Hatta bazen şaklaban ve felaket tellalı muamelesi yaptığımız bile oluyordu konuşan uzmanlara. Öyle ya, bu şom ağızlı herifler, çayırı yarım metre kazıp üzerine süslü püslü binalar diken müteahhitlerden iyi mi bileceklerdi!
***
Ta ki, 1999 Marmara depreminde yediden yetmişe hepimiz çok acı şekilde öğreninceye kadar sürdü bu durum...
17 Ağustos gecesi saat üçte çivi gibi çakıldı beyinlerimize: Meğer ülkemiz aktif bir deprem kuşağındaymış…
Ve 12 Kasım 1999 tarihinde Düzce'de tekrar gördük; aslında öldüren deprem değil, mevzuata aykırı ve malzemeden çalarak yapılan binalarmış.
O günden bu güne Van başta olmak üzere ülkemizin çeşitli yerlerinde can ve mal kaybı yaşadığımız onlarca deprem yaşadık. Sel felaketleri ve durup dururken kendiliğinden çöken binaları saymıyorum.
Artık hepimiz biliyoruz; deprem geçmiş yıllarda nasıl gelmişse, şartları oluştuğunda yine gelecek ve doğasının gereğini yapacaktır.
Meşhur tabirle söylersek dünyanın fıtratında var ve depremle yaşamaya alışmalıyız…
***
Uzmanlar o gün bugündür, "Daha kötüsü, daha büyüğü gelecek" diye bas bas bağırıyor.
Aynı uzmanlar, "Bir dakika bile kaybetmeden hazırlık yapmalıyız, tedbir almalıyız" diye de bağırıyor.
Bu acı gerçeği halk olarak öğrendik fakat yönetici olanlarda aynı duyarlılığı görmekte zorlanıyoruz…
Çünkü dinlemiyorlar…
Dinleseler, yirmi yıl önce İstanbul'da "deprem toplanma alanı" olarak ayrılan yerleri imara açıp avm'ler, apartmanlar diktirmezlerdi.
Dinleseler, devrilmeye yüz tutmuş binalara sağlam raporu ve ruhsat vermezlerdi…
***
Korkarım ki, özellikle son altı aydır İstanbul başta olmak üzere Muğla, İzmir, Aydın'da yaşadığımız sarsıntılar ve en son canımızı yakan 24 Ocak 2020 Elazığ depremi, yaklaşan büyük felaketin ayak sesleridir…
Ve elbette en yetkilimizin tabiriyle biliyoruz ki, depremi durdurma şansımız yok. İstesek de istemesek de durduramayız…
***
Fakat istesek, müteahhitlere daha çok inşaat alanı açmak yerine, gelecek felaketin boyutlarını ve şimdiden alınması gereken tedbirleri anlatanlara kulaklarımızı ve imkânlarımızı açabiliriz. Çünkü deprem (ve elbette diğer doğa olayları) ile mücadele meydana gelmeden önce yapılır. Deprem olduktan sonra ancak "enkaz" kaldırırsınız. Atalarımız, "Olmuş ile ölmüşün çaresi yoktur" diye boşuna dememişler.
Yani istesek, enerjimizi ve paramızı gereksiz gösteriş ve rant amaçlı saçma sapan uçuk- kaçık projelere harcamak yerine, bütün riskli binaları yıkıp şehirlerimizi, geniş caddeleri, düzgün sokakları, sosyal tesisleri ve otoparklarıyla beraber daha güzel, daha sağlam, daha modern ve insanca yaşanabilir olarak inşa edebiliriz.
İstesek, iktidara geldiğimizden beri bilmem kaçıncı defa imar kanunu ve ilgili mevzuatları değiştirerek(bir elimizi hep cebinde tuttuğumuz müteahhide) rant çıkarma huyumuzdan vazgeçebiliriz.
İstesek, dereyi yatağından kaldırıp yerine mahalle kurma hastalığımıza gem vurabiliriz...
İstesek, seçimlerde daha çok oy toplamak uğruna, ayakta zor duran çürük binalarla imar barışı yaparak oyu sandığa, vatandaşı tabuta dizen uygulamalarımızdan vazgeçebiliriz.
İstesek, deprem mahallinde bile halkın algısını takip ederek sandığa nasıl yansıyacağını ölçme çiğliğinde bulunmayız.
İstesek, evi-ocağı dağılmış ve ne yapacağını bilmeden için için ağlayan depremzede kadıncağıza, iki battaniye ve bir tas çorba verdik diye malum medya ekranımızda, "mutlu" olduğunu söyletmeye çalışmayız.
İstesek, orada burada menfi propaganda yapan üç-beş densizin ve ateş olsa cürmü kadar yer yakamayacak sosyal medya dangalağının üzerinden milleti tehdit edip baskı altına almak yerine aslî işimize odaklanabiliriz.
İstesek, her konuda gerçekten düzgün, ahlaklı ve adaletli yöneticiler olabiliriz.
İstesek, tevekkül ve Hakk'a teslimiyet ile ahmaklığın ve beceriksizliğin arasındaki farkı da öğrenebiliriz..
İstesek, kader ile kaderciliği bir birine karıştırmamayı da öğrenebiliriz...
İstesek, yandaşlığı değil liyakati baş tacı edebiliriz…
İstesek ve samimi olarak denesek, bu ülkeyi ve bu milleti yani Türk'ü gerçekten sevebilir, refahı ve mutluluğu için çalışabiliriz…
Hadi "Türklük" meşrebimize uymadı, "Türk" adı, sirke içmiş gibi her daim yüzümüzü buruşturdu diyelim; bu saydıklarımı, "İslam'a en uygun yaşanan ülkeler" listesinin ilk kırk sırasında hiçbir Müslüman ülkenin olmayışından utanıp, "ümmeti" listenin ilk sırasına çıkarmak ve dünyaca kıskanılmak aşkıyla yapabiliriz…
***
Daha başka bir mahlûk hatta ot olarak yaratılabilirdik fakat Tanrı bize fırsat verip, "insan" olarak yaratmış ve aslında hiç zor değil; insanlığın hamurunun yoğrulduğu bu coğrafyada istesek, "adam" bile olabiliriz…
İstesek…
26.01.2020