"Şu tepenin ardındaki yıkıntılar bana ait bir çiftlikti."
İhtiyarın moloz yığınına dönmüş arsayı gösterirken eli titriyordu. Üzüntüsü her halinden anlaşılır olup, ses tonunun ağlamaklı bir hali vardı ve hâlâ kendini konuşmaya zorluyordu.
Elleri kırılacasılar… Ah keşke kovsaydım onları… Biz de yolcuya hürmet edilir…
Kızgınlığı kendisini toparlamasına, düşüncelerini yoğunlaştırmasına neden olmuştu.İhtiyarı saatler sonra bu kadar bilinçli olduğunu hissediyordum.
Onu köyün merkezine götürecektim, köyün merkezi yapılan soygun ve talandan etkilenmemiş, birçok kişi buraya kaçmıştı.
Sayısız yel değirmeni vardı sanki masallardan çıkmış gibilerdi. Birkaçının yanarken söndürüldüğü, diğerlerininse giriş kısımlarının taştan olması değirmenleri yangından korumuştu.
İhtiyarın kolunu omzuma alıp, yürümemiz gerektiğini söyledim. Yaşadığı sinir krizleri ve pişmanlığı içinde devam ediyordu.
Zavallı hayvancıklar… Zavallılar hepsini öldürdüler… Konuşurken gözleri sanki beni görmüyor, kendi içsel hesaplaşmasını yapıyor gibiydi. Yolumuz uzundu ihtiyara teselli etmekten başka ağzımı açmıyordum. Zor durumdaydı belki de her şeyini kaybetmişti. Bu da beni olayların nasıl başladığını düşünmeye itti.
Hikâyem şöyleydi: Buradan 50 mil ötede küçük bir karakolda erdim. Göreve ilk başladığımda yaşadığım şehre yakındı. Osmanlı’nın Balkan şehirlerinde yaşamış biri olarak görev yerimin memleketime yakın olması bana şanslı olduğumu sanıp günlerimi mutlu geçirmiştim. Oysa bu mutluluk halleri gittiğim yere ulaşınca son bulacaktı. Issız ve çorak arazide küçük bir ev, duvarlarla çevrelenmişti. Askeri bir yerleşim olduğunu gösteren iki şey vardı; birkaç askerin tüfekle etrafına bakınması ve de dalgalanan bayrağımızdı. Ortama çabuk uyum sağladım ve yorucu talimler, uzun nöbetlerden başka uğraşımız yoktu. Dün akşam yine bitmek bilmez nöbetlerin birindeydim, dörtnala gelen bir atlı içeri girip komutanla görüşmek istiyordu.
Geldiğimden beri ilk defa sıcak bir çatışmaya girecektik. Nöbetçi olduğum için giden ilk mangada değildim sabah olduğunda beni giden üçüncü mangaya alınmışlardı.
Görevimiz etraftaki haydutları yakalamak değil civar köylerdeki hasar ve zararı öğrenmek yardıma ihtiyacı olan garibanları bulmaktı. Suçun ilk işlendiği köye geldik etrafta birkaç asker vardı. Köylülerse evlerinden çıkmıyor, her an bir tehlike gelebilir diye pencerelerden göz ucuyla bizleri gözetliyorlardı. Ben kuzeye doğru yola çıktım beraberimde 7 asker daha farklı yönlere atlarını sürmüşlerdi.
Büyük meralar görüyordum. Buranın ticari getirisi hayvancılıktı. Sanki onlarca ağa yaşıyordu köyün civarında, katlı evleri sürüleri için geniş ahırlarıyla en az üç tane büyük çiftlik görmüştüm. Anadolu’da veya çoğu Balkan köyünde alışık olmadığımız türdendi bu çiftlikler. Silahlı ırgatlarla iyi bir şekilde korunuyor olmalılardı. Böyle bir felaketin doğması, insanın aklına büyük bir isyan adımlarını getiriyor. Hırsızlar veya kan davaları bile bu kadar yıkım getiremezdi.
Endişelerimi kendimde saklayıp nehir kenarından yola devam ettim. Tüfeğim dolu ve sol elimdeydi. Her an adi bir pusunun içine düşebilirdim. Tedbirliydim ve bu eşkıyalara harcanacak bir can vermeyi düşünmüyordum.
Saatler sonra ağlama sesleri duydum, atımın hızını azalttım. Etrafta kimse görünmüyordu. Ağlama seslerine eşlik eden bir de rüzgârın sesi vardı, şiddetliydi. Kulak tırmalayıcı gürültüsü melankolik bir tarzdaydı. Attan inip dizginleri elime aldım. Sesler arka tarafımdan koca bir kayanın yanından geliyordu.
İhtiyar çağrıma cevap vermiyordu, yanına gittim mataramdaki suyu gösterdim. Göz ucuyla bile bakmamıştı.
Kaybettim… herkesi kaybettim diye daha şiddetli yakınmaya başladı. Elimi mataramdaki suyla ıslatıp yüzünü yıkadım, hâlâ kendince söyleniyordu.
Yorgundum bu yüzden kendimi dünkü olaylardan ayrı düşünmek ve uyumak istiyordum. İhtiyarı kendi halinde bıraktım. İçim korkuyla kaplıydı, biraz kayaların üstünde oturdum. Uykum ağır bastı ama yaşadıklarımdan sonra ancak gözümü kapatabilirdim.
Sadece rüzgârın uğultusu içimi kapladı. Benliğimi kuşatan bu uğursuz ses, bu köyde yaşanan olayların korkutucu bir tınısı, ölümün çağrısı gibiydi.
Tüm dalgınlığıma rağmen sonunda köye geldik. İçimdeki anılar ve hayaller dinmişti. Köy komutanımın emirleriyle askerlerin sesleri etrafta yankılanıyordu. İhtiyar bir an durakladıktan sonra yüzünde tebessüm oluştu. Çiftlik Kahyasının çocukları ve kendi evlatları meğerse katillerden kaçabilmişler. Onları görmüştü burada çok duygusal bir an gerçekleşti. Sarıldılar ve Allah’a şükredip tekrar sıkıca kucaklaştılar. Herhalde civar yerleşkelerin fazlalığı katillerin dikkatlerini ve bölündükleri grupları azaltmıştı. Bu da onlara gözden uzaklaşıp kaçabilme imkânı oluşturmuştu.
Daha sonradan öğrendiğime göre ihtiyarın yakınları köyün sonundaki çiftliğe kaçmışlar. Burada köylüler ciddi anlamda silahlı bir güç oluşturmuş elindeki tüfeklerle birlikte evlerin pencerelerinde, ahır kapılarında siper alıp isyancı grubu beklemeye başlamışlar. Haydutlar çiftliğin etrafını sarıp saldıraya geçmişler ancak ağır kayıplar verince liderleri başına buyruk çeteleri zar zor geri çekebilmiş, ayrıldıkları diğer gruplar geceleyine kadar toplanmış.
İşte burada savaşın en acı verici noktası, isyancılarla köylüler boğaz boğaza harp etmişler. Sonunda Allah’ın yardımıyla süvarilerimiz yetişmiş, liderlerinin tek kurşunla kafasının yarıldığını gören isyancılar, kaçmaya çalışırken bir bir askerlerimiz tarafından vurulmuşlar yada tutuklanıvermişler.
Kuşkusuz bu kanlı ve acımasız olay büyük bir felaketti. Oysa bundan bir yıl sonra Balkanda Savaşlar başladı. Evet şu an cephedeyim ve yaşadığım en zalim olayın, şu anki içinde olduğumuz büyük savaşlarla ilgili olabileceği söylenebilir. Belki de büyük bir eşkıya olayıdır, bu konudaki bilgisizliğim beni bu kısır olaylar hakkında yorum yapmaktan men ediyor ama şunu kesinlikle söyleyebilirim ki orada canını veren fakat zalimliğe direnen milletimizin fertleri bu garabet olayın da üstesinden gelecektir. Çiftliklerdeki direnişi gören ben, bunu biliyorum ve tüm içtenliğimle inanıyorum.