Uzun uzun yıllar..
Nasıl sürüklendi..?
Nasıl geçip gitti?
..Anlayamadık.
İnsan bir film gibi kayıverdi sona doğru. Dağda kardelenler baş verdi, miadını doldurdu. Karadeniz'de, Akdeniz'de tam kıyıdan başlayan mevsimsel şerit ki yüce tepelerin ucuna taşındı; orman gülleri yeşerdi, soldu. Ama bir şey vardı onursal düzeyiyle kimliğe, sınırsız hürriyete dokunan, çıktığı eşsiz minvalde soyut duruşuyla inancıyla ve itibarıyla solmayan, tükenmeyen bir şey.. Ucuz değildi, kırılgan değildi; yaşamsaldı, ebediydi tıpkı bir ruh gibi. Dağlara intikal edişi, ulu farklılıkta kokusu, hatırası, iklim iklim sevgisini yenileyen sadakat; onu bitirmeye, onu akıllardan kazımaya imkansız bir raddede tanımlıyordu. Fiziksel mahiyetiyle tükenmeyi kodlasa da belleklere bir beden veya madde; kalbin merkezine şimşek şimşek çakıyordu manevi ilmi, intibasıyla..
Ey Türk çocukları;
Bu hayattan neler geldi, geçti!! Kimileri buz misali eridi, bilinmez mekânların özünde yok olmanın mahkümu oldular. Fakat kimileri gittiyse de hikayeleri, duyguları, keskinliği, alnının açıklığı, dupduru yüreği ve cesaretiyle geride, avuçlarda, simalarda, gönüllerin tahtında esamisi şereften ödün vermeyen nitelikler bıraktılar..
Ey Türk çocukları;
Kalitenin bedava yaşantılarda, sorumsuz, korkak, riyakâr suratlarda, bünyelerde barınma ihtimali dahi mevcut değildir. Dün bugün, birkaç günden beri bunu gördük ve takip ettik. Türk medyasını insancıl bakışlar önünde; vefa, dürüstlük platformuna adım atmış insanlar karşısında rezil kepaze eden, mevcut güç şarlatanlığı yapanlar bir yana, sözümona muhalif çeperi koruyanlar da bir değerin ardından bırakın fatiha okumayı, birilerinin çanlarını çalmaya yeltendiler gene. Türk dediğinde burun sümküren, Türk dediğinde kabız olmuşçasına ıkınan, çehreleri kızaran, Türk'ten utananlar seksen iki milyonun önünde karınlarındaki ağrıyı, millet olmanın farkına karşı geliştirdikleri kronik ülseri, gastriti, genlerindeki virüslü devinimi meydana koymaktan gurur duydular..
Bu kısır döngü sürüsünün yayılmacıları; bir ölünün arkasından, bir kıymetin, bu milletin aşığı bir şairin, ozanın arkasından konuşacak kadar cüretkarlık ve atılganlık gösterebilmişlerdir...
Kimdir, kısır döngüsüyle Türk milletini tongaya düşüren bu sahte savaşçılar?
Türk demekten nefret ettiği gibi biz dediğimizde de her nedense bize ırkçı, faşist diyen; daimi sinsi duruşlarıyla memleket düşmanlığını dostluk diye süsleyen, yutturan, asırlık hasımların her yıl tazeledikleri katliam nöbetine yatıp hasımlarımızı masumlaştırma gayretini üstlenenler, 1915 olayları medyaya düşünce de birkaç ısmarlama cümleden başka, bomboş lanetten gayri söz edemeyenlerdir bunlar. İşte, bu menfaat dalkavuğu tayfalar; Ozan Arif Şirin'in ölümü sonrası gazetelerinden yaptıkları melun, intikam dolu tümceleriyle yine ağızlarından dışkılamışlardır..
Ey Türk çocukları;
Oturup kalktığın toprakta evine, kapına, sana, vatan aşkına düşman mı arıyorsun? Hiiiççç uzaklara gitme!! Bak şöyle çevrene, bak şu eline mikrofon alıp da Türk-Türkmen türküsü söyleyip kendini ve davasını aldatanlara; saraylara, villalara kölelik vasfıyla tayin edilenlere, onların zincirli haline? Kölelere konuşma hakkını kendi çizgisinden taşmayacak ölçüyle veren, her fiilde duyguları, insanlığına gem vurulmuş şu insafsız takımlara bak..
İnanmayın Türk çocukları!! Başka güçlerin, mafyavari sloganik çürümüşlüğün gölgesinde Vatan-Sakarya palavrası atanlara inanmayın..!
Kâh tarihin dibinde bekleyen kan emicilere laf edemeyip Türk sevdalılarına saldıranlar kâh da senden olduğuna seni inandırmaya çalışıp varlığına bedevi hayranlığını karıştırıp Tanrı Dağı ağıdı yakan maskelilere bak! Sakın ıraklarda bulurum diye düşmanlarını aramaya çıkma! Tam kapının önünde, yüzüne bakması mümkün olmayan, arkanı döndüğünde enseni hançerleyen acıya iyi bak. Bak göreceksin, seni senelerdir kimler sömürmüş, kimler sen öldüğünde sevinmiş. Kimler, sırtını döndüğünde sırtında kurşunuyla bitmiş, gövde gövde belirmiş gör artık, görmene engel yok artık..
Her mermi milletleri öldürür; ama hiçbir mermi dost görünümlü düşmanın mermisi kadar acı çektiremez.
....
Bir gün Nasrettin Hoca kürsüde konuşma yaparken erkek adamın verdiği söz, ettiği lafın büyüklüğünden, içtenliğinden bahsederken ahaliden birisi nasıl bir bağlantı kurmuşsa "Hocam, yaşınız kaç?" diye sormuş. Nasrettin Hoca soruyu soran halkın içindeki adama; soruya verilecek cevabın akabinde yeni bir sorunun konuyla ilgili olduğunu düşünerek "40 yaşındayım" demiş. Ve soruyu soran adam, sadece başıyla onaylayıp oturmuş...
Takvimler değişmiş, mevsimler, yıllar savrulup gitmiş..
Gel zaman git zaman derken aradan 10 yıl geçmiş. Bu defa Nasrettin Hoca, başka bir bölgede yine erkek adamın verdiği söz üzerine konuşma yaparken aynı şekilde halkın içinden bir adam ayağa kalkıp " Hocam yaşınız kaç?" demiş..
Nasrettin Hoca, soruyu soran adama gene aynı cevabı verip "40" demiş..
Tesadüf mü yoksa Nasrettin Hocanın telkinlerini takip etme midir, nedir bilinmez; ama 10 yıl evvel Nasrettin Hocaya "Hocam yaşınız kaç" diye soran adam, 10 yıl sonraki kalabalığın içinde de bulunur. Hocanın yaşım 40 diye verdiği yanıt üzerine ayağa kalkar ve hocaya sorar:" Hocam, bundan 10 yıl evveldi. Bendim, kalkıp size yaşınızı sormuştum ve siz de bana 40 demiştiniz. Bugün de soranlara 40 demişsiniz. Bu nasıl oluyor?"
Nasrettin Hoca çehresinde hafif bir tebessümü yuvarlayıp "Erkek adam sözünde durduğu zaman oluyor" demiş..
Bugün Ülkücü hareketin mayasını bozan, Ülkücülüğü Sarayın kapılarında kukla haline getirenler, daha üç beş yıl evvel hükümetin başlarına alçak ve şerefsizsin diyenler; Bozkurt'un bağımsızlık, sevda yeminini ayaklar altına alıp 50 yıllık Ülkücünün davasını yerlere sermiş; değil yıllık söz, aylık hesabına çalışabilen bir sözü bile tutmamışlardır. Evvellerini hareket, doktrin tutkusuyla anıp erkek sözüyle kürsüleri titrettiğini sanan bugünün merkezindekiler; ne Nasrettin Hoca'nın erkeklik sözünü anlayabilir ne de Ozan Arif'in ömrü sitemlerle geçmiş, Ülkücülük davasına hıyanet edenlere olan sitemini..
Bugün itibari ile Ozan Arif; Tanrı'nın semalarına "Ozan'ım" diyenlerin taşıdığı tabutla kavuşmuş, Türklüğün kıyassız aşkıyla ilahi boşluğun sırrına ayak basmışken siz hala "Ozan Arif Öldü" diyecek kadar subliminal mesaj vermeyi deniyorsunuz. Siz Ozan Arif'i tanımadınız ki, siz davanızı sahiplenmediniz ki; kiminle ne ile savaşacağınızı öğrenesiniz. Erkek adamın sözünü tutması bu yüzden değerlidir. Siz sözünüzü tutmadınız ki Ozan Arif ile cenk edecek kuvvete erişesiniz..
Bence siz hiç kimseye yaşını sormayın, hatta MHP'nin yaşından da hiç bahsetmeyin. Çünkü Ozan Arif size Nasrettin Hoca'nın söylediğini 97'den beri söylemişti..
Bu sebeple sevildi.
Halk; Ozan Arif'i sözünü tutan, davasını satmayan adam olduğu için omuzlarda taşıdı. On binlerin gözyaşı döktüğü yolculuklara, astral bedenlerin hüküm sürdüğü devranlara gönderildi bugün..
Ve şarkılar ve şiirler ölümsüzlüğe dikilmiş birer gönderdir, bayraktırlar. Kaldı ki ozanlık; doğruluğun kilidine uzatılmış, emekle sunulmuş anahtardır. Yarası olanın, çareyi arayanın feryadına omuz vermiş omuzdaşlığın hem felsefesi hem de sosyolojisidir. Felsefesinin derinliği, destanlarının Aslı'yı çağırdığı güçle Keremleşen hissiyatı, yudum yudum içtiği aşkın vatanlaştırdığı kalburüstü toprakla gitti bugün. Ozan Arif; sevenlerine sımsıkı sarıldığı, kürsülerden okuduğu yüzlerce şiirin her kıtasındaki ince şeffaflıklarla gitti. Yalnızca bedeniyle gitti; duruşu, saydamlığının faziletli haysiyetini tüm Türkiye'ye emanet ederek, portre portre bırakarak gitti ve sözüne ihanet etmedi. Kim sorduysa şahsına yaşını, o hep aynı cevabı verdi. Söz dedi ve sözünü tuttu..
Birilerinin sabahı akşamına uymazken Ozan Arif; 70 yıllık sözünü tutarak gitti..
Kutlu tinin şad, mekânın uçmağ olsun büyük TÜRK.
ENGİN YEŞİLYURT