ÖZLEM (KARA NİNEME)
Babaannemin mavi kanepenin üzerindeki iki büklüm titreyişi, sararan yüzü, moraran dudakları gözümün önüne geldikçe her şeyden önce yaşamsal ağırlığını tartmayı denerdim dünyanın. Belirtilerin tamamı ninemin yüzünde ciddileşirken ister istemez kaygıya kapılır, etkilenirdim ve o gün, o son gün, tüm dirayetinin eğilip büküldüğü anda anlardım gidecek, bir daha geri gelmeyecek. "Ölüm bir yok oluş değildir," diyenlere inatla ve muhtemelen mutlak bir yok oluşa içerlerdim. Sadece orada gördüklerim ölümün bir canlıyı alıp götürdüğü gerçeğini gösterirdi. Zamanla, aylar ve hatta yıllar sonra "Nasıl hissediyorsun kendini?" diye sorduklarında elimle kalbimi işaret edip hazin bir yüzün çizgileri altına girdiğimin farkına varırdım.
"Acayip buruk, hem de ne buruk!" derdim. Yani pek yanık, pek acıklı ve çok çok mahzun... Tamamen böyle! Abartılmamış, kandırılmamış tümcelerle ilerleyerek dilimin iklimini yansıtırdım. O anlarda yoğun kedere, acıya bürünsem de her birinden olanca hızımla beslendiğim de olurdu. Kim ne derse desin, zaman zaman aldırmadığım da olurdu, hissettiğim acıyı sonuna değin parçalara ayırmadan, taksitlendirmeden yaşadığım da olurdu. Zamanı doğru yerinde, ilham yaratacak düzlemde ve düzeyde kullanırdım. Doğayla baş başa bırakılan çevresel duygularımın nabzını tutarak irtifa kazanırdım. Bilirdim ki sözcüklerin tüm şişkinliğine rağmen anlatıp hazmedebileceğim bir lisan vardı karşımda: doğanın lisanı. İnsanın bu lisana nüfuz etmesiyle duyargalarında biçimlenen insani, vicdani bir boyut nüksettiğini anlardım.
" Bu dağ başlarında daha özgürdür insan. Buralarda Allah'a daha yakın hissedersin kendini," derdi ninem, mora nenem, kara nenem.
Milli bir istekle coşardı dili. Türklük ve dağ örüntüsü yıllar boyunca salt böyle büyürdü gözlerinde. İnancının özenle korunmuş inceliği de yansırdı diline. Gözlerine, diline yansıyanlarla Tanrı bir yerlerden baş verecek, dağların arkasından gedikler açarak gelecek; şırıl şırıl, gürül gürül akacak gibi bir his uyandırırdı. Orada öyküleşirdi suretler, yansımalar; içeriği bir bütün hâlinde dağın doruklarından eteklerine değin kodlardı, işin içine girdikçe, o büyüleyici yaşamı duydukça, beş duyu organıyla orada var oldukça serpilirdi milli hissiyat. Türklüğün tarihi izleri asırları delip geçen mızraklar ve süngülerle kendini kanıtlayıp türlü zorluğa rağmen satır satır yazıldıkça doğruya daha salim ulaşmak mümkün olurdu.
Ninem şivesi ve sade Türkçesiyle anlattıkça ben daha çok güçlü cümlelerle beynimde şekillendirirdim duyduklarımı. Tanımını ulu çınarlardan alan kaynak, insanın öz tarihini ıskalamadan ilerlemesinin önünü açıverirdi. Bu noktada beyin ve ruh; hedefe yönelen hareketiyle kim ve ne olduğunun bilincini büyük bir ihtimamla yaşar ve yaşatırdı.
Ninem, mora nenem, fus kokori(böğürtlen) zorlu şivesi, acıyı bölümlendiren alnı, yüreği ve diliyle anlattıkça ben daha büzgüsüz, kurallı cümleler eşliğinde dökerdim iç sesimin sayfalarına kulağıma gelenleri. Bazı zamanlar Pontus Rum'u anlatırdı, Pontus Rum'a karşı Fatih Sultan Mehmet'in, Yuvuz Sultan Selim'in Karadeniz'i Türkleştirme hareketini. "İşte, biz o Türkleriz, buralara getirilen, buraları mesken tutan Türkler," derdi. Annem de ninemden öğrenip anlatırdı bazen. Yetinmezdim asla! Başkalarına danışır, kitaplardan okur, tekrar başa sarardım filmi, babaanneme dönerdim. O anlatır, ben kayda alırdım. O anlattıkça sanki tepelerin arkasından, kayalıklarda izleri bulunan kültürün diplerinden bir tarih profesörü yükselirdi. Aslında bazen profesörler de kaynağa ulaşırken onlardan yararlanırdı, çünkü onlar kendi başlarına en az 150 yıllık bir tarihi izah ederlerdi. Bugünlerde bir insanın 90 yıl, kendi annesi, babasının da 60 yıl yaşadığını düşündüğümüzde iki ya da üç nesil evvelinden gelebilecek bilginin canlı tanığı olmak gibi. Mevcut deliller ki tarihin bir yerden sonra gördüklerin, şahit oldukların kadar duyduklarından da beslendiğini ortaya koyardı. İzler, somutlaşan gerçekler gibi tevil getirilen durumlar da tarihin paralelinde seyredebilen gerçekler olarak kalırdı. Ninem -kara nenem- de şahit olduklarım kadar yorumlayabildiğim soyut tarihi bir değerdi. Doğu Karadeniz'e sinen Türklüğün kadim kokusuna benzerdi. Bu kokuyu duyar, özümser, tanımlar ve çok severdim. "İnsan kendi kokusunu duymalı, tanımalı, kim olduğunun, nereden geldiğinin farkındalığı ile mayalanmalı, yoksa neye yarar kimliğin, boş bir levhadan öteye nasıl geçer?" minvalinde söze yer veren birçok eser gibi konuşurdu ninem. Ben ki bedenimi, canımı, kanımı, ruhumu, kimliğimi tanıdıkça daha hür yaşardım kendimi, daha büyüleyici bulurdum beni ve böylece yıllar yılı en masif boşluğumu bilgimle doldurur, ılgıt ılgıt çıkarırdım her birini heybemden, birer birer dağıtırdım yurdumun tohum ekilmeye hazır arazilerine. Nitekim ninemden aldıklarım, gıdası müthiş kaynaktan edindiğim gerçeklerle barışık bir dünya kurardım kendime lâkin yine de bir boşluğum olurdu hasretle çevrili. Ne zaman o boşluğa dönsem yüzümü ciğerim yanardı. O boşluk ki göçen bir çınarın, yani ninemin boşluğuydu. Derin mi derin, dipsiz mi dipsiz bir boşluk. Giden gözleri, solan çehresi, ölen bedeni gelirdi aklıma, damla damla düşerek geçerdi gözlerimin önünden. "Gelir mi bir daha?" diyerek kapının aralığından bakar, balkona çıkar, bahçeye yönelirdim. Yemyeşil çay bahçelerinin arasında bir mezar belirirdi, orada boylu boyunca yatan, sonsuza değin sessizleşen bir mezar. Özlerdim boşluğuma dokunan ellerimle onu, büyürdü özlemim geceleri, uykularımın arasından çıkagelirdi hayali, omzuma konan bir kuş kanadı gibi, maviden hatıra şeffaf bir gökyüzü gibi. Duyardım onu, böğürtlen kokusuna karışmış bir bahar esintisi gibi, nazlı nazlı, nazende, sempatik, sıcacık gülümsemesiyle saçımı okşar, evladım diyerek bağrına basardı. Özlerdim onu hüngür hüngür ağlarken odamdaki yalnızlığa emanet bedenimle. Çevredekilerden, komşulardan sakınarak, sarkarak geçerdim gecenin içinden, ikisi, üçü, sabahın beşinden. Bilmezdi kimseler, duymazdı kimseler. İçimin yorgun, buruk, hüzünlü gözleriyle ağlardım ben ona, özlerdim ben onu...
1461 yılına değin Selçuklu'nun dahi giremediği, sahipsiz bırakılan, yalçın, eğilimli arazi yapısıyla o esrik dağ başlarında resmederdim heybetli gövdesini. Roma İmparatorluğu'nun ardılı Pontus Rum'u Karadeniz'den süren Fatih Sultan Mehmet'in Türkleştirme hareketinde görürdüm gövdesini, hücrelerime değin işleyen bir hasretle anardım adını. Duymazdı kimseler, hiçbir şey. Ne yıldızlar duyar ne gök, ne yer. Sadece o ve ben duyardık, bir de ilahi kudret...
Gecenin çürüyen demli yalnızlığı içinden mezarına bakmaya çalışırdım, bir ışık çıkacak mezarından, çıkıp göğsümün üzerine oturacak; bilgisi, bilge gözleriyle aydınlatacak beni diye beklerdim. Bir Türk'ün, Türkmen'in, Oğuz boylarından hasıl bir Çepni'nin, Irak diyarından gelen bir Türkmen'in saydam nefesini duyardım. Kumral tenini iyice esmerleştiren eğimli toprağın böğürtlen dokusuna eşdeğer inceliğini, yamaç yamaç çoğalan dikenli tellerini bile özlerdim. Köhne bir kapının eşiğini yoklayan nemli gözlerimle, bir gün gelecek, başımı okşayıp yeniden sevecek, yine yükseklere, dağların zirvelerine çıkaracak beni, Allah'a daha yakın olacağız umuduyla beklerdim onu, beklediğim gibi de özlerdim. Özlemimle uykuya dalar, uyanır, sırtımı yeni bir güne dayar, güneşin şeffaf yüzüne bakardım. Güneşin doğumunda, bağda, bahçede, ovalarda, bayırlar, çayırlarda, parıldayan sarı çiçeklerde, altınımsı hüzmelerinde yerkürenin ve göklerin gönül yurdunda, eşsiz mavisinde o vardı. Gördüklerim, duyduklarımda soylu bir tarih gibi onun adı kazınırdı.
Özlemimle çıkardım dağlara, dağların doruklarında elvan renkler içinde hep onu yâd ederdim. Çalıların arasında bir kırpırtı duyardım; açılırdı dallar, yapraklar genişler, sessizliğin ortasından bir kuş yükselirdi, arkasından bakardım, gülümseyen kanat çırpışlarıyla bir özgürlük misali üstüme gelirdi, özgürlükle konuşurdum. Tanrı'nın kulağına hayatın sırrını fısıldar gibi bir hisse kapılırdım.
Şimdi bile hep seni duyuyorum özledikçe, hep sana sesleniyorum adını işittikçe. Pare pare yükseliyorum karanlığın deminden; burularak kalbim, kaynayarak tütsüleniyorum yokluğunun acısıyla. Yer yer kimsesiz tepelerde kargışlanıyor acım, yer yer de kucaklanıyor yürek dolusu vuslat ile. Uzanıyorum boşluğa ihtiyatla, kavlanan ayrılığın derisi iyileşiyor. Uzağa bakıyor, uzağı en yakınımda görüyorum. Zira mesafelerin odağında sen varsın...
Artık eskisinden daha berrak ve netsin nine. Biliyorum ki özlediğim kadar yakınsın bana.
Engin Yeşilyurt
10 Nisan 2022