By Mehmet Alp on Perşembe, 22 Haziran 2017
Category: Yaşam

TORUNLARIN ECDADI İLE SAVAŞI

Aslında bütün bunları yazmayacaktım. Farklı bir konuyu yazmak istedim. Ama yazdıklarımdan Endülüs'ün büyüsünün beni nasıl etkilediğini anlamışsınızdır.

Biri bana 'Avrupa'da muhakkak görmem gereken bir yer tavsiye et.' dese, Londra ve Paris demeden 'Endülüs'e git' derdim. 

Avrupa'nın her yerini gezmesem de, Kuzey-Batı Avrupa'da İsveç, Danimarka'dan İtalya'ya kadar bir çok ülkeye gittim. Her yerin kendine has farklı güzelliği olsa da, İspanya'nın güney sahili bir başka…

Hatta o kadar başka ki, gideli 20 sene olmasına rağmen hala tabiat güzelliğini, her köşesinde buram buram kokan tarihini unutmak mümkün değil.

İster kendinizi Akdenizin sıcak ve berrak dalgalarına bırakın, ister eşsiz damlataş mağralarını gezdikten sonra denizden dimdik göğe uzanan sarp kayalıkların üstünde kurulmuş Nerja şehrinin tarihi mahallesinde Akdeniz'in üstünde güneşin batmasını seyrederken kahvenizi için… Endülüs'ü gezdiğinize asla pişman olmayacağınızdan emin olabilirsiniz.

Dediğim gibi, Endülüs'ün büyüsü sadece tabiat güzelliğinden ibaret değildir. Endülüs'te medeniyet tarihi milattan önce 1000 yılına, İncil'de Tarshish diye geçen antik Tartessos Krallığına kadar dayanır, Fenike, Kartaca ve Roma İmparatorluğu'nun izlerini taşır. Müslüman Araplar Konstantiniye''yi (İstanbul) 4 sene süren fethetme çabalarından sonra (M S. 674-678) Roma himâyesinde kalan Afrika'daki topraklara yönelerek hakimiyetlerini Kuzey Afrika'da artırmaya başlamışlar. Bu fethedilen bölgede yaşayan ve İslamiyet'i kabul eden Berberilerden biri de Tanca valisinin emrinde olan Tarık bin Ziyad isimli komutanmış. 


Tarık bin Ziyad 710 senesinde bir kaç yüz askeriyle gemilerle bugün kendi ismini taşıyan Cebelitarık Boğazı'ndan Avrupa'ya geçmiş. Başarılı geçen bir seferden sonra ertesi sene 12 bin Morol askeriyle (bazı kaynaklar daha fazla askerden bahseder) Şam'da Emevi Halifesinin emri olmadan, ikinci bir sefer başlatmış. Bu sefer İspanyol topraklarına ayak bastıktan sonra gemilerin yakılmasını emretmiş ve askerlerine 'Geri dönmeye gelmedik. Ya fethedip kalacağız, ya da yok olacağız' demiş. İberya Yarımadasında yüzyıllarca süren İslam medeniyetinin temeli böyle atılmış. Dolayısıyla genel olarak yaygın olan bilgiye rağmen, bu medeniyet bir Arap Emirliği veya 'Devletinden' ziyade Berberiyelerin ve Morolların kurduğu ve yaşattığı bir medeniyettir.

Endülüs Emirliği / Devleti'nin altın çağı İslam tarihinin en parlak sayfalarından biri olarak anılır. Din ve ırk ayrımı yapmadan her türlü bilim adamı, sanatçı, şair ve müzisyenlere değer veren saray sayesinde Hristiyan, Musevi ve Müslümanların huzur ve hoşgörü içerisinde bir arada yaşadıkları bir toplumun var olduğu söylenir. Ve günümüzün İspanyasında bu medeniyetin kanıtları her daim mevcuttur. Oraya gittiğimde İspanyol devletinin bu tarihi mirası korumak için büyük çaba sarf ettiğini gördüm. 

Örnekleri teker teker saymakla bitmez. Gerek flamenko müziğinde bariz belli olan Kuzey Afrika, Arap motifleri, gerekse 'Fadima' veya 'Nuriya' isminde İspanyol kadınları 1492 yılına kadar var olabilen bu medeniyetin izleridir. 

Lakin her yerde olduğu gibi Endülüs'te de tarihin zamana meydan okuyan şahidi, tabii ki mimarisidir. Bunu o zamandan bugüne kadar muhafaza edilebilmiş Almeria sokaklarındaki eski küçük binalarında, Malaga'nın tarihi mahallesinde görmek mümkün olduğu gibi asıl muhteşemliği Sevilla'da Alcázar'ın olağan üstü bahçelerinde, Granada'da olan El Hamra Sarayı gibi baş eserlerde göz önüne serilir. Endülüs'e gidip görmeden olmazsa olmaz denilebilecek eserlerden biridir El Hamra. Meşhur havuzu olan Aslanlı Bahçesi başta olmak üzere adeta her santimi bir sanat eseridir. 

Ama sadece El Hamra değil, tüm Granada'nın ne kadar güzel olduğu o dönemin kör dilencilerinin 'Granada'da kör olmaktan kötü bir şey olamaz bu dünyada' diyerek sadaka dilenmeleri ile dile getirilir. Ve yüzyıllar boyunca Granada'nın büyüsü kalmış olmalı ki, İspanyolların meşhur şairi Federico Garcia Lorca memleketi için şu satırları yazmış; 

''Granada ilhamın şehridir,
Gözlemin ve hayalin şehridir,
Aşığın aşkını kuma her şehirden daha güzel yazdığı şehirdir…''

Federico Garcia Lorca

İberya Yarımadasında Müslüman egemenliği 1492'de XII. Muhammed'in (Batı kaynaklarında Boabdil adıyla geçer) Granda'yı Kraliçe İsabella ve Kral Fernando'ya karşı kaybetmesi ile sona ermiştir. Efsaneye göre şehri kaybettiğinde ağlayan XII. Muhammed'e annesi: 'Şimdi erkek gibi savunamadığının ardından kadın gibi ağlama.'' sözünü sarfetmiş (Tarihe geçen bir sözdür, cinsel ayrımcılık yapmıyorum).  

Bölgenin diğer bir baş yapıtıysa Cordoba'da 23 bin m2 alan üzerinde inşa edilen zamanın dünyada en büyük camisi olan Kurtuba Camii'dir.

Cordoba'nın tarihi semtinin açık kapılardan çiçeklerle dolu iç avluları görebileceğiniz küçük beyaz boyalı eski evlerin aralarından geçen daracık sokaklardan yürüyerek şehrin merkezindeki Mesquita'ya ulaşırsınız. İspanyollar ve tüm Batı arapça 'mescit' kelimesinden türeyen bu isimle anar Kurtuba Camiisini. Hemen eski musevi semtine komşu ve Vadil-Kebir (Guadalquivir) Nehri kenarındaki caminin temelini 786'da I. Abdurrahman attırmış. Kutuba Camii'nin Sütunları meşhurdur. Mükemmel bir simetri ile dizelen 856 sütunu vardır. 1236 yılında Kastilya Kralı III. Ferdinand şehri fethettikten sonra Kurtuba Camii'ni kiliseye çevirmiş.  

Cordoba'nın hristiyan egemenliği altında ilk 250 yılı camide küçük değişiklikler yapılmış. Sonra değişimler gittikçe büyümüş ve nihayetinde 16.yy.'da Cordoba şehir yönetiminin itirazlarına rağmen Roman-Katolik Kilisesinin isteğine müsaade eden V. Karl, caminin ortasının değiştirilerek klasik kilise mimarisine uygun inşa edilmesine müsaade etmiş. İnşaat bittikten sonra ilk defa Cordoba'yı ziyaret eden Karl'ın kilise temsilcilerine şöyle sitem ettiği söylenir:

'Nasıl bir mimarinin söz konusu olduğunu bilseydim, asla müsaade etmezdim. Her yerde olan bir şeyi yaparak dünyada sadece bir tane olan şaheseri mahvetmişsiniz.'

***
Aslında bütün bunları yazmayacaktım. Farklı bir konuyu yazmak istedim. Ama yazdıklarımdan Endülüs'ün büyüsünün beni nasıl etkilediğini anlamışsınızdır.

Asıl yazmak istediğim konu, Mimar Sinan'ın muhteşem şaheseri Şemsi Paşa Camisidir.
Muhtemelen Mimar Sinan 16. yy.'ın İstanbul'unda camiyi daha karaya yapmayı akıl edemediğinden (!), Boğaz'a bitişik yapmıştır.
Onun için şimdi Boğaz'a dolgu yapılarak etrafı betonla döşenecek. 

Sonra Şemsi Paşa Camisini düşünürken aklıma,
Şelçuklu Kümbet'ine dikilen TOKİ binaları geldi,
yok olmaya terk edilen Osmanlı arşivi,
tadilat bahanesi ile ırzına geçilen İshak Paşa Sarayı,
Araplara peşkeş çekilmek için mahvedilen Uzun Göl,
ve daha kim bilir duymadığımız, bilmediğimiz daha nice tarihi, kültürel hazinemiz...

Elin İspanyol'u güncel kültürleriyle alakası olmamasına ve hatta aykırı olmasına rağmen kaç yüz yıllık kültür eserlerini koruyor, muhafaza ediyor.

Ama bizim muhafazakar 'Osmanlı torunları(!)' 'ecdad' tan kalan eserleri gözlerini kırpmadan mahvedebiliyorlar.

V. Karl'ın ruh halini çok, ama çok iyi anlayabiliyorum;

''Her yerde olan bir şeyi yaparak dünyada sadece bir tane olan şaheseri mahvetmişsiniz.' 

Related Posts

Leave Comments