Her şey konforun dönüp dolaştığı, rahatın, arkaya yaslanmanın hâkim olduğu o yerde başladı. Aslında bütün sorun orada nüksetti. Kapıda bekleyen, Başbakan'ı korumakla görevlinin fikriydi koca binayı harekete geçiren!
Sinirliydi bir akşamüzeri, mitingden dönmüşlerdi. Başbakan milyon liralık, kurşun geçirmez aracın sol arka koltuğunda otururken ve araç ilerlerken aracın sağ arka kapısına kapı açıkken tutunarak yürüyordu. İşte, orada üşüştü beynine taze fikir. Nedir sonu gelmeyen bu şatafat? Yazıktır, günahtır, çoluk çocuğa, işçiye, çiftçiye haksızlıktır. Bak şu hâlimize, adam aracına binmiş, kapılar açık, araç ilerliyor, biz kapıya tutunup araçla ilerleyip adamı koruyoruz. Neden abartıyoruz, miting biter bitmez binsin aracına, kapatalım kapıyı, gidelim gideceğimiz yere!
Bir akşamüzeriydi, özel uçak hazırlanmış; jetler falan derken uçuşa başlamıştık. Başbakan'ın yanındayım, önümde diğer görevdaşım, en arkadakileri saymıyorum bile. Jetler, tayyareler(!) de geliyordu arkalardan, yanlardan...Öfkeli gözlerimin ucuyla baktım Başbakan'a, gazetesini okuyordu; dünya umurunda değildi. Üzerinden geçtiğimiz bölge Toroslar'dı; loştu, belliydi, çıplaktı kayalıklar, nice yoksulun yaylası vardı aşağılarda, biz yukarılarda pembe düşler içindeydik. Aslında biz dediğim O'ydu; yani Başbakan'dı pembe düşlerle mavi tablolar çizme ütopyasını yaratan. Miting programı güne sığmamış, akşama taşmıştı. Hem Başbakan'dı hem parti başkanı. Yıllardır kazanıyor, kimse neden kazanıyorsun diye sormuyordu kendisine.
Yukarıdayız, uçuyoruz; jetler falan ters taklalar atıyor, bayrak açıyor, Başbakan'a korna(!) çalıyor, ne bileyim abi uçuyoruz, sanki yeni bir toprak parçası keşfetmeye gidiyoruz. Alçaldık alçaldık! "Burası Anadolu, dağlar omuz omuza; gidenler toprak olmuş, sağlar omuz omuza" demek istiyor, diyemiyorum; kızacak diye korkuyorum. Niye korkuyorum ki!? O da benim gibi bir insan değil mi? Sümüğünü çekmez mi, burnunu karıştırmaz, tuvalete gitmez mi? Gider canım, niye gitmesin ki? Farklı bir anatomi, dışa çalışmayan bir metabolizmayla mı gerçekleşti tekamülü? Hayır canım, tabii ki hayır!
Altta emekçiler, üreticilerin yanında sol boynuzu kırık bir ineğin peşinde koşan çocukların hayalini görüyorum. Portakallar yerlere saçılmış, karlar erimiş Toroslar'ın doruğunda...ellere giden sevgilimin görüntüsü, Ümit Besen'in Nikâh Masası'yla "At artık imzanı" diyen sitemi ve mutsuzluğuyla düşüyor aklıma. Keşke ayak basmasaydım Adana'ya, görmeseydim buraları yeniden, girmeseydim içine dehlizimin!
Aşağıda bir buzağı, ahırdan yeni çıkmış, ayakları yere temas ettikçe kayıyor, düşüyor, Çukurova'nın sert çocukları taş atıyor buzağının arkasından, kimileri buzağıyı kuyruğundan yakalıyor, sağa sola çekiştiriyor. Yüksekte bir yerde, granit kayaların arasında billur güzelliği ile bir papatya merhaba diyor tabiata. Neler görüyorum anne neler, nelerle şenleniyor düşlerim. Ama sen, gel de bunu yanımdaki duvara anlat! Sahi biz bu duvarları neden koruyoruz ki, her biri silah kullanmayı, üç beş de karate tekniğini öğrenebilirlerdi. Kendine güvenmiyor da bana mı güveniyor bu şimdi?
Ey benim güzel annem, Toroslar'a adımımı attım atacağım, mandalina bahçelerinde sonsuz bir huşu ile kol kola giriyor herkesin göremediği son efsunlu ihtişam! Ağıllar, sürüler, çobanlar; nasırlı avuçlarındaki sızıyla diz kapaklarına doğru uzayıp infilak edercesine patlayan çıbanlar geçiyor tahayyüllerimin yelpazesi geniş evreninden.
Miting alanındayız, yerimizi aldık! Gözlüklerimiz simsiyah, yüreğimiz kadar siyah olmasa da siyah işte! Sormuyor kimseler adımı, sorsalar Seyfettin diyeceğim de sormuyorlar. Elinde deste deste kağıtlar, kağıtta yazanları vatandaşına okuyan kişiyi koruyorum. Boksörüm, bekârım, aşığım, suskunum; dişledikleri an oksitlenir yarım elmam, yeşil elmam, doğal bir karbonhidrattır inançlarım; şekere de düşman değilim tansiyona da! Doğalı alır doğadan bedenim, şeffaf sesler vurur vücuduma, derime işler, ezan gibi, Allah'ın adı gibi. Ezan okununca ağlarım! Kimi koruyor, neden koruyorum? Ben de öleceğim, o da ölecek, nereye gideceğiz? Cennete mi cehenneme mi?
Sesler geliyor kalabalığın arasından, çocuk sesleri, sanki bıldırcın sesleridirler konuyorlar bağrımın dallarına, tüneyip tüneyip büyüyor, sonra uçuyor, eflatun kaygılarımın kanatlarını tarıyorlar. Masalların arkasına saklanıyor, Toroslar'ın hülyasına göçüyorum. Koyunlar meliyor, kavallar çınlıyor kulaklarımda, bir kız geçiyor karşiki yokuşun çiğdemli otlarını çiğneyerek.
Nereden geldiler buraya?
Güneydoğu'dan!
Yörük müydüler?
Hayır!
Yörük olsa ne olurdu olmasa ne?
İnsan değil miydi?
"Oy anne oy" değil de "le daye" mi desem, bir anlık Kürt mü olsam ona yeniden şiirler mi okusam yahut intizar mı etsem büyük babasına, elli yaşındaki adama verdiler diye onu. Hayatımda kendimi hiç bu kadar Kürt hissetmemiştim hıncım ve bedduamı omuzlarıma yüklerken hicranın metal ağırlığı!
Bir akşamüzeriydi, sarıydı karanlığın biraz gerisindeki ayrıntı. Sanırım güz gelmiş, benim ağaçlarımı dövmüş, dalını kırmış, yaprağını dökmüştü. Kanıksadığım ne kadar detay varsa içinde ulaşılmaz düşsel renklerim sallanırdı. İp olur, idamına giderdiler masum bir boynun.
Miting alanından geriye ne mi kaldı? Kuyruklu kuyruksuz yalanlar, arkası gelmeyen şeytani vaatler!
Peki, halk?
Aynı yerinde, toprağın, kavganın, yorgunluğun, mutsuzluğun astarını yırtmaya devam ediyor!
Toroslar'dan dönerken elimi karanlığa uzattım, belki bir bulutu avuçlarım hevesiyle. İzin vermedi jetler. Selamlar çakıldı Başbakan'a, dikkat duruşları sergilendi, hepsi havada yapıldı. Nereden geliyor bu bolluk diye aşağıya bakmaya çalıştım, hiçbir şey göremedim; orası "Anadolu'ydu, dağlar omuz omuzaydı; gidenler sevda dolu, sağlar omuz omuzaydı"!
Çalışıyordu Toroslar, çapayı her vurduğunda, her döktüğü terde Başbakan'ın jetlerine, özel uçaklarına çalışıyordular. Eğdim başımı, sokulmak istedim boşluğa, azıcık azıcık göreyim dedim tepelerini Toroslar'ın, umutsuzluğa kürek çeken halkımın kasvetine parmaklarımın ucuyla dokunayım.
Nasıl olduysa kendimden geçmişim, mestaneyim gayri; esasında yılgın bir demokrasi, sızlayan hukuk, kahredilen hürriyet nazarı.
Bağırdım, tavanlara vururcasına başım zıpladım.
Atın şunu dışarı, el çektirin görevinden dedi.
El çektirdiler, ağrımayan dişlerimi çektirdiler, ağzım kevgirden farksız!
Kötü olan neydi, ne söylemiştim?
Oturmayın dedim konforlu, siyah deri koltuklara, sırtınız ve kaba etiniz rahata erdikçe miskinleşiyor, kabız düşüncelerin, patinaj eden fikirlerin çıkmazında debeleniyorsunuz! Sahi ne işe yarıyorsunuz diyemeden apar topar attılar beni dışarı. Boksördüm, güçlüydüm, acı çekmezdim sanıyordum, yanıldım!
Evvela deri koltukları dışarı atarak başlayacaktılar kemirdikleri Mustafa Kemal'in devrimlerine, beni dışarı atarak değil. Oysa devrimin ilk ayağını beleş tavrı, keyfiyeti, refahı, parazit kaykılmaları bitirerek yol alacaklardı. Yapılması gerekeni yapmadıklarını söylediğim için kusurlu sayıldım, itildim kakıldım.
Koyacaktınız deri, siyah koltukların yerine bir iskemle veya plastik bir sandalye; sizi her daim ayakta tutmaya teşvik edecek kısa vadeli oturuşlarla işinizi ayakta, mütevazı ölçülerle yapacaktınız. Ne kadar arkaya yaslandıysanız ne kadar konfora battıysanız Toroslar o kadar sömürüldü, halkın kamburu iki katına çıktı.
Bir Başbakan oturmamalıydı saatlerce, yurttaşı kar kış demeden tarlayı biçerken. Jetlerle oraya buraya uçmayacak, vatandaşın derdi için öncelikle cilalı köşkleriniz, binalarınızdan ayrılacak, gerektiğinde ahşap bir kulübede çalışacaktınız. Korumalarınız yine yanınızda olacaktı, olmalıydı; milletin vergisini gösteriş uğruna bonkörce harcama eylemine ortak olmayacaktınız!
Sandalyelerinizi değiştirin, en yoksul yurttaşın seviyesine inin, sizler için mühim olan hizmet değil miydi? Mitinglerde atmadınız mı hizmet çığlıkları, palavralarınızla ahalinin kanına girmediniz mi?
Değiştirecektiniz sandalyelerinizi, icap ettiğinde taşın üstüne oturup bitirecektiniz memleket ödevinizi.
Uzaklardayım, Toroslar'a sıra dağların çektiği setleri kaldıran ovalarda. Yüzümü tepelere çevirmiş durumda, gözlerimi kapatmış; İstanbul'u değil, Çukurova'nın mahzun çizgilerini seyrediyorum zirveleri okşayan sebat ile.
Biliyorum, bunca yıl değişmedi değişmesini istediklerimiz, bundan gayri de değişmeyecek! Toroslar çalışacak, onlar löpür löpür yutacak!
Hep sordun bana: Gırtlaklarında kalır mı? diye!
Kalmaz kalmaz; kaynağındaki sudan içiyorlar ülkeyi dedim sana, hatırladın mı?
Engin Yeşilyurt
10 Kasım 2019
Adana