ailenin umudu, gururu, her şeyi. Dilinde millet, yüreğinde vatan, gözlerinde hürriyet, ellerinde kitap ve mukavemet. Bir patlama sesi, süzülen bir kurşun, tarihe not düşmek istiyor. Turan Emeksizin cansız bedeni yurt toprağına düşüyor, kanı damla damla damlayarak alev alev yanan bir özgürlük meşalesine dönüşüyor. Omuzlarda şahlanan tabutu, bir işaret fişeği oluyor.

Bir hafta geçmeden Ankara'da 555K yaşanıyor. Türkiyenin bütün illerinden gençler, 5. ayın 5'inde saat 05.00'te Kızılay'da toplanıyor. Menderes, gençlerin arasından güçlükle kurtuldu. Öğrenciler polisle çaıştı. Celal Bayar, dağılma duyurusunun yapılmasını eğer dağılmazlarsa ateş açılmasını emretti. O günün Türkiyesinde seçimlere (1961) kadar beklemek mümkün müdür? Halkta esmekte olan hava ile bir erken seçim ne derece huzur ve güvenlik içerisinde geçebilir? Gerçekleştiğini varsaysak bile o seçimler ne kadar özgür olarak değerlendirilebilir? Her şeye rağmen seçimleri Menderes kazansaydı ne olacaktı? CHP kazansa istenilen yenilikleri yapabilecek, Menderes dönemini yargılayabilecek miydi? İşte tüm bu ihtimaller birer çıkmazdı. Yurtta yaşanan olayları ve tarihsel değişimi yarı emekli hayatı yaşamakta olan generallerden daha iyi tahlil ettiği bugün daha iyi anlaşılan genç subaylar, içtikleri andlara sadık kalarak, vatanı içine düşürüldüğü dar boğazdan kurtarmak için harekata geçmişler ve 27 Mayıs 1960 sabahı, bütün yurtta kansız bir şekilde idareyi ele almışlardır.

On dört yıllık çok partili demokrasi tecrübesiyle anayasanın bir kağıt parçası olduğu anlaşılmış oldu. Bazı vekillerin ellerini kaldırıp indirmesiyle, cumhuriyetin kazanımları, kadın başta olmak üzere bireyin hak ve hürriyetleri, devletin çıkarları aşındırılabiliyordu. Tuhaf olan bunların meşruluğunun bulunmasıydı. Bu sorunun giderilmesi için Anayasa Mahkemesi kuruldu. Böylece iktidar partisinin istediği teklif kanun olamayacak, istenen kanun kaldırılmayacaktır. Memleket meselelerinin yalnızca gelip geçici olan politikacılara bırakılamayacağı anlaşılarak devamlılık ve devletçilik anlayışıyla Devlet Planlama Teşkilatı ve Milli Güvenlik Kurulu oluşturuldu. Radyonun ve üniversitelerin özerkliği sağlandı. Basın özgürlüğü sağlanarak örgütlenme propaganda, sendikal ve partisel faaliyetlerin önü açıldı. Kanunların daha akılcı olmasını sağlamak için Cumhuriyet Senatosu oluşturuldu. Partiler ve seçim kanunları yenilenerek küçük-farklı düşüncelerin de mecliste bulunması düşünüldü ve çoğunluk kültürünün temelleri atıldı.

Böylelikle sanayileşme, kentselleşme, çağdaşlaşma süreci yaşayan Türkiye'de devrimler oturuncaya, teokrasinin ve feodalitenin çözümlenmesine kadar, bireyin yaşam, düşünce, eğitim ve iradesi güvence altına alınmış, devlete milli bir yapı kazandırılmıştı. Türkiye; şahısların, partilerin, kitlelerin, inançların ve geleneğin diktatörlüğünden kurtularak ulusal çağdaşlaşma ve Avrupa ile bütünleşme yolunda büyük bir aşama kaydetmişti.

Yukarıda yapılmaya çalışılan tüm tartışmalar göstermektedir ki, o dönemin Türkiyesinin yaşadığı sancılar yalnızca ekonomik-siyasal bir kriz değildir. 27 Mayıs 1960 harekatı, hem tarihsel hem toplumsal hem düşünsel hem anayasal hem de siyasal olarak, on dört yıllık yaşanan olaylarca baş gösteren çıkmazları gidermeye yönelik üniversite yerleşkelerinden yeşeren, gençlerin mukaddes kanıyla kutlanan ve ordunun ilerici subaylarıyla egemen kılınan ulusal bir ihtilaldir.

Okumayan, araştırmayan, ulaştığı bilgileri sosyal bilimin temel dallarında tartışmayan, eleştirel sorgulayıcı bir bakıştan uzak, çağını anlayamam, Türklüğe imanı şüpheli olan birtakım kişilerin 27 Mayıs İhtilaline darbe demesi, ihtilali gerçekleştiren vatansever subayları hainlik ile suçlaması, Menderes, din, iman, Osmanlı güzellemeleri yapması, cehaletinin kanıtı için yeterlidir.

Yazıyı, 27 Mayıs döneminin en etkin siması CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'nün tarihe düşülmüş bir not olan şu cümlesiyle bitiriyorum: Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal meşru bir haktır!



Tanrı, Türk Ulusunun binlerce yıldır Türklük için çarpan yüreği olan Türk Ordusunu korusun!

Related Posts

Leave Comments