Belediyesi çalıyor, bürokratı yutuyor, ekonomisti yalan söylüyor; yazarı çizeri kurnaz cümlelerin varsıl büyüsüyle milleti avlıyor. Her şeyin güllük gülistanlık oluşunu arz eden kötürüm kuvvetler, memleketin kaymağını başka nasıl yiyecekler ki? Medyanın sınırsız kudretini, oluşturulan kamuoyunun ve lobilerin avantajını elinde tutanlara göre topraklarımızın hiçbir sorunu ve sorunlu vatandaşı yok! Sen de birçokları gibi, bu sözleri yemeye kalkar, yersen peşin söyleyeyim: bal gibi gelir sana!!
Umutsuzluğa gömülen, önünü göremeyen, işsizlikle kırılan, maaşı artmayıp haksız vergilere bağlanan, her gün zam belasıyla mücadele etmeye yeltenen Yüce Türk halkının acısını ne bilsinler!? Seçim meydanlarında, şaha kalkmış kürsülerin önünde bağırıp duran kemirgen kravatlıların nazarında halkın ölüp gitmesi, mezarının dahi olmamasının bir önemi var mı ki?
"Birileri doğar birileri ölür" gerçeğine yaslanan, yasaların tanrısı, kanunun babası, yurdun sözde güçlü savunucu takımının huzurunda boyun eğecek kitlelerin sayısı, her doğanın ölenden daha çok olmasıyla da açıklanabilir. Şimdi beşer, onar yıllık arayla Türk nüfusunun dağılımına kalem tutup vermek istediğimiz mesajı verelim:
Cumhuriyetin kuruluş yıllarından günümüze uzanan Türkiye'nin küsuratsız nüfus miktarları:
1) 1927: 13 Milyon
2) 1935: 16 Milyon
3) 1940 : 17 Milyon
4) 1950 : 20 Milyon
5) 1960 : 27 Milyon
6) 1970 : 34 Milyon
7) 1980 : 44 Milyon
8) 1990 : 55 Milyon
9) 2000 : 66 Milyon
10) 2010 : 72 Milyon
11) 31 Aralık 2018: 82 Milyon
Sıralamada görüldüğü gibi Türkiye'nin nüfusu bir evvelki döneme göre milyonluk artışlarla seyretmiştir. Her ne kadar savaşın göbeğinde binlerce şehit versek de depremlerde binlerce insanımızı yitirsek de Türk nüfusu geri kalmış ülkelerin nüfusuna benzer biçimde katlanarak artmıştır. Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde artan nüfusun cehaleti, mutsuzluğu ve yoksulluğunu kullanmak, zaafları fırsata çevirmekte mahir, sahtekâr siyasetçilerin, hırsız politikacıların işine yaramıştır. Hükümetlerin iktidarı elinde bulundurup zamanla devletleştiği, yani devletin tanımı ve kimliğini üstlendiği yapıyla hareket etmesinin faturası, ne var ki gelecek kaygısı olan vatandaşların ağzına bir parça bal çalmakla kesilmiştir. Öyle ki Türk halkı; Siyasal İslamcıların, İslamcı yazarların oyunları: kader, kısmet, tevekkül, şükür.. dörtlüsü, beşlisi, altılısıyla aldatılmış, senelerce soyulup soğana çevrilmiştir. Suç işlemeye meyilli hâle getirilenlere katil diyen, dedirten, bile bile açlığa, pahalılığa mahkum edilenlere prangayı, zinciri vuran da hükümetlerin kendisi değil mi? Ve sonra bu insanları Siyasal İslam'ın, Arapçılığın, kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'in, Allah'ımızın sözleriyle teslimiyete sevk eden, alın yazısıyla susturan, mahvolmaya sürükleyenler siyasiler değil midir?
Eli uzun birçok patronun, birçok müteahhidin işçinin hakkını çaldığı gibi binadan, yapılardan çalmasının bir sonucu olan ölümler, kimsesizlerin gözünün yaşına bakmıyor. Yurdumuzun deprem tarihi ve kaybedilen on binlerce insanımız, sakat kalanlar ortadayken bu ülkede doğru işleyen, halkı düşünen, menfaatine çalışmayan tek bir gücün olmadığına inanmaya başlıyor insan! "Özal" yönetimiyle etkin bir başlangıca kapı aralayan liberalizmin şirket ve holdinglerin başlarını, daha doğrusu zengin bireyleri daha da zenginleştirmesi, halka bir avuç kömür dağıtıp halkın oyunu alması, üstelik halkın düşük eğitim düzeyini kullanması, liberal sistemin Siyasal İslamcı boyutu, Ak Parti hükümetiyle tavan yapmadı mı? Dinin siyasi arenada kötüye kullanılması, millete "şuna oy verirseniz cennete giriş kartı alabileceksiniz" gibi palavralarla yaklaşan, yer yer milletten onay alan bu yaklaşım aynı zamanda çimentodan, demirden, betondan, binadan çaldı, binaları halkın kafasına yıktı, sağ kalanlara "kader" demeyi öğretip ölenleri Tanrı'ya emanet etmeyi salık verdi. Türkiye senelerdir soyuluyor, aptallaştırılıp öldürülüyor! Halkımız ölüyor, YÜCE ATAM'ın devrimleri okul kitaplarından çıkartılıyor, ordu siyasete karıştırılıyor; din, siyasetin gözbebeği konumuna getiriliyor. Açlığa, zulme maruz bırakılıp şükürle avutuluyor, sitem etmemeye, donuk kalıpların içine sıkıştırılmaya reva görülüyor insanımız. Birilerinin ceplerini doldurduğu, paraya para demediği düzende yaşanan depremlerde binlerce nefes sonlanıyor, nicesi perişan durumda, engelli hâliyle hayata tutunmaya çalışıyor.. Depreme karşı önlemlerin eksikliği, bazen hiç alınmadığı, kamu spotlarının uygulanmadığı mevcutken açık alanların bırakılmadığı, fay hatlarının yoğun geçtiği bilhassa mega kentimiz İstanbul'da dün yaşanan 5.8'lik depremden ben de payımı aldım. Ne yapacağımı bilemediğim o hazin, korkutucu anları depremden sonra aynen şu duygularla kaleme aldım:
NE DERSİN
Mutfağa yönelip sandalyemi duvara dayadım ve oturdum. Hafif slow müzik eşliğinde bakışlarımı tavana yasladım. Dün geceden kalma çay içtiğim bardağı yıkayıp yarıya kadar suyla doldurdum. Suyumu içtim, yavaş adımlarla oturma odasına yönelip bir hafta evvel yarım bıraktığım kitabın sayfalarını çevirdim. Aynı anda üç kitap okurken yarım bıraktığım kitabım şahittir ki, bina titremeye başladı. "Neler oluyor" şaşkınlığı içinde ve daha evvel karşılaşmadığım bu manzara karşısında bunun bir serap olabileceğini düşündüm. Korktum mu bilmiyorum; şaşkınlığın etkisinde kaldığım için korkunun varlığını fark edemedim..Saatten haberim vardı, bardaktaki yarım suyu içip telefonumun saatine bakıp salona doğru yürüdüğümü iyi biliyorum. Saat 13.56 idi, yarım bıraktığım kitabı elime alıp bir sayfa kadar okuduğum sıralardı, derinden bir manevrayla, narkozlanmış bir doku arasından sıyrılırcasına oynamaya başlamıştı odam, saat: 13.58 sularıydı.. Sallanmanın süresi 15-20 saniye vardı yoktu. Zaman o kadar kısaydı ki yaşadığım şeyin adını koyamadım ve tecrübesizliğime yenildim. İstanbul'da deprem oluyordu, titreyen duvarların gizli sedasını duysam da çaresizdim. Çekyatın altı boşalırcasına boşluğa düşmeye hazırlanan bedenim donuktu. Deprem oluyordu, felaketin 5.8'lik boyutuyla ilk kez karşılaşıyordum..Şiddeti biraz daha yüksek olsa biraz daha uzun sürse evvelden tanımadığım bu felaket beni de affetmeyecekti ne yapmam gerektiğini bilsem bile. Hani olur da telaş anında saniyeleri ifade eden bir sürede, bulunulan yer çıkışa uzakken insanın evini terk etmeye kalkışması- genellikle yapılmaması istenilen bir eylemken - kurtuluş uğruna açık bir alana ulaşabilme hareketi mümkün müdür ya da evin içinde kendini korunaklı pozisyona getirebilmek?
.
Bir gün yok olup gideceğiz bu asılsız dünyadan. Farkındayım: her birimiz, hepimiz öleceğiz. Belki ölümdür bizleri güzelleştirecek, adaletsizliği yerin dibine gömecek, şerefsizi de soyluyu da götürecek olan..Ne dersin? Belki de Tanrı'dır ölüm?
.
Engin Yeşilyurt
26 Eylül 2019/İstanbul
...
Ve devam ettim. Acım dinmedi çünkü!
SAAT 13.59
Cep telefonumu beylik silahi gibi kullandım bugün de. Sanki o; beni tehlikelerden, baskınlardan, sosyal kavgalardan, krizlerden koruyacak. Telefonuma baktım, defalarca baktım.. "Yaklaştı, yanı başımda..geldi.. geldi zaman" diyerek gözümü telefonumdan ayırmadım. Oturdum, kalktım, küçük voltalarla büyüttüm bir karışlık odamı. Gözlerim ekranda, ekranın tam da ortasını mercek altına aldığı rakamlar üzerinde. Yine o gürültü kopacak, papatyalarımın böğrüne hançer mi saplanacak? Bu defa serap değil, gerçekleri mi göreceğim? Başımı yastığa gömüp okuduğum kitabın içinden çıkıveren ölümcül, dehşetengiz saldırılar kalbimin ritmini bozacak mı? Geldi zaman, ağırlığı ve onarılmaz yırtıcılığını göğsümün üzerine bıraktı. Saat saat saat!!
Saat : 13.59
.
Nereye gideceğim "on üç", çıkış var mı "elli dokuz"? Düşüncelerimi patlatan dinamit; ben hangi tozun hangi dumanın, enkazın altından kalkacağım? Beş kuruşu olmayan insanların yanında gibiyim, hayatlarını sessizliğin burgacına boca etmiş sinesi parçalanmış yığınların kolundayım. Kurtulabilecek miyim bu halkadan, zincir yutan, pas tüküren çıkmazların sonsuz çığlığını unutabilecek miyim? Ateşe atılmış gömleklerimi yanmadan kül olmadan çekip çıkartabilecek miyim?
Saat 13.59
Dişlerimin kırıldığı oyuktayım bugün de.
Nasıl hareket etsem? Dışarı mı çıksam? Dış kapı nerede? Merdiven altları kadar tehlikeli mi komşuların feryadı? Hangi yankıya omuz versem? Koşsam mı ilk adımda fırlasam mı sokağa, sokağı geçip enerji hatlarını geride bırakıp açık sahalarda gökyüzünü, denizleri, toprağın çatlayan dudaklarını, bulutlara hükmeden, yıldızlara şiirler okuyan Tanrı'yı mı seyretsem?
Saat 13.59
14'e 1 var, 15'e 1 saat 1 dakika! Kaç saniyedir yaşamak, kelepçelerini eritip özgürlüğün soluğunu dinlemek? Vebalı bir yolculuk değilse adı nedir bunun? Anlatsana ey kalın duvarlardan gıdasını alan mor uğultu! Haydi "geçti" deyiver, sızlamayacak bir daha! Ürkütmeyecek resmiyeti, kırmayacak, bölmeyecek gayri!
Saat 13.59
Burada ben varım, milyonlarca insan, yorgun vatandaş ve üstümüzde ölüm!!
Engin Yeşilyurt
27 Eylül 2019/ İstanbul