Tekrar yabancı bir film önerisiyle geldim. Elbette ki zevkler, tercihler ve yönelimlerin farklılığını gözettiğim gerçek(ler) üzerinden hareket etmeye çalıştım. Mutlaktır ki "her ürünün bir alıcısı vardır" mantığını da işin içine katarak hissettiklerimi ince nüanslarla aktarmayı denedim. Bu kez karakter(ler)in adını belirtmeden, filmin konusu üzerinden direkt bilgi vermeden filmi izledikten sonra kurgulayıp yazıya döktüğüm öyküleme tekniğinden yararlandım.
Bazen bazı şeyler nasıl başlamışsa öyle devam edebiliyor. Bazen bazı şeylere dokunmanız ya da birilerinin dokunması gerekebiliyor. Keza düzeltilmeyi gerektirecek bir durum mevcutsa hele ki bu insansa muhakkak dokunmanın kesinkesliği söz konusu olabiliyor. Bazen kötü başlayıp kötü bitmeye yakınken değişip dönüşebiliyor bazı şeyler; nitekim burada külliyen bakış açısının doğru olup olmadığı tartışılabiliyor. Bizler daha çok yanlış, kötü, istemsiz ve kontrolsüzce başlayıp devam edebilen olumsuz bir öyküyü kişi, yer, zaman değerleriyle ele aldık...
Neyin, nelerin, kimin; kimde, nerede, nasıl başlayıp nasıl bittiğine veya bitti zannedilip nasıl başladığına dikkatlerinizi çekmek isterim!
...
Tarazlanan saçlarını fırtınaların bozamadığı lâkin yüreğini fısıltılı sözcüklerin parelediği yağmurla, karla karışık şiirsel bir güne uyandı. O gece de sabaha karşı çalınmıştı ayakkabıları, yalınayaktı. Çatmadı kaşlarını, kanıksadı. Yavaş ve ılık bir heyecanla çatının üzerine çıktı, gökyüzünde karardıkça kül rengi yumaklar oluşturan karma renkli bulutlar vardı. Uzunca bir bakış fırlattı bulutlara, yüzünü okşayan tül sessizliğinin arkasından. Adımlarını küçülterek bulunduğu yerde çömelip düşündü. Genişçe bir omuz baş verdi çatının diğer sırtından, ağlamaklı gözleriyle ısırdığı yalnızlığını yumru yumru kucağına doldurarak gevşedi. Oracıkta, dizlerine temas eden etçil dokunun dar alanında, çatının diğer sırtından baş veren gövdeyle tanıştı. Esasında evveli de vardı, yok saydı tüm geçmişini.
"Bak dedi, görüyor musun? Şuradan geçen kız, nasıl da güzel!"
Bakmakla bakmamak arasındaki gölgeyi işaret eden öfkesiyle itekledi yanındakini, ağladı. Yanındaki erircesine düşerken saniyeler içerisinde zemine çakılırken hiçbir mesafeye aldırmadan düşenin ölümcül sesine kulak dahi kabartmadı, öylece baktı, önüne baktı...
Pembeler,
Gökte grileşen bulutlar
ve birazdan yağmuru davet edecek anılar geçmedi gözünün önünden...
Eflatundan mora doğru çürüyüp kokuşan ne varsa kırık dökük, yarı çıplak ya da çırılçıplak, şaplaklanmış mermer misali "şap şap" ederek ensesine çarptı, emretti: "haydi kalk, durma burada! Düşen düştü, ölen öldü, kalan kaldı! Sen kaldın geride, sadece sen, artık dünyanın mirası senin, sahiplen, kimselere verme!.."
Ayak izleri,
Çatı,
Sessizce yürüyüşler,
Dam, saçak, salkım; yurt dışı, yabanıl diyarlar, yollar ve sen...adımla, durma, koş, hepsi senin...
Dessas, desisekâr, dubaracı ve işin sağlamasını yapan dilbazlık numunesi bir oyunun içine dahil et kendini, gayri kurtuluşun yok!
Yanaşkan, yılışkan ve yapaylığın kadar işlevsel hücumların olmalı, yoksa toslarsın ilk sertliğine kaskatılığın. İttirip düşürdüğün, sonunu göremediğinin ardından kayıplara karışman da olasıdır. Ilgıt ılgıt bakınıp tutunarak nasıl çıktıysan buraya, geri dönüş hamlelerin için de aynı sabrı gösterebilir, tekniği uygulayabilirsin. İstersen kaçabilir, kanunu çiğneyebilir, kolluk güçlerini atlatabilir, ıssız ormanların karanlığında, karanlığın nemli yüzeylerinde, çamurdan maskelerle korsan suratlar taşıyarak kendini açık etmeden yaşayabilirsin...
...
Hey, bekler misin yıllar sonraki ben? Geç kaldım sana, biliyorum. El attım, görmedin mi? Yıllar önce çatı katından düşeni ne çabuk unuttun? Onca sene kanunsuz, nizamsız yaşadım, kuytu ormanların kenarında değil, kalabalıkların içinde yarılıp kendine kısmi lâl bir kimlik oluşturan kendimle. Görsen tanırdın, eminim gözün bir yerlerden ısırırdı beni! Hey, sana söylüyorum! Onca sene, gidiş yönünün tersine çektiğim otostoplarda metruk yolların hâkimi olduğumu nasıl hatırlamazsın? Seni o yola ben soktum. Şimdi gözbebeklerindeki simli imgelerin tümlediği pare pare hayallerde bile benim etkimin payı yadsınamaz büyüklüktedir...
Bugün toplumun önünde konuşabiliyor, kriminal duygulardan arınarak hummalı, özgür çalışmalarınla insanların fiziksel, ruhsal oyuklarını doldurabiliyorsan bunun altında kısır çekişmelerden, nasırlı, çatlak zamanlardan kaçışlarımın, saklandığım flu odaların, keskin kanunsuzluğum, sivri inatlarım ve müebbet istikrarımın imzası bulunmaktadır. İyi bak, eğil, göz göze gel, bu kimin imzası? Tanıdın, öyle ya! İnsan kendini tanımaz mı? Tanımadın! Kaç takvim geçirdim seninle, sanki var da yoktun, yokun içinde daha çoktun! Seni o yokun içinden ben çıkardım, elini ben tuttum, saçlarını düzelttim, kırılan dirseğini doğrulttum, göğsünü göğsüme yasladım, sakat dayanaklarını bir bir elimine ettim, vazgeçmedim senden; öldüğünü sandığım, bedenini ecele sığdırmakta bir hayli güçlük çektiğim vakitlerim oldu seninle. Hiçbir mezar beğenmedi, kabullenmedi, tüküre tüküre dışarı attı seni. İzin vermedim, ölünü toprağa yakıştıramadım, kavrayıp omzumda taşıdım, yaşaman için geniş sahalara, mezarsız ülkelere bahşettim seni, hiçbir ölü parçanı musallanın önünden geçirmedim, ki bir daha ölmedin zaten. Kime söylüyorum hey ben, dinliyor musun seni?
Hey, yanında yürüyorum! Farkında değil misin? Eğildiğinde eğiliyor, doğrulduğunda doğruluyor, yönüne, önüne ve gününe göre tıpatıp seninle aynı rolü veya gerçekliği paylaşabiliyorum. Bazen bazı yerlerde aynı yönde yürümediğimizi söylüyorum, duyuyor musun? Mesela ben, duygusallaştığımda kendimi kontrol etme noktasında kararlılıkla hareket edebiliyorum ama sen, adeta senden çıkıp gitmeyi kafasına koyan birine dönüşebiliyorsun. Yapmamalısın dediğim şeyleri yapabiliyorsun...
Gel, istersen gerilere gidelim, taş merdivenleri kullanıp ağacın dalına tutunup çatıya çıkalım. Nerede hata ettiğini elimle işaret ederek göstereyim sana. İlle de itekleyip çatıdan düşmesine sebep olduğunun acı sahnesini ağır çekimle izleyelim. Aslında düşen sendin, ölmeyen de sen, ölmediğin gibi kaçıp odalara sığınan, adını unutturmaya çalışan da. Gel, götüreyim seni gitmek istediklerinden çok öteye. Kim olduğuna bir kez daha, anlamlı çıkarsamalar eşliğinde yakından bakalım...
Gün geldi, parti geceleriniz oldu, mumlar yakıp söndürdünüz, doyasıya dans ettiniz. Sıkıldın zamanla, kenara çekildin, özlediklerinin dibine düştün, esaretinle sırnaşık ne kadar tutkun varsa tane tane heybene doldurdun, yalnızlaştın gecenin ihtiyar saatlerinde. Yüzünü döndüğün, ışık geçirmez hislerinin zindanlarında sürüncemede kaldığın beyhude çırpınışların çok kez tıklattı kapını. Her şey yolunda zannettiğin nice yanılsamalar yaşadın, garabet değerler yaratıp ruhunun pazarlarında piyasaya sürdün, senden başkasına satamadığın markasız ürünlerin oldu. Adı sanı bozulmuş, prestiji örselenmiş, kayda değer, elzem inceliklerden beslenememiş cılız eylemlerle anıldın beyninin kalın duvarları önünde...
Şu an sendeyim, sana geldim. Dünden kalanlarını hesaba çektiğini, arta kalanlarından kurtulamadığını sezdiğim için buradayım. Yeniden dokunduğumda sana, varlığımı bünyen, içsel dengelerinin tartısında hissetmeni bekleyeceğim.
Hüzün,
Yıkım
Ve
Son!
Hüznün ayarında olacak, yıkımların da ve duraksamadan devam etmek için virgül görevi gören "ve" bağlacına da ihtiyaç duyacaksın. Sona geldiğinde yaşamak için "son"un başlangıç olabileceğine odaklanacaksın çünkü bu "son", başlamaktır; başlamaksa yaşamak. Noktayı koyduğun ânda sonlanmayı yeğleyen "son"un tercihi yine de senin elinde olmamalı, kıymamalısın kendine. Belirleyeceklerin sonu tazeleyen kıpır kıpır bir girizgâhı devretmeli. Mekân, olay, olgulardan ibaret cismani duyumsama hâllerin ne kadar uzakta olursa olsun, zamansal algoritmanın devingenlik düzeyi, ruhani ölçünün nöronal bir örüntüye yakından evrilişini desteklemeli.
Geldik, ayırdına varabildin mi? Filmin bitimine çok yakınız. Geldiğimiz yer; dönüşümü arzulayan, kullanacağı metotlarla eksiği tamamlayacak ter yer: sen ve ben.
Mamafih, birbirimize çok şey borçlu olduğumuzun inancıyla baştan sona arınıyoruz, sonsuza değin sürdürmek durumundayız arınmışlığımızı. Sen ve ben metoduna sahip çıktıkça arınmamızın önünde hiçbir bariyerin kirlenmeye yüz tutacak cesareti kalmayacak.
Çatı katından ittirip düşürdüğünü sandığın kişinin aslında sen olduğunu ve nereye düştüğünü görmeye ne dersin?
Somut değildi hiçbir şey! Evet, oradaydın ama ele avuca gelmiyor, sadece düşünüyor, kalıba bürünüyordun, buna rağmen ne dokunma ne işitme ne görme ne de tatma duyusuna yanıt verebiliyordun, duyargaların yalnızca düşünsel boyuttaydı, belki kendi kendine işlediğin suçun en ağır cezasını yine kendine keseceğin mahkemedeydin. Soyut yargıçların aklının süzgecinden geçebildiği tek durak, düşüncelerinin filtrelenmiş nüvesiydi.
İnsanın etrafında döndü dünya; fikirsel, edimsel; içsel, dışsal...Artık belirginliğine kimseler itiraz edemez, ben bile edemem...
Hazırsan çıkalım, aynada görülenden daha berrak, kusursuz bakınalım enerjimize. Dilersen hep aynı yerden, bulutların pembeleşip griye geçit verdiği çatının üzerinden başkalaşmaya meyilli bir atlama daha gerçekleştirelim! Bu defa son'un değil, başlangıcın üstüne; katışıksız, mutlu bir hayatın merkezine düşelim. Haydi düşelim, bize düşelim!
Engin Yeşilyurt
15 Nisan 2021