Zaten kimseyle anlaşamazdı. Hayır, hayır aksi ve huysuz değildi.
Aslında istese çok iyi anlaşabilirdi insanlarla. Sadece anlaşmak istemiyordu. İnsan sevmemek gibi tuhaf bir huyu vardı...
Evet! yanlış duymadınız, insanları bir canlı türü olarak komple sevmiyordu. Sırf bu yüzden -çocuklar hariç- insanların ölmesine de üzülmezdi.
O sabahta her sabah ki gibi erkenden uyandı. Kalktı, yüzünü yıkadı, elbiselerini giydi, evden çıktı. İnsanlar ona yeryüzünde sırtarıyormuş, fazlalıkmış gibi gelirdi. Yoldan geçen insanların yüzüne yine tiksinerek baktı. Durağa adımını attığı anda otobüs geldi. İyi, dedi. En azından beklemedik.
Otobüse bindi, yine insanlara tiksintiyle bakarak arkaya doğru ilerledi. Kimseyle muhatap olmamak için tekli koltuğa oturdu. Otobüsün içinde ağır bir koku vardı. Baktı camlar kapalıydı. Yine, ağız kokuları birbirine karışmış, ortalığı deviriyor, dedi. Sonra, insan işte n'olacak, diye içinden geçirdi...
Kafasını camdan tarafa çevirdi, dışarıyı izlemeye başladı. Yoldaki koşuşturmayı izlemek hoşuna gidiyordu. Erkenden evden çıkıp, bu koşuşturmaya dahil olduğu sabahlar kendini daha huzurlu hissediyordu. Sonunda otobüsten indi.
İşte, şehrin en hareketli noktasındaydı. Durdu, şöylece bir etrafı izledi. İnsanlar, otobüsler, servisler, seyyar satıcılar... Derin bir nefes aldı, yavaşça verip tekrar bir nefes aldı, içi açılmıştı. Ondan sonra insanları ve insanlara olan nefretini unutarak yürüdü gitti...