Aslında olay çok basit;
Millet olmasını bilmeyenler, milliyetçi olamaz!
İtiraf edeyim, kendini orta sağ veya muhafazakar olarak ifade edenlerin yüzde 60'ı aşan bir kesim oluşturduğu bir toplumun millet olmayı bilmediğini söylemek, ilk bakışta çok çok tahrik edici bir ifade ama yine de iddialıyım.
Aslına bakarsanız bu sadece muhafazakar ve orta sağa mahsus bir durum değil. Kendini milli sol veya ulusalcı olarak ifade eden kesim için de geçerli bir durum.
Bu düşüncemi izah etmek için evvela 'milliyetçi' kavramına yüklediğim anlamı izah edeyim.
Milliyetçilik kavramı bir çok defa akademik araştırmalar doğrultusunda ele alınmış, araştırılmış ve tanımlanmış bir kavramdır. Oysa ben çok genel bir tanımlamayla, 'milliyetçi' olarak millet kavramını benimseyen, kendi milletini seven, kendi milletinin manevi ve maddi refahının artmasını hedefleyen bir anlayıştan bahsediyorum.
Kelimenin kendi tabiatından belli olduğu gibi, milliyetçiliğin özünü 'millet' kavramı oluşturmakta.
'Millet' kavramı da yine bir çok akademik araştırmanın konusu olmuştur.
Birbirine bütünüyle veya kısmen zıt olan bu araştırmaların ortak noktası ise, 'millet'in asla bir bireyden oluşamayacağını, ancak bir çok ferd veya bireyin ortak tanımladıkları değerler etrafında oluşturabileceğini söyler.
İşte zurnanın zırt dediği nokta ise bu değerler kavramının tanımlanmasındadır.
Maalesef Türkiye'de daha doğrusu Türk toplumunda, ortak müşterek değerlerde buluşmaktansa, şahsi değer yargıları üzerinden yapılan bir millet tanımlaması hakim. Ülkemizin içinde bulunduğu durumun ilk sebeplerinden birisi ve belki de en başta geleni ise, artık bu anlayışın açık ve pervazsızca devletin kilit noktalarına hakim olmasıdır.
Yani başkalarının 'vatan' ve 'bayrak' gibi ortak değerleri sevmesi, savunması, onları kendimizle aynı milletin mensupları olarak görmemize ve saymamıza, dolaysıyla onlara da kendimizin sahip olduğu veya olmak istediğimiz hakları tanımamıza kafi değil. Bireyler arasında farklı olanlara ve düşünenlere karşı korkunç bir tahammülsüzlük söz konusu.
Örnek olarak, yüzde 98,6'sının Müslüman olduğu bir toplumda, aynı dinin mensubu olmanın yeterli sayılmadığını görebiliriz. Aynı mezhepten olmayanlara karşı, aynı mezhepten olsa bile dini vecibelerini aynı şekilde yerine getirmeyenlere karşı müthiş bir hoşgörüsüzlük mevcut. Diğer yandan dini değerlere önem vermeyenler tarafından da diğer insanların dindarlığına karşı aynı hoşgörüsüzlüğü görmek mümkün. Hatta bu tutum bence dindar gibi görünüp dini siyasete alet edenlerin başarısının temel sebeplerinin birisidir.
Elbette ki, her insanın hayatını kendi değer yargıları doğrultusunda yaşama hakkı vardır ve olmalıdır. Örneğin kendinize arkadaş ve hatta eş seçerken bu doğrultuda seçersiniz. Kendisi çok dindar olan bir insanın ateist bir eşle veya ateist arkadaşlarla paylaşabileceği, beraber gülüp beraber üzülebileceği bir çok ortak nokta olsa bile, hayatında bu kadar önem kapsayan bir değer yargısını paylaşamaması, yalnızlığa ve mutsuzluğa yol açar.
Bir başka örnek olarak, çalışacağınız iş alanını, yine şahsi değer yargıları doğrultusunda şekillendirirsiniz. Serbest piyasanın toplumları sömüren bir düzen olduğuna inanan bir insan, düşüncesinde samimiyse, büyük bir holdingin yönetim kurulunda veya bir bankanın sermaye piyasaları bölümünde çalışamaz.
Ama asıl sıkıntı, bireysel hayat alanınıza verdiğiniz şekli, toplumsal alanda herkese dayatmak istediğinizde başlar. Yani bence kendi gibi düşünmeyen, kendisi gibi aynı müziği dinlemeyen, aynı şekil giyinmeyen, kısacası aynı hayatı yaşamayanları dışlayan bir anlayış, asla milliyetçi olamaz. Böyle bir anlayış ancak tek tip toplum arzulayan faşist bir zihniyettir.
Bu zihniyetin hakim olduğu devletlerin toplumları nasıl bir felakete sürükleyebileceği tarihte bir çok zaman görülmüştür. Örnek olarak Nazi Almanya'sında bir çok Alman sadece güce hakim zihniyetten farklı düşündükleri için, hiç bir resmi yetkisi ve meşruiyeti olamamasına rağmen sadece üye olduğu siyasi partiden aldığı güçle kendine kahverengi üniforma diktirip, kolunda bir kolluk takanların işkencelerine maaruz kalmış ve hatta katledilmişlerdir.
Toplum ve kültüre göre uniformaların rengi değişebilir.
Bazen kahverengi olur, bazen kızıl, bazen kara veya yeşil.
Lakin zihniyet ve tahammülsüzlük her zaman aynıdır.
İşte onun içindir ki Gezi Olaylarında polisle beraber elinde sopayla vatandaşları dövebilen partilinin görüntüsü her samimi milliyetçi için bir alarm sinyali olmalıydı. Dayak yiyenler ister solcu olsun, ister sağcı,...
Gösterdiği tepki ve müdehaleye yetkisini devlet gücü olmaktan alan polis bu yetkiye sahip olmayan bir tarafın müdehalesini engellemekle mükellef olmalıdır.
En azından hukuk devletlerinde bu böyledir.
Toplumun ferdinin bireysel haklara sahip olması ve diğer ferdlerin bu haklara saygı gösterme mecburiyetleri devletin kendi varlığını, milletini ve egemenliğini koruma hakkı olmadığı manasına tabii ki gelmez!
Bugün her fırsatta eleştirilen Mustafa Kemal Atatürk'ün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temelini atarken, başvurduğu uygulamalar da bireylerin şahsi hayat alanlarında yaşayabildikleri kadar hür yaşayabilmelerini sağlayan ama aynı zamanda millet ve devletin bekasına tehlike oluşmasını engelleyen uygulamalardır.
İşte bundan dolayı başkalarından fazlası ve eksiği ile kendi ahlak ve din anlayışını topluma tek geçerli değer gibi dayatmaya çalışmanın ne milliyetçilikle, ne ulusalcılıkla alakası olabilir.
Bu zihniyetin ismi hangi aşırı uca kaçıyorsa; ya hedonizm ve anarşi ya da faşizmdir.
Gerçi hedonizm tek bir siyasi yöne maledilemeyecek toplumsal çökümü tarif eden bir durumdur aslında. Hatta bir çok zaman faşist yönetim amaçlarına karşı gelmediği sürece her türlü sapıklığa ve hedonizme göz yumar.
Son yıllarda ülkede yaşananlara ve ülkenin geldiği hale inceleyici bir gözle baktığınızda ne demek istediğimi daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum.