By Engin Yeşilyurt on Pazartesi, 06 Nisan 2020
Category: Öykü

HOCAMIZIN KÖYLERE BAKIŞI

Artık orası müstesna bir köşe değil. Kurulu düzeni hiç olmadı desem haklıyımdır. Mavinin gökyüzüyle kavgasını orada gördüm, ne çiçek açtı bağlarda ne tarlalarda mahsul yetişti. Ne yer ne içer köylü diye soran olmadı mı, yoksa muhtar kış uykusuna mı yattı!? Belli ki kış uykusuna kışın yatılır diyenleri yanılttı köylü! Köylüye göre kış uykusuna yazın da yatılırmış. Ne olacak köylünün hâli? Yılın birkaç ayı sözde bağı bahçeyi eşeler kadınlar, üç beş koyun, birkaç da sığır otlar bayırda çayırda! Ne üretiyorsunuz, sağlıklı yaşam adına bunlarla mı yetiniyorsunuz sualini sormak büsbütün yerinde bir fiile işaretti.
Götürüp koysak köye profesörü, takvimler solunca bütün bildiklerini unutur, o da tüm parazitler gibi okeye döner mi?

Kısır didinmenin tutsak aldığı o köhne, paslı yerde tortu tortu diplere çökersin! Ey büyük Tanrım, ne idi bu köylünün suçu ki böylesine miskin bir cezaya layık görüldüler?

Düşünür düşünür durursun!
Anadolu bu muydu demek; içinden geçer, cam kırıklarına tutunan sivri ucuyla ve ciğerini kopartarak kazıya kazıya!

Hani dedim ya ömrünü bilime adamış bir profesörü götürüp bırakın o köye, bakın neler oluyor? Evet, aynen öyle! Sıra sıra anlatayım da düşüncenin akışı bozulmasın ey yurttaşlar😊!

Hocamız, saygın profesör; yakın arkadaşım Şahin'e bitkiler üzerinde yaptığı derin bir incelemenin doğayla nasıl birliktelik kurduğunu ve insanların bundan ne düzeyde etkilendiğini kanıtlamak için Anadolu'da çiçekleri açan, arıları, börtü böceği yoğun bir dağ köyüne gitmeyi teklif etti. Üstelik ülkemizi cennete dönüştürebilmenin bir yolunun da dağ dağ, tepe tepe yurdumuzun yeğin, yeni bir analitik süreçten geçmesi gerektiğinin altını çiziyordu. İyi de nereye gidecektik? Ne Şahin'in köyü vardı ne benim!
İşi düşmüştü bize hocamızın. Tam anlamıyla yok diyemediğimiz gibi evet de diyemiyorduk. Kaldık arada: aşağısı sakal, yukarısı bıyık! Hocamızın köyü yok muydu ki bizden talep ediyordu bunu?

_Şahin! Bir bakar mısın? Gitme hemen, dur! Hocamızı ne kadar eksik tanıyoruz, kaç senedir yanımızda, neler neler öğretti bize, fakat köyü var mı yok mu bilmiyoruz!

_Sen kendi adına konuş moruk😊 Sordun mu hiç hocamıza, dedin mi ki hocam hangi bölgenin, hangi ilin hangi ilçesi ve köyündensiniz diye, sormazsan öğrenemezsin tabii! Hocamızın tıpkı senin ve benim gibi bir köyü yok, şehirde doğup büyümüştür.

_O hâlde ihale kime kalacak?

_Ne ihalesi Tuğrul? Kimseye taahhüt yok! Zorlamaya gerek yok kolayı dururken. Vardır tanıdıklarımız, rica ederiz kendilerinden birkaç gün için izin verirler.

_Muhtardan izin alırız demek istiyorsun..?

_Hem öyle hem de tanıdığım kişi bize kefil olacak. Günlük gider, dağa taşa çıkar, gerekli otu bitkiyi toplar, hocamızın arzusunu yerine getiririz. Muhtar dilerse bizimle gelir dilerse de köylünün içinden aklı başında birkaç kişi seçip peşimize takar.

_Sormayacaklar mı bize: sizin tanıdığınız, çevreniz, köyünüz yokmu da buralara kadar geldiniz?

_Var işte diyeceğiz, tanıdığım kişi ne güne duruyor? Hallederiz, rahat ol dedi Şahin!
...

Arabamız hazır! Girdik yola, direksiyonda ben, şoför mahallinde değerli hocamız, arka koltukta Şahin; ilerliyoruz. Kaç kilometre gideceğiz, hesap kitap belli. Asgari beş yüz kilometrelik bir yol var önümüzde. Şahin'le ortak kullanacağız aracı. Hocamız sadece hayata, dünyaya dair felsefik, psikolojik tevillerle ruhumuzu okşayacak. Anlaştık diyemeyeceğim, çünkü biz otantik yargıların, doğal etkileşimin ürünü olarak hep bir arada bulunduk, hocamız konuştu, dinledik, gerektiği yerde kendisini yerdik, sustuğumuz zamanlarda da radyoyu açtık yahut hazırladığımız en güzel müzikleri müzikçalara emanet ettik; o söyledi, biz dinledik.
Çok severdi Zeki Müren'i, Müzeyyen Senar'ı. Hele hele Zeki Müren'in bir eseri var ki günaşırı dinlerdi. O eserde insanın insana ve sevgiye duyduğu yoğun ihtiyaçtan bahsedilmesi, belki herkesin tutunması gereken tek daldı!

Epey yol almıştık. Yolun üçte birinin geride kaldığı, dikiz aynasından Şahin uyuyor mu diye baktığım sırada:

_Şöyle kenara çek! Durdur, in dedi hocamız.

_Hocam siz dinlenin, Şahin geçsin direksiyonun başına dedimse de dinlemedi. İndim, bu defa ben geçtim şoför mahalline.
Direksiyon hocamızın emektar ellerine teslim.
Az sonra Zeki Müren'in kadife sesi yükseldi müzikçalardan. Ah siz, ey sert seslerin, çirkin, berbat bestelerin sahipleri sakın ha sakın, sakın bir daha müzikle ilgilenmeyin! Bakın bakın, şu suratın güzelliğine, duyduğu narin sesten aldığı lezzete bakın! Değmeyin hocamızın keyfine değmeyin!
Zeki Müren çaldığında saygı duruşuna geçer gibi sessizleşir, uzaklara dalar giderdi. Ayrıyeten en çok sevdiği parçalardan biri dillenmişse, yani "Muhtacım" çalıyorsa ufkun son kızılında ummanın saçını tarayan ayrıntıda var ediyordur kendini.

"Muhtacım gözlerine
Muhtacım sözlerine
Uzattım ellerimi
Muhtacım ellerine gitme"

diyen yakarışa ne demeli insan, ah hocam sen de mi muhtaçsın bir şeylere, neye, kime, nasıl bir şeylere?

Biliyor musunuz çocuklar dedi müziğin sesini kısıp kendi sesini ön plana çıkartırken, biliyor musunuz "insanın insana en kadim muhtaçlığının köklerini sevginin tohumları besler. Ne zaman ki sevgi tohumları uzaklara saçılır, işte o zaman yakınlarda aramaya koyulduğun sevginin ne de gerekli bir hazine olduğuna karar verirsin. Naşide'yi kaybettiğim o gün, bütün sevgi tohumlarımı uzaklara savurdu hicran. Ölüm; kerpeten sertliğine nail ataklarla söküp çıkardı yaşamın gerçekliğini köklerimizden, ıraklara fırlattı, ulaşılmaz sınırların ötesine, belki yıldızların çok daha uzağında bir yerlerde susturdu içimizdeki dili.

Biliyorduk eşini kaybettiğini ama bu denli soğuk, solgun bir hüznün kapılarını çaldığını, mezarı derin kazılmış ayrılıklara, tahminlerin bile ötesinde konumlanabilen uzaklıklardan yara aldığına dair bilgimiz yoktu.

Bir suyun kenarında durduk, yavaş yavaş sessizleşen, yeşilin şahlandığı topraklardan geçmeye başlamıştık. Sanırım yükseklerden gelip vadilerin çıkmazını delip buradan çıkıyor, sonsuzluğa boşalıyordu; buz gibiydi, sabitliyordu her şeyi, elini süreni kaskatı kesiyor, düzleştiriyordu bu su. Doya doya içtik, elimizi yüzümüzü yıkadık, suyun kenarında iskemle niyetine arka arkaya dizilen düz taşlara oturduk. Çok beklemeden harekete geçtik. Bu kez de direksiyonun başına şahin geçti, hocamızsa arka koltukta yerini aldı.
Gayri Zeki Müren çalmıyor; Şahin'in sevdiği dövmeli, agresif, yılgın tiplerden ibaret, bir tür hızlı konuşma adı altında şekillenen, kendinden geçenlerin yaptığı, adına da rap dediği müzikler çalıyordu. Şahin kafasını salladıkça ve bana "neden sallamıyorsun kafanı" dedikçe hocamızın yüzünde mani olamadığı bir gülücük beliriyordu. Nasıl sallarım kafamı, sallayayım mı yani diyecektim ki arkada sallandığını fark ettiğim kafaya baktım. Aa hocamıza bak! İçimden geçenleri okuyordu Şahin: Oğlum, ilk defa şahit olduğumuz bu şeyin adının rüya olduğunu söyle!
Rüya değildi, basbayağı sallıyordu kafasını, ritim tutuyor, elini dizine vuruyor, şarkının saçmasapan sözlerine eşlik ediyordu güya.

_Sen de salla Tuğrul! Şahin'in desteğe ihtiyacı var.

Ben de sallıyorum hocam, anlıyorum hocam, bazen boşa, gelip geçen şeylere de sallamak lazım kafayı. Aynı anda sallıyoruz kafamızı, şimdilik kainatın derdi umurumuzda değil. O ara şarkının sözlerine iyice kulak verdim, biraz daha hızlı salladım kafayı. Hocamıza salla salla diyen Şahin'e ben de omuz verip evet hocam sallayalım dedim.
...

Diken kaplı yolların, çamurların, dik rampaların olumsuz görüntüsünü arkada bırakıp şehrin merkezine nihayet vardık. Yola çıkmadan rezervasyon işiyle ilgilenmedik, aslında hocamız çok kızardı hazırlıksızlığa, hocamızın kızdığı şeyleri bilmemize rağmen gevşek davranmıştık. Acilen bir otel bulup konaklayacak, ertesi gün tez elden düşecektik yola. Yakıtımız tükenmek üzereydi, yakıt tedarikini sağlamak için doğu yönünde ilerlememiz gerektiğini söylüyordu esnaf.

Tarif edilen adresten yakıtımızı temin edip otel arayışımızı gerçekleştirdik. Kiraladığımız odalarda konaklayıp sabahın erken saatlerinde harekete geçtik. Haluk şehrin merkezine varmadan üç beş kez aramıştı Şahin'i, gelin misafir edeyim sizi, lütfen çekingen davranmayın, yerimiz yatağımız var demişti, fakat rahatsızlık vermek istememiştik. Olsun, biz böyle rahatız, istersen çıkıp gel, yarın birlikte varalım köyünüze diyen Şahin'e, yarın sizi "şu şu durakta" karşılayacağım yanıtını verdi Haluk.

Tekrar yollardayız, doğu istikametinde ilerliyoruz. Haluk'un bahsettiği durağın önündeyiz. Haluk yok. Yoksa yanlış mı geldik, bak şu telefonuna dedim Şahin'e. Durağın ismini doğru mu okudun ya da ara Haluk'u. Şahin telefona baktı, durağın ismi doğruydu. Doğru yerdeydik de Haluk yoktu. Aradı kendisini, acele eden bir sesle "geldim sayılır, bekleyin" dedi. Virajı dönen minibüsten inen kişi olmalıydı Haluk? Evet, odur dedi Şahin.
Haluk'la orada tanıştık. Adımızdan haberi vardı, lakin simamıza yabancıydı, keza biz de onun simasına uzay kadar uzaktık.

Hocamız ön koltuktan kalkıp arkaya geçti. Haluk, hocamızın yerine, ön koltuğa oturup yolu tarif etti Şahin'e. Sağa döndük, sola döndük, yokuşa vurduk, yokuş bitti bitecek derken önümüze kocaman bir ağaç devrildi. Öylece kaldık, korktuk, neler oluyor şaşkınlığı içerisinde birbirimize baktık. Haluk sâkin olun diyerek araçtan inip yukarıya baktı. Elinde motorlu testeresi, alnında boncuk boncuk terlerle orta yaşlarda bir adam belirdi çalıların arasından.

_Kolay gelsin abi, erken değil mi diye sordu Haluk.

_Erken mi, tam zamanı dedi.

Haluk işaret edince indik araçtan, Haluk'un yanına varıp beklerken motorlu testeresiyle parçalara ayırdığı ağacı öteye beriye kaydırmamız için bizlerden yardım talep etti adam. Gitmişti nazlı kızılağaç!
Adam ağacı parçalara ayırdıkça bizler ayrılan parçaları kenara çektik. Yol açılmış oldu, engelimiz kalmadı. En azından bir kazanın eşiğinden döndük, kesilen ağaç aracımızın üstüne düşebilirdi.

Şahin sordu:

_Neden kesiyor ağacı, henüz baharken tomurcuklanırken dallar?"

Haluk cevapladı:

_Güz mevsiminde kesse jandarmaya yakalanacak. Vakitsiz kesiyor ki dikkat çekmesin. Hazan aylarında jandarma devriye atar, etrafı gözetler.

_Fakat ağacı kesip yola düşürdü, bu nasıl çelişkidir?

_Rüzgarı ve ağacın yönünü hesaplayamamıştır. Yoksa aynı yatay pozisyonda ormanın içine yıkıp bırakacaktı.
....

Kahvenin önündeyiz, bir gün öncesinden Haluk, muhtarı aramış durumu bildirmişti kendisine, muhtar tamam deyip yine de Seyfettin isimli köylünün Haluk'un yanında olmasını istemişti.
Sabah saat dokuz sularıydı, köyün orta yaş grubu kahvedeydi. Kimileri kağıt oyunu oynuyordu kimileri okey. İçeri girdiğimiz anda herkes süze süze gözden geçirdi bizi, sonra Haluk'a baktılar kimdir bunlar diyerek. Kahvehanenin sahibi hoş geldiniz deyince her biri kendi masasına davet etmek için bizi ayağa kalktı. Sobanın yanındaki masaya yanaştık, oturduk. Haluk durumdan muhtarın haberinin olduğunu, aynı zamanda Seyfettin'in de kendilerine eşlik edeceğini bildirdi. Ocaktan gelen bardak sesleri çaycının demini alan çayı servis edeceğini gösteriyordu. Bir müddet sonra masadakiler ara verdikleri oyunu hararetle sürdürdü. Çaylar geldi, çay kaşıkları bardaklara temas etti, masadakiler ve biz çaylarımızı yudumladık.
Hocamız; kıvırcık saçlı, ablak yüzlü, her sözünü şakaya bağlayan adamın yanında yancı gibi duruyordu. Bizim de hocamızdan farklı bir yanımız yoktu işin doğrusu.
Kıvırcık saçlı, ablak yüzlü adam; ara ara hocamıza dönüp "Görüyor musun ihtiyar? Ele bak ele, çift gidiyorum çift! Seyret babayı, bak nasıl kopartacağım fırtınayı birazdan" diyordu. Sözde fısıltıyla konuşuyordu; resmen duyuyorduk yani.
Arkasından sesini yükselterek "Sahi ihtiyar, sen hayatında hiç oynadın mı bu oyunu? Oynamış gibi durmuyorsun, dikkatimi çekti de!.."
Yarım ağız bir tebessümle yetinip adama tek kelime etmeden kahvehaneyi taradı kısık bakışlarıyla hocamız. Anlamıştım niçin baktığını. Bakar görürdü, eksik ne gedik ne hemen tespit ederdi. Hocamızın bakışlarını takip ederek ben de bakmıştım. Etrafta ne bir gazete sayfası ne de bir kitap vardı. Cümlesiz, şiirsiz, öyküsüz, kupkuru bir işletmeye hazmetmek kolay mıydı?! Burası köy olabilir, gerektiğinde bir mağara; fakat kitap her yere girebilirdi. Sitemi gözlerinden okunan hocamız, muhtemelen sıkılıyordu böylesi sığ tablolar karşısında.

Aradan bir saat geçmişti, saat on civarıydı. Ne Seyfettin gelmişti kahveye ne muhtar! Merak edip de sormamış, kimse de bir şey söylememişti. Haluk'a göz kırptım, nerde kaldılar gibisinden. Bunun üzerine kahvehanenin sahibine sordu muhtarın ne zaman gelebileceğini.
Kahvehanenin sahibi gülümseyen edasıyla "eli kulağındadır" dedi. Gerçekten de eli kulağındaymış! Duymuştu bizi sanki, duyup gelmişti. Siyah ceketi, lacivert gömleği, mor kravatıyla kapı önünde dikilip selam veren kişinin muhtar olduğunu Haluk'tan önce davranıp takdim etmişti kahvehanenin sahibi.
Fark ediliyorduk, yabancıydık, ayırt etme gücüne sahip çocuklar bile o yörenin insanı olmadığımızı anlıyordu.
Muhtarla tanıştığımız sırada arka masalardan son derece ciddiyetsiz bir ses duvarları tokatlayıp muhtarın suratına çarptı.

_Ne olacak bu ülkenin hâli muhtar?

_Ey kendini bilmezler, siz önce kendinizi düşünün, ne olacak sizin hâliniz? Ne faydanız var memlekete, söyler misiniz? Muhtarınız sabah akşam ter döküyor, neymiş köylümüz rahat etsin diye.

İsyanında haklıydı muhtar, ama bir eksiği vardı: köylüyü hizaya getiremiyordu. Şayet köylüyü direktifleri doğrultusunda belli bir kalıba sokabilseydi, köyün yararına kullanabilseydi isyana gerek kalmayacaktı.

Muhtar, hocamızın elini sıkıp "Hocam kusura bakmayın, her yerde görmüşsünüzdür kendi kendini sömürdüğü gibi köyünü de sömürenleri." dedi.

Kahvenin dışına çıktık, yol boyunca biraz yürüdük. Muhtar, seyfettin'i aradı. Seyfettin birazdan geleceğini bildirince hocamız, muhtara iyice yaklaşıp "Kitap okuyor musunuz?" diye sordu.

_Hiç okumadım bugüne değin. İşten güçten zaman kalmıyor ki hocam!

_Siz yine de bir deneyin..! Belki kalır zaman!

_Denerim hocam!

_Hem köylünün de kitap okumadığı her hâlinden belli. Tek sayfa yazı çizgi göremedim kahvehanede.

_Ne yapabiliriz ki, varsa bir seçenek söyleyin hocam!

_Olmaz mı? Biz gereken miktarda kitap göndeririz. Siz yeter ki köylüyü kitap okuyacak kıvama getirin.

Seyfettin'in gelişiyle doluştuk aracımıza. Gittikçe darlaşan, çalının çırpının yoğunlaştığı yamaçlarda çalışan kadınlar gördük, ellerinde tahralar, oraklar; ot biçen, toprak eşen, inekleri otlatan kadınlar... Hocamız şöyle bir bakıp dedi ki: Çocuklar; bu talihsiz manzarayı seksenlerle doksanlarda görmek gayet normal karşılanırdı. Geçen zamanla Türkiye'nin birçok köyünde kadının yanında erkeğini var eden değişim hüküm sürmüştü. Ne var ki burada seksenler, doksanlar paslı yükünü hâlen kadınların omzuna yüklemektedir. Erkekler kahvede boş boş oturup gevezelik ederken kumar oyunlarıyla ilgilenirken kadınlar tozun dumanın, yağmurun, batağın içinde kadının zorlu yaşamını resmedip uğraşını veriyor. Ne olacak memleketin hâli diyenler, memlekete ne olduğunu ne yazık ki göremiyorlar. Kadının meta değil, eşit dengeler dahilinde eşinin yanında işleyen pırıl pırıl bir çark olduğunu kavrayamadıysak korkunç gidişat bizleri bekliyor demektir...

Hocamız bir dokunmuştu, bin işittik!
Kimden işittik?
Kimden olacak?
Seyfettin'den!
Açtı ağzını köyün orta yaşlısı Seyfettin, susmadı dağın zirvesine varıncaya dek, kustu içindekileri, ne olur anlatın derdimizi Türkiye'ye, duysunlar sesimizi dedi. Birçok bölgede çalışkan, kadını yanında çalışan erkekler vardı, Seyfettin de onlardan birisiydi. Zaten muhtar, kendisini aradığında tarlada hanımıyla toprağı çapalıyordu. İstiyordu ki herkes emek versin, elini taşın altına koysun! Sırf kadınlar çalışmasın, müşterek kuvvetin bilekleri köy namına üretken bir sistem geliştirsin!

...

Kimin aklına gelirdi yükseldikçe ölüm kadar ıssızlaşan diyarlara geleceğimiz, yoğunlaşan basıncın etkisinde bulutlara, sise dokunmanın serinliğini tenimizin hassas dokusunda hissedecektik! Allah'ın yarattığı kadim boşlukta sanki salkım taneleriydi ovalar, sıra sıra düzlükler, çimenin en tazesi, türkü okuyan çam ağaçlarının uçlarını kaşıyan kozalaklar, sonu gelmeyen refahın kollarında uhrevi bir nağmeye dönüşen yellerin hırçınlığına şahit olmamak mümkün mü?
İşte, tam da buradaydık. Yayıldık sahaya üçer metre arayla. Çiçekler topluyoruz, kokular arıyoruz, köklerin ruhunu sarıyoruz boynumuza. Hey patiskasını yıldırımların yırtamadığı araziler, uçsuz özgürlüğün çelikten kanatları, uçun uçun, götürün gövdemizi hakiki oluşumun diplerine, filizlenelim, büyüyelim, şakıyan bünyemizin hürriyetiyle şenlenelim!

Adını bilemediğim bir çiçeğe rastladım, hocama sorayım dedim. O esnada gözümün önünden kayarcasına bir siyahlık geçti. Baktım, hocam yok, nereye gitti? Çömelmiştim, diklendim, ayağa kalktım, bir şey yuvarlanıyordu, tomruğu andıran düzeyde koyulaşıp hızlanan! Yuvarlanıyordu, yuvarlanan hocamdı! Eyvah hocamız yuvarlandı, geçti gitti! Şahin, Seyfettin, Haluk ve ben; acil toplanma alanı oluşturup kütük misali yuvarlanan hocamızın peşinden koşmaya başladık.
Şahin'le ben düşüp kalkıyoruz, Seyfullah'la Haluk dengesini kaybetmiyordu. Hani ya düzlüktü ayak bastığımız zemin, meğer bıçak sırtıydı! Çizgi şeklinde uzanıp eğimler oluşturuyordu. Çim, çimen sabunlaşıyordu büsbütün. Dikkatsizlik kayıp gitmene, yuvarlanmana sebep oluyordu. Dikkatsiz mi davrandı hocamız? Nereye gitti, dilerim bir şeyciği yoktur?!

Aşağıda, bakın şurada dedi Seyfettin! Hocamız kıvranıyor, belini tutuyor; vazgeçiyor, başına dokunuyor...kan gördük kan! Kanıyor kanıyor hocamızın ensesi, kafası kanıyor! Acele etmeliyiz, doğruca hastaneye götürmeliyiz onu!

_ Hocam nasılsınız?

Çok ağrım var diyebiliyor, bayıldı bayılacak! Seyfullah sırtlıyor hocamızı, en kestirme yoldan aracımıza ulaşmaya çalışıyoruz. Seyfullah yorulunca Haluk sırtlıyor. Yol düzleşince Şahin ve ben sırayla sırtlıyoruz. Geldik hocam dayan!

_Ne kadar sürer hastaneye varmamız?

Ensesi, başı...tırmalanmış, delinmiş, kolları soyulup çıkmış, alnına odun parçacıkları batmış!..

Bir saat içinde ulaştık hastaneye. Hocamızı yatırdılar, gereken müdahaleyi yaptılar. Bekledik durduk, yanından ayrılmadık... Muhtar geldi, köyden birkaç kişi daha geldi...Hocamız iyileşti, çiçekleri sordu, yeniden deneyeceğiz dedi. Yeniden denemek için sıfırladık kendimizi. Al baştan, sil baştan yaptık!

Bu defa akıllandık, her birimizin ayağında lastik ayakkabılar; yalçın, kaygan engebeye kafa tutmaya karar kıldık!
Tekrar muhtara gittik, aynı ekip tırmandık, yırttık zorluğu, topladık çiçeğimizi, dönüşte muhtardan söz aldık, köylü kitap okuyacak dedik, anlaştık. Hocamız birkaç hafta sonra kütüphanesindeki binlerce kitabı bağışladı. Kitaplar köye gitti...Şimdi bilmiyoruz ne yapıyor köylü, okuyor, erkekler hanımıyla yan yana, diz dize çalışıyor mu? Fakat çok iyi biliyoruz ki; hocamız setlere, bariyerlere karşı insanın bitmek bilmeyen bir enerjisi olduğunu evrene öğretmenin sabrını evvela bizlere aşılamıştı!

Herkesle vedalaşıp dönerken sormuştuk: ne gördünüz, var mı bir özeti köyün, köylerin hocam?

HOCAMIZ KONUŞUYOR

Bu dağların tepelerinde umuda açılan milyonlarca bitki türü var, bu ormanlarda canlı türünü atiye(geleceğe) taşıyan sayısızca ışık, sıcaklık, akım, duyu vardır, hissedersen tabii. Dünyanın neresinde böyle güzellikler var demek istemiyorum, birçok yerinde vardır. Kimi ülkeler çöllerini bile cennete çevirirken kimi ülkeler kendi ormanlarının katilidir. Köylü ne kadar suçludur, suçlu ise niçin suçludur, iyi araştırmak lazım. Eğer köylünün doğalgazı yoksa bu ağaçlara kıyacaktır, bu ormanları yıkacaktır, kenarından kıyısından ılgıt ılgıt tüketecektir yeşili, alıp götürecektir oksijeni. Gayri o zaman kentlerin, sanayileşen meydanların kirli havasından bir farkı kalmayacak buraların. Kızılağaçların, gürgenlerin, kestane ağaçlarının kökünden sökülür gibi ölüme terk edildiği doruklarda yaşamın adını içeren canlılıktan bahsedebilir miyiz?

Köylüler neden ormanlarını kırar, yıkar, keser biçer hiç sorduk mu? Sosyal devletin kapısına gidiyor, çürümüş kokuşmuş linyit tozunu has Zonguldak kömürü diye yutturuyorlar. Oysaki yanmıyor kömür sandığı siyah toz!
Çamur yanar mı?
Kil yanar mı?
Rutubet yanar mı?
Yanmıyor işte!
Köylü çâresiz kalıyor, yıkıyor biçiyor, önüne geleni deviriyor!

Bu tepelerde bin derde devayı belki bir çiçekte bulursun, bir ağacın yaprağına bakarak yüzlerce terapistin sunamayacağı huzuru bulursun bulmasına da bunun için bilinç, vicdan ve bunları yapmayı sağlayacak sosyal devlet desteği lazım!

Bizim ülkemizde seçimden seçime işler insanlık, yardım ilkesi; başka zamanlarda siyasi çıkarcılık mütemadiyen kendine yontar. Sen köylünü adeta bir ziraat mühendisi gibi yetiştirmelisin ki doğanın, bitkinin, meyvenin ne demek olduğunu derinlemesine kavrasın, kıymetini bilsin...Bütün bunları Köy Enstitüleri yapıyordu; halkı, Anadolu'yu bilinçlendirip cahilliği süpürüp insanını tabiatla özdeş konuma getiriyor, memleket ülküsünün en güzelini bahşediyordu akıllara, kalplere. Ya şimdi neler oluyor, görüyorsunuz sanırım? Tablo belli değil mi çocuklar?
Siyaset köylüyü, köylü de doğasını öldürüyor. Başka izaha gerek var mı?

Ve şarkımız hocam dedi dolan gözleriyle Şahin, yarım kaldı! Kaldığı yerden başlatalım mı?
Şarkımızı kaldığımız yerden başlattık!

"Sensiz bir dünyadayım
Gerçekten uzak bir rüyadayım muhtacım
Beni sensiz dünyadan
Sonsuz rüyadan uyandır da git, muhtacım!"

Şarkımız, kırık vazoda suyunu tutamayan çiçeğe, kuruyan yaprağın son çığlığına yanarak ve insan evladının "muhtaç olduğu kudret, damarlarındaki asil kandan" çekile çekile bitti!

Engin Yeşilyurt
4 Nisan 2020
Saat: 08.00-23.52

Related Posts

Leave Comments