O gece adeta sabah olmak bilmemişti. Ömrünün en uzun gecesini yaşadığını düşünüyordu. Sabaha kadar 5-6 kez uyanmış, her seferinde ortalığın aydınlanmadığını görüp yeniden yatmıştı. Son kez uyandığında saatin altıyı henüz geçtiğini ve etrafın aydınlandığını görünce gözlerindeki ışık da artmıştı.
Eşi Ayşe ise sabah kalkıp namazını kıldıktan sonra yeniden yatmıştı. Bu yüzden Ayşe ve çocukları Elif ile Mehmet halen uyuyordu. Eşini uyandırmadan kalkıp önce banyoya yöneldi. Banyodaki alüminyum sitili su ile doldurup kulpundan tuttuğu gibi mutfakta aldı soluğu. Ocağın altını yakıp sitili üzerine koydu ve salona geçti. Yatmadan önce salondaki tahta kanepenin üzerine bıraktığı pantolonunun cebindeki tabakayı çıkarıp bir sigara sarmaya başladı. Yılların tiryakisi olmasına içmesine rağmen eskiden beri kahvaltı yapmadan kesinlikle sigara içmezdi. Ama bugün başkaydı. Yüreği, esir olduğu kafesten çıkarılacağını ve özgür bırakılacağını hisseden bir kuşun kalbi gibi heyecanla atıyordu.
Sigaradan derin bir nefes aldı önce. Tıpkı Ramazan ayında iftardan sonra yaktığı ilk sigaranın sarhoşluğu gibi başı dönmeye başladı. Biraz bekledikten sonra peş peşe nefeslerle sigarayı içmenin ötesinde adeta yiyerek tüketti. Sigarası bitince biraz uzandı. Dalmıştı... Gözlerini açar açmaz ocaktaki suyu hatırladı. Yerinden doğrulup mutfağa gidince suyun ılıdığını gördü. Sıcak yaz günlerinde gusül abdesti almak için ılık su da yeterli oluyordu. Su dolu sitili yeniden banyoya götürüp ardından da yatak odasına geçti. Yatağın altındaki sepetten iç çamaşırlarını alırken eşi Ayşe de uyanmıştı.
"Ben abdest alacağım, sen de kahvaltıyı hazırla." diyerek banyoya girdi.
Duşunu alıp iç çamaşırlarını giyerek yeniden yatak odasına geçti. 2 yıl önce aldığı ve çok sevdiği için sık sık giymesi nedeniyle renkleri değişmeye başlayan tişörtü ile 3 yıl önce kışın giymek için aldığı kadife pantolonunu üzerine geçirip salondaki kanepeye oturdu. Biraz sonra Ayşe yere bir sofra bezi serip mutfağa döndü ve çok geçmeden de elinde bir tepsi ile yeniden salonun kapısından girdi. Tepsinin ortasında içinde zeytin olan bir cam kâse ve akşamdan kalan bir somun ekmek ile bir bardak su vardı. Bir tepsiye, bir Ayşe'ye bakıp:
"Neden peynir getirmedin? Neden çay demlemedin?" diye sordu.
Ayşe, yaşadıkları yokluğu çoktan kabullenmişti. Bu yüzden kocasının karşısında sesini dahi yükseltmeden cevap verdi:
"Sana dün sabah kahvaltıdan sonra 'Evde peynir kalmadı' demiştim. Çay suyunu ocağa koydum ama su kaynamadan tüp bitti."
Tüpçüden aldığı son iki tüpün parasını ödememişti ve üçüncü tüpü istese eski borcunu ödemeden vermeyeceğinden emindi. Üstelik cebinde de bugün gideceği yerin yol parasından birkaç lira fazla olan meblağdan başka para yoktu. Onu da dün akşam arkadaşı Mehmet'ten almıştı. Kendi kendine "Tüp meselesini sonra düşünürüm" diyerek zeytin, ekmek ve sudan oluşan kahvaltısını yapmaya başladı. O kadar büyük bir heyecan içindeydi ki; eşi Ayşe'nin; "Evde doğru dürüst yiyecek kalmadı. Akşama gelirken bir şeyler al" dediğini bile duymadı. Onun dalgın hali dikkatini çekince Ayşe, dediğini bir kez daha tekrarladı:
"Evde doğru dürüst yiyecek kalmadı. Akşama gelirken bir şeyler al."
Birdenbire kendine geldi ve:
"Tamam, bakarım" dedi.
Saat dokuz buçuk civarında evden çıkınca ilk işi kendisi gibi gündelikçilerin beklediği işçi kahvesine uğramak oldu. Kahveden içeri adım attığında onu ilk gören kişi, artık yaşlandığı için çok ağır işlere gidemeyen hemşehrisi Hasan Emmi oldu:
"Ali buyur gel, bir çay içelim"
Çayı çok sevmesine rağmen kahvaltıyı bile su yapmıştı. O yüzden bu teklife 'Hayır' diyecek hali yoktu. Hasan Emmi'nin ikinci kez seslenmesini beklemeden ona doğru yöneldi. Masanın yanındaki sandalyeye oturur oturmaz da kahvehanenin garsonu Kenan elindeki tepsiden bir bardak çayı önüne bıraktı.
Hasan Emmi:
"Hayırdır Ali? Bugün geç kaldın. Yoksa rahatsız mısın? Allah göstermesin, korona-morona olmayasın"
Hasan Emmi son cümlesini gülerek söylemişti. Ali cevap vereceği esnada içeri bir adam girdi:
"Bir kamyon çimento var. Onu indirmek için 4-5 kişi lazım."
Hasan Emmi, Ali'nin gözlerine bakıp:
"Ne duruyorsun? Kalksana!" dedi.
"Bugün işe gitmeyeceğim."
Hasan Emmi şaşırmıştı:
"Ne oldu ki?"
"Ne olmadı ki Hasan Emmi! Bugün 86 yıllık esaretin zincirleri kırılıyor. İnsan böyle bir günde çalışır mı?"
Hasan Emmi bir şey anlamamıştı:
"Ne esareti, ne zinciri Ali? Kalk da ekmeğinin peşine düş!"
"Yok, Hasan Emmi. Bugün Ayasofya ibadete açılıyor. Cuma namazını kılmak için karşıya gideceğim. Üstümdeki elbiseler iş elbisesine benziyor mu?"
Hasan Emmi duyduklarını anlamaya çalışırken Ali de hızlıca çayını içip:
"Bana müsaade. Bugün orası kalabalık olur. Erkenden gidip yer bulayım" dedi.
Hasan Emmi'nin bir şey demesini beklemeden de kahvenin dışına çıkıp otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Durakta beklerken bir sigara sarıp yakmadan tabakasına koydu. Bir müddet sonra onu Üsküdar'a götürecek olan otobüs geldi. Otobüse binmek için basamakları çıkarken şoförün uyarısıyla karşılaştı:
"Maskesiz binilmez hemşerim."
Her ne kadar televizyon ekranlarındaki profesörler beyaz maskelerin tek kullanımlık olduğunu söylese de eşi Ayşe her gün kullandığı maskeleri yıkıyor ve bu sayede tasarruf ediyorlardı. Sabah evden çıkarken de akşamdan yıkanan maskeyi almayı unutmuştu.
Onu bu zor durumdan kurtaran ise durakta beraber otobüs beklediği bir kadın oldu. Çantasından çıkardığı maskeyi Ali'ye verdi ve o da bu sayede otobüse bindi. Yaklaşık bir saat sonra Üsküdar'a vardı. Oradan da tren ile Sirkeci'ye geçti. Cağaloğlu tarafından Ayasofya'ya doğru yürümeye başladı. Havanın sıcaklığına rağmen olabildiğince hızlı adımlarla yürüyor, o tarihi mekânda namaz kılacağını düşündükçe mutlu oluyordu.
Ayasofya'ya yaklaştığında etrafının polis barikatıyla çevrili olduğunu fark etti. Herkes barikatın dışında bekliyor, kimseyi içeri almıyorlardı. Bu arada salâ okunmaya başladı. Bir kısım insanlar ise karton parçaları veya seccadeleri ile gelmişler, caminin etrafındaki boş yerlere serip namaz saatini beklemeye başlamışlardı. Kalabalıktan uzaklaşıp daha önce sardığı sigarasını tabakasından çıkarıp yaktı. Biraz daha vakit geçirmek için Sultanahmet Camiine yöneldi. Sultanahmet'in etrafındaki kalabalığın Ayasofya'nın çevresine nazaran daha az olduğu dikkatinden kaçmamıştı.
Ayasofya'nın çevresi seyyar satıcılarla dolmuş, adeta bir panayır yerine dönmüştü. Bir ara dudaklarının kuruduğunu ve susadığını hissetti. Su satan çocukların birinden su satın alırken "Keşke ben de buraya bir tezgâh açsaydım" diye düşündü.
Ezan okunmaya başlayınca hızla polis kontrol noktasına yöneldi. İnsanların arasında ite kaka polis memurunun yanına doğru gitti ve polis memuru ile yüz yüze geldiğinde bir soru ile karşılaştı:
"Davetiyeniz var mı beyefendi?"
"Ne davetiyesi abi?"
"Camiye sadece davetiyesi olanlar alınıyor. Davetsiz olanlar dışarıda namaz kılacak"
Bir süre minareden duyulan "Hayye ale's-salâh, Hayye ale's-salâh. Hayye ale'l felâh, Hayye ale'l-felâh." nidası ile polisin söylediği "Camiye sadece davetiyesi olanlar alınıyor." sözleri arasında gidip geldi. Sonra da kendi kendine; "Olsun, 86 yıllık esaret sona erdi ya! Bugün de dışarıda kıl, ne olacak ki?" dedi.
Az ileride kaldırım kenarına bırakılmış bir karton parçası ilişti gözüne. Tam kartona yaklaşmıştı ki, ondan önce bir başkası alıp hızla oradan uzaklaştı. Mahşeri kalabalık arasında üzerinde namaz kılacağı kâğıt, karton veya bez gibi bir şeyler aradı fakat bulamadı. "Allah'ım sen kabul et" diyerek kaldırımdaki iki kişinin arsındaki boş yere geçip ayakkabısını çıkarırken sağ tarafındaki iyi takım elbiseli ve giyiminden yetkili biri olduğu anlaşılan adamın sinirli şekilde bağırdığını duydu:
"Beyefendi lütfen sosyal mesafeyi bozma. Buradan git, kendine başka bir yer bul."
"Bir namaz kılıp gideceğim."
"Şu gördüğün insanların hepsi de bir namaz kılıp gidecek. Kimsenin burada yatmak gibi bir niyeti olduğunu sanmıyorum. Kendine başka bir yer bul!"
Acele ile oradan ayrılıp başka yerlere bakmaya başladı. Kendince boş olduğunu zannettiği yerlere oturmaya kalkıştığında aynı uyarıyı alıyordu:
"Sosyal mesafeyi bozma!"
Sonunda caminin yan tarafındaki para çekme makinelerinin üzerinde oturan insanlar gözüne ilişti. Hızlıca oraya yöneldi ve güç bela bir makinenin üzerine tırmandı. Ezan bittiğinde oradaki kalabalık gibi kendisi de Cuma namazının sünnetini kıldı ve farzını kılmak için hutbeyi beklemeye başladı.
Gerek altındaki para çekme makinesinin çatısındaki sıcaklık gerekse üstten vuran güneşin sıcaklığı nedeniyle sürekli olarak terliyordu. Bekleyişinin yarım saati dolduğunda Boğaz Köprüsünden intihar etmek için atlayıp balıkçılar tarafından kurtarılmış biri gibi her tarafı su içinde kalmıştı. Bu tarihi güne tanık olmaktan mutluluk duyuyor ve içinde bulunduğu durumun mahşerde kendisinin lehine olacağına inanıyordu.
Devlet erkânının gelmesiyle normal vaktinden çok sonra başlayan namaz nihayet sona ermişti. Para çekme makinesinin üzerinden inip acilen bir gölgeye geçerek serinlemek ihtiyacı duyuyordu. Az ileride, Aya İrini tarafındaki gölgeye sığınmak için o tarafa yöneldiğinde polis barikatı ile karşılaştı. Protokol camiden ayrılıncaya kadar kimsenin bir yere gitmesine izin verilmiyordu.
Susuzluktan dili damağına yapışmış halde uzun süre bekledi. Protokolün alandan ayrılmasının ardından tıpkı geldiği gibi Sirkeci istasyonuna doğru yürüdü. Geldiği rotayı takip ederek evine dönecekti. Sirkeci istasyonundaki çeşmeden kana kana su içtikten sonra Marmaray'a binip Üsküdar'a, oradan da otobüsle Sultanbeyli'ye dönecekti. Evden gelirken bir buçuk saat kadar süren yolculuğu dönüşte daha uzun sürmüştü. Trafik ilerlemiyordu ve otobüsün içerisi de hamam gibiydi. Yaklaşık 4 saattir sürekli olarak terliyordu. Sonunda evine yakın olan durakta inip cebinde kalan son para ile ekmek alarak eve yöneldi.
Kapıyı açan Ayşe, kocasının terden ıslanmış haline şaşırmıştı fakat asıl şaşkınlığı elinde ekmekten başka bir şey olmamasıydı. Üstelik evde halen tüp yoktu. Bu hale bir anlam veremeden sordu:
"Giderken tüpçüden tüp istemedin mi?"
Ali'nin cevabı Ayşe'nin başka şey sormasına engel oldu:
"Şimdi tüpün sırası mı Ayşe? 86 yıllık esaret sona erdi."
Ayşe ekmekleri mutfağa götürürken Ali de içeri girdi. Acilen serinlemeye ihtiyacı vardı onun için daha koridordayken üstündekileri çıkarıp banyoya yöneldi. Banyodaki sitile su doldurup tas ile başından aşağı ilk döktüğünde ürperir gibi oldu ama daha sonra alıştı. Saçlarını bile kurulamadan banyodan çıkıp yatak odasına geçti. Üzerine yeni çamaşırlar ve giysiler giyip salona geçti.
Biraz sonra acıktığını hissetti ve Ayşe'ye seslendi:
"Evde ne varsa getir de yiyelim."
Ayşe, tıpkı sabah yaptığı gibi tepsiye zeytini ve ekmeği koyup getirdi. Ali, yer sofrasında yemeğini yedikten sonra televizyonu açıp bir haber kanalını izlemeye başladı. Bütün kanallarda bugünkü açılıştan ve Ayasofya'nın çevresindeki mahşeri kalabalıktan bahsediliyordu. Kalabalık arasında kendisini görmek umuduyla 37 ekran televizyona iyice yaklaştı ama bir türlü kendisini göremedi. Haber spikeri bültenin sonuna doğru işsizlikten, ekonomik sıkıntılardan, altın ve dövizdeki olağanüstü artıştan bahsederken Ali kendi kendine söyleniyordu:
"Ne mutlu bize! 86 yıllık esarete son verdik. Allah'ım sana şükürler olsun!"