2010 Referandumu sırasında 12 EYLÜL ÖNCESİNE KAÇAK-GÖÇEK-ALDANMIŞ-ALDATILMIŞ BAKIŞLAR ÜZERİNE
Biz, can pazarında sahnede olanların, kaç türlü imtihandan geçtikten sonra, sahneden kaçanların ithamlarına mârûz kalmamız, tilkinin aslana beylik taslamasını hatırlatır.
Ucuz kahramanlıklar kadar, ucuz hükümler de tehlikelidir. Meydanda dizinin bağı çözülerek köşe bucak kaçıp saklananın, göze göz, dişe diş vuruşanlara en azından samîmiyet testi uygulamaya kalkışmaması gerekir. Bu, ikiyüzlülüğü de aşar. Bu kadarcık nâmûsu olmayanın, değer ve prensiplerden uzaklığını tahmîn edemezsiniz.
Böyle kafalarla varılacak bir sükûn devresi yoktur. Hiçbir hesâb böyle açılmadığı gibi, böyle de kapanmaz. Yaraları hoyratça açmanın en seçme şekli budur ve büyütmenin veyâ devamlı kanatmanın bundan daha garantili bir yolu yoktur.
Niyet bu değilse, yol yordam bilmezliğin anlaşılmaz densizliği kafa göz yarar. Yaralar kapanmadığı gibi, yenileri eklenir. İşler arap saçına döner. Biraz daha gerçekçi bir yoruma gitmek isteyen de şunu görür: Bu kafa, ancak ithamdan ve bel altı vuruşlarla tahrîk ettiği çatışmadan beslenir.
Biz, 12 Eylül öncesinde, topyekûn bir savaş ortamında rol alırken, böyle bir kargaşadan uzaktık. Kavgamız da, kavgamızın kavgası da bir bakıma netti.
Görünür tarafıyla, biz bu memleketi komünizme teslîm etmemek için cephedeydik. 1980 öncesi şartlarında, bu mücâdelenin gereksiz olduğu konusunda söz söyleyecekler elbette bulunabilirdi. O takdirde cılız başlayan sesleri, "geliyorum!" diyen bir komünizan ihtilâlin gözü dönmüş militanları yolda engelleyici bir durumla karşılaşmayabilirlerdi. Devlet güçlerinin ne kadar mütereddid ve kafa karışıklığı içinde olduğunu düşünürsek, sivil inisiyatifin devreye girmesinin önemi anlaşılır.
Sözü, çok keskin söylemekten kaçınsam da, net söylemenin yeridir: Bugün konuşanlar, dün susanlardır. Dünden
kalan birkaç şâhidi, balık tutanların yemliği gibi kullanmalarının gün içinde mantığı varsa da ahlâkı yoktur. "Kullanılma edebiyâtı" da onlar üzerinden yeşeriyor.
Bu hükmün doğruluğundan çok, eksikliğini müzâkere etmek lâzımdır. Netîcede, bu sözler de, yıllardır çiğnenen "kullanılma" sakızına cepheden giydirmedir. Ne kadar net ve yiğitçe olursa olsun, yaşananlardan dolayı, bir kavga malzemesi gibi algılanabilir. Böyle anlamak isteyenlere îtirâz etmem. Ancak, anlamak ve anlatmaktan yana olduğumu söylemek isterim.
"Biz değiliz, onlar suçlu…" demek için bunları yazmıyorum. Doğrudan girdiğim bahislerde takındığım tavır da, hakkı yenmiş ve kendini savunma tenezzülünde bile bulunmamış milyonlarca insanın hukûku adına konuşma ihtiyâcı duyduğumdandır.
Hiçbir menfaat duygusunun esir alamadığını bildiğim binlerce tertemiz gencin, yüksek kahramanlar ve rol modeller olarak gösterilen öbür kampta vuruşanlardan da, her değeri kullanmaya açık fırsatçılardan da daha çok takdîr edilmesi gerektiği, benim için çok açıktır. Bir vicdan borcunu ödemeye çalıştığımın, mutlakâ farkına varılmıştır, ümîdindeyim.
Sağda ve solda yer alan gençler, inanmışlardı. Bugünden bakınca, "inandırılmışlardı" denmesine de katılabilirim. Her iki hâlde de değişmeyen bir şey vardı: Bir ideal uğruna savaşıyorlardı. O ideal yanlıştı, doğruydu.. bunlar üzerinde mutlakâ çok şey söylenir, söylenmiştir, söylenmelidir. Kimin haklı, kimin haksız olduğundan başlayarak, sonuçla ilgili değerlendirmeler de yapılacaktır. İki taraftan vuruşanlar da bir oto-kritik dönemine girebilirler. Üçüncü şahıslar ve taraflar, daha soğukkanlı bakarak, tahlillere girişebilirler. Bütün bunlardan bir yekün çıkar ve memleket irfânına o yansır. Bu hesâb böyle görülür.
A.Yağmur Tunalı
(Kavga Günleri, 316.-318. sayfalar)