By Engin Yeşilyurt on Perşembe, 18 Kasım 2021
Category: Yaşam

İNEĞİMİZ ÖLÜNCE

Özenle beslediğimizi sandığımız inek bir gece rahatsızlanıp ölünce annem veryansın etti. Böğürdükçe kolonu boynuzlayarak sesini duyurmaya çalıştı zavallı hayvan. Ansızın uykusundan uyanıp odamın kapısını yumruklayan annem apar topar ahıra indi. Arkasından koşar adım yürüdüm. Ahırın ışığını yakmış, ineğin ağzına elini sokmuş, ağzının içinde bir şeyler arar gibiydi.

"Tut da" dedi, "yana çevirelum oni."

"Yana mi çevirelum?"

"Ne duruyisun, hayde tutsana!"

Nasıl tutacaktım, tutsam ne işe yarayacaktı, koca inek yerinden oynar mıydı? Sırf annemin gönlü olsun diye tuttum, bütün gücümle itmeye çalıştım, milim oynamadı yerinden.

"Doğri tutamayisun ki!"

"Eğrisi doğrisi yok ki ana, kocaman hayvan bu, neresinden tutayim, nasi çevirelum oni tersine?"

"Birak birak, kaybol haburdan!" dedi, "git Ayşen Teyze'yi çağır, çabuk!"

Gecenin bilmem kaçı, bir hışımla karıştım karanlığa, feneri yanıma almadan güya ilerleyecek, Ayşen Teyze'nin kapısını çalacaktım. Ne mümkün! Ahırın önünden ayrılıp elli metre kadar gittim gitmedim, ayağımın altından bir şeyler çekilir gibi oldu. Meğer yuvarlanmaya başladım. Paldır küldür gidiyor, karanlığı yarıyorum; başım dallara, ağaç gövdelerine çarpıyor, belki birazdan büyük bir boşluktan düşecek, belki de paramparça olacağım. Bildiğim diyarların yabancısı olup çıktım, eyvah eyvah!

"Anne yardım et, ne olur ışığa bürün ey karanlık, ne olur ey ay ışığı, göster yüzünü!"

Bu nasıl gecedir, oysa binlerce yıldızı olurdu göklerimin, şimdi hiçbirisi yok, nereye gittiler, hava kapalı diye mi, kara bulutların arkasına geçip saklandılar diye mi?

Biraz daha yuvarlandım, en yakınımda tutunacak dal budak, gövde arandım. Hızımın kesildiğini anladığım an kalın bir dala tutunduğumun farkına vardım. Büsbütün kilitlenerek, içimdeki tüm sesleri susturarak dakikalarca, gözlerim karanlığa alışır diyerek sabırla hazmettim geceyi. Ağır, hantal, yorgun bir zamanın zorlu çıkmazına sıkıştım. Bekledikçe grileşir gibi oldu hava, bastığım yer ve tutunduğum dalı görür gibi oldum. Hafif bir doğrulmayla ayağımı sağlama aldım; tutunduğum dalı, boşta kalan diğer elimle yokladım, sakat mıydı, neydi? Olur da kopar, elimde kalırsa kim bilir soluğu nerede alırım korkusuyla temkini elden bırakmamaya özen gösterdim. Azıcık daha doğrulup karanlığa alışan gözlerimle ayağa kalkmayı denedim. Santim santim diklenerek sanki eğimli araziye karşı koydum. Bir müddet daha öylece bekledim, ne zaman ki kendimi hazır hissettim, o zaman koyuldum yola.

Üstüm başım perişan, toz, toprak, çamur içinde yaklaştım ahırın kapısına, içeriden ağlama sesleri geliyordu. Figanlarla yüklü bir matem çığlığı kopuveriyordu sakin ağlama seslerinin arasından. Üç beş kişilik ağlıyordu annem. Alt tarafı inekti ölen, insan değildi ya, neden bu gözyaşları diyemedim. Usulca arkasından dolanıp ineğin başucunda bitiverdim. Duvara yaslanan küreği kavradığı gibi ayağa kalktı, korku dolu gözlerle ne yapmaya çalıştığını anlar anlamaz hızla kenara attım kendimi, inat ve sinirle kavradığı küreği havaya kaldırıp üzerime yürüyünce ha vurdu ha vuracak sandım.

"Yikil karşimdan, kaybol! Bir saat oldi, nerdesun! Gitmedun di mi Ayşen'lere?"

"Gidemedum ana, yuvarlandum, hâlumi görmeyi misun?"

"İyi fuşki yedun! Bari tut da çikaralum oni ahırdan!"

Nasıl çıkartırız onu ahırdan, kocaman inek, canlıyken yerinden oynamıyordu, şimdi tamamen leşe dönmüştür.

"Mümkünü yok, kalkmaz yerinden," dedim.

"Bir kere de bir şeyi dene, ondan sonra konuş," dedi.

Sanırım haklıydı annem, gözümü korkutmamalı, cesaretle eğilmeli, gücümü denemeliydim. Gerekirse tek başıma çıkarıp atmalıydım ineğin leşini ahırdan!

"Haydi bismillah," dedim, "Allah" dedim, "iman gücü," "Seyit Onbaşı," dedim, kâr etmedi. Manivela işlevi görür gayesiyle elime uzun bir tahta parçası aldım. Tahta parçasını işkembesinin yayılarak uzandığı toprak zeminin altından geçirip havaya doğru kaldırdım. Birkaç santim oynar gibi oldu, biraz daha zorlayıp yüklenince çat edip kırıldı tahta parçası.

Sinirlendi annem, "Senin yapacağın iş bu kadar olur, çekil bakayim ordan!"

Çekildim ordan!

Duvara dayalı duran tahtalara bakındı, en yakınındakini yokladı nasırlı elleriyle, "yok" dedi, "bu olmaz". Diğerlerine baktı, içlerinden birisini seçip "bu olur," dedi. Birkaç adım yana geldi, "Oradan değil, buradan hareket edeceğuz," deyip tahtayı ineğin ön ayaklarının altından geçirip aynı anda kuvvet uygulamamızı önerdi. Aynı anda yüklendik, yeterince sağlam olmayan tahta ansızın kırılınca ineğin üzerine düştük.

"Hay aksi! Bu, böyle olmayacak, en iyisi gidip yatalım. Yarın sabah komşulara haber eder, kaldırırız leşi burdan." dedim.

"Leş mi dedun sen?"

"Daha önce de dedum, leş dedum, ne oldi ki?"

"Günahtur oğlum, ineğe leş değilur mi?"

Bilemedim tabii, gecenin bir yarısı ölen ineğimize leş demenin günah olup olmadığını. Ne bileyim? Ne söylesem de devirdiğim çamları(!) ayağa kaldırsam?

"Öldü, rahmetli oldi, mekâni cennet olsun ana! Yarın komşularla kaldıruruz ölümüzün cansuz bedenini."

"Aferun! Hah şöyle, ağzuni hayra aç oğlum! Onca zaman hizmet etti bize, sütini verdi, yağuni, peynirini... Olmadı, ne yapalım, etini veremedi, öldü gitti hayvancağuz."

Işığı söndürüp çıkıverdik ahırdan. Arkamdan geliyordu annem. Temkinli yürüyor, adımlarımızın hızı ve mesafesini kontrol ediyordum. Bu sayede yavaş adımlarla ilerledikçe kontrolü ele aldığımın bilinci içindeydim. Bir daha düşmek, yuvarlanmak, karanlıkta bir yerlere toslamak istemiyordum.

Sabah oldu, gün doğdu, güneş tepelerin saçını ahenkle tarayarak çizgi çizgi düşüverdi dağların eteklerine. Geceden kalma sis örtüsü; otların üzerinde çiğdemli bir iksir bırakarak, nemin, çiyin, ılımlı ıslaklığın tadında, zarafetinde hissedilmesini sağladı. Dakikalardır armut ağacının gövdesine yansıyarak minik gölgeler oluşturan ışıkta dışarıya bakmanın huzurunu duyumsuyordum. Doğaya ve yeşile doymanın huzuruyla yerimden doğrulduğum gibi mutfağa yöneldim. Annem çayı pişirmiş, dış kapının eşiğinde çömelmiş, başını ellerinin arasına alıp kara kara düşünüyordu. Yaklaşıp elimi omzuna atacaktım ki kuru bir sesle:

"Birazdan komşilar gelecek, hızlıca yap kahvaltini."

"Gelsun ana, onlara da çay ikram ederuz. Olmaz mi?"

"Olur olmasina da herkesun işi güci var, belki çaya harcayacak zamanlari yoktur kimisinun?"

"Kimisinun falan diyorsun, kaç kişiye haber ettun?"

"Beş altı kişi çağurdum. Gördün dün gece, yerinden oynatamaduk leş yığınını."

Annem "leş" dedi, ha bir de leşin sonuna yığını ekledi. Demek ki birikti, birikince de yığın oldu. Hani günahtı, dedim kendi kendime. Bana gelince günah sana gelince sevap mı, ya da ne bileyim nötr bir şey mi bu? Anlamadım yani. Ne yapsam? Düşündüklerimi söylesem mi anneme? Yok yok, en iyisi leş üzerinden karşılık vereyim:

"Doğri deyisun ana. Kocaman bir leştir şimdi o. Oni dışarı atmak bir iki kişinun işi değildir."

Nedense takılmadı leşe, unuttu mu, ne? Günahı, sevabı mı karıştırdı? Hiçbir şey söylemeden oturduğu yerden kalkıp, "bana da bir çay doldursana uşuğum," dedi.

Çayını doldurup önüne sürdüm. Bir yudum almıştı ki patikadan yükselen ayak sesleri komşuların geldiğini haber ediyordu. Derken altı kişi geldi. Her biri kadın. Kimisinin elinde kalın ipler, kimisinin elinde palan, kütük parçası falan vardı. Kürek getiren bile vardı. Ne işe yarayacağını merak ettimse de soramadım.

"Çay doldurayım size," dedim.

"Yok yok canum, tarlada bi dünya işimuz var," dediler.

Annem doğru söylemişti. Kimisinin vakti dardır, çay içmeye yanaşmaz, işi başından aşkındır diye.

İşi başından aşkın kadınlarla ahıra inip bir an önce ölümüzü kaldırmak istedik. Annem önde, komşu kadınlar arkada, komşu kadınların yanında ben; hiç vakit kaybetmeden ilerleyip çember oluşturduk ineğin etrafında. Birisi dedi ki, kuyruğundan iki kişi çeksin, diğerleri kafası ve omuz kısmından iteklesin. Diğeri, "o öyle olmaz, koca inek kuyruğundan çekilur mi?" dedi. Bir diğeri, "en iyisi keselum oni, parçalayıp atalum köpeklere." İleriye atıldı annem, "Hayatta olmaz, kesmek mesmek yok, hem eti mundardır, köpeklere bile verilmez. Doğrisi ne biluyi misunuz? "Hep beraber aynı hizaya gelup takla attıracağuz ona."

Dün geceden beri taktı kafasına, takla attırmaktan kurtulamadı kadın. Acaba bir bildiği mi vardı, gerçekten takla attırırsak çıkarabilir miydik onu dışarı?

Yok olmaz, dediler. Ne taklası, takla attursan ne olacak, bir diğer tarafı üste gelmeyecek mi, değişen ne olacak?

"Bir karar verun," dedim. "Kesip biçecek, kuyruğundan çekecek, takla mı attıracağuz? Ne yapacağuz ne?"

Karar verdiler: "Herkesin fikri uygulamaya geçirilecek!"

Önce kuyruğundan çekmeye, sonra hizaya gelip takla attırmaya çalıştık, olmadı. Ne yaptıysak başaramadık.

"Koş" dedi annem, git biçağu getur."

Koştum, gidip bıçağı getirdim. Peki, kim kesecek hayvanı? Bilmem ki! Herkes birbirine baktı. Biri dedi, "kan tutar beni," diğeri "bıçağa karşı alerjim var," bir diğeri "neresinden keseceğiz?" dedi.

Bıçak yerde duruyordu, eğilir eğilmez bıçağı yerden alan annem, "ben keseceğim," dedi.

"Hani mundardı anne?" diyemedim.

Ağlaya ağlaya kesti ineğimizi annem, ölü ineğimizi, Jersey'imizi, Karadeniz'in en güzel gözlü ineğini. Sütü yağlı, bedeni zayıf, dik yamaçlara uygun yapısıyla âdeta bir keçi gibi vadilerden vadilere yürümesini, tepelere tırmanmasını bilen ineğimizi.

Komşular dört(4) yandan saldırdı, annem bir(1) yandan. Parça parça ettiler ineğimizi. Kan tutar beni, diyenler var gücüyle indirdi baltayı kemiklerin üzerine. İkiye böldüler, yetmedi dörde, bıçağa karşı alerjim var, diyenler annemle yarışır oldu deriyi parçalarken. Kafası bir yana düştü bacakları, omzu, kuyruğu bir yana; parça parça çıkardık ineğimizi ahırdan.

Herkes gitti, bir biz kaldık parçalanmış ineğimizin yanında. "Kaz" dedi annem, aldım elime çapayı, kazdım. Vurdum toprağın böğrüne soluk soluğa, çukurlar açtım. Gömdük ineğimizi parça parça. Gökyüzü şahit, şu karşıki dağlar, ovalara açılan doruklar, Maçka'nın engin düzlükleri şahit, gömdük ineğimizi, üstüne toprak serptik, toprağın üstüne de otlar, ölgün, buruk otlar...

Yeşillenir mi buraları, bu mezar bilemem, ama bilirim ki sulanır da yeşillenir gözleri annemin gökkubbenin mavisine karışırken. Bilirim ki bir daha ağlar annem, bir daha sulanır güncel hayalleri, hatıraları. Bugün de sulanır, yarın da... Ağlar annemin gözleri, Jersey sığırlarının gözlerine bakarken büyüyen inancının ihtirasıyla.

Maçka'da bir güzel ovaya adını koyarken uçsuzluk; türlü türlü çiçekler açarken bağlarda, ağlar annemin gözleri sonsuzluğa aşık aşkın gözleri gibi...

Yeşillenir mi buraları, bu mezar bilemem, ama bilirim ki sulanır da yeşillenir annemin gözleri, en yüce maviye karışan gökkubbe ve en saydam derinliğe kavuşan Maçka'nın mercanlaşan suları gibi.

Engin Yeşilyurt
17 Kasım 2021

Related Posts

Leave Comments