Fonda Neşet çalıyordu.
Ne çaldığını bilmiyordu belki, çünkü hangi parçanın çaldığını fark edecek kadar kendinde değildi. Olsun. Şunu bal gibi biliyordu ki Neşet çalıyordu ya o yeterdi. Hatta Neşet karşısında oturuyordu. Konuşuyorlardı, dertleşiyorlardı. İçlerini döküyorlardı harman döker gibi... Hayır! Ne Neşet vardı karşısında, ne de konuşuyordu onunla... Neşet, karşısında değil onun gönlünde çalıyordu. Hatta Neşet, tüm türkülerini onun için havalandırmıştı!
Saate baktı, gece yarısını epey geçmişti. Neden saate bakıyordu ki? Neşet dinlediğine göre elbette vakit gece olmalıydı.
Neşet'i düşündü. Gecenin bu saatinde toprağın altından onunla bağlantı kuran adamı... Ne çileli ömür yaşamıştı öyle. Kendinden utandı. Onunkiler de dert miydi be! Sonra durdu, Neşet olmadığını hatırladı. O Neşet miydi ki Neşetçe dertlere göğüs gerebilecekti. Teyibe uzandı, silindir düğmeyi hayatının en nazik dokunuşuyla kavradı ve hayatının en yavaş hamlesiyle çevirdi. Öyle ya Neşet çalıyordu! Öyle bir anda sesle oynanır mıydı? Hatıraya saygı denen bir şey vardı.
Neşet'i düşünmekten vazgeçti. Neşet göçmüştü bu dünyadan. Hem de Neşet olarak. Ya kendisi? Kimdi? Henüz hiç kimse! Ne iş yapardı? Yazarlık. Peh... Ne koydu ki ortaya yazar diyebilsin kendine? Ya şiirleri? Dur! dedi kendine. Üç - beş şiirle şair olunmaz! Belki de yarın çıkıp bir iş bakmalıydı kendine...
İçi o kadar doluydu ki... Yazsa sayfalar dolardı. Boş sayfalar! Boş laflar, boş cümleler, boş benzetmeler, boş tanımlar sayfaları doldurabilir miydi?
Yok! dedi. Benden bir halt olmaz. Yazar olamasam da okur olurum dedi. Okura ehliyet soran yoktu ya. Eline kitap alan okur oluyordu. Ne yani yazarlar bu kadar sancıyı böyle basit insanlar için mi çekiyorlardı? Hayır! Yazarlar yalnız kendilerine yazardı!
Öyle çok sevdiği, elinden düşürmediği bir şair ya da yazar yoktu. Çok okurdu fakat bir türlü kimseye gönülden bağlanamamıştı. Bir Neşet vardı bağlandığı. O da yazar değildi. Süslü cümleleri, basılı eserleri yoktu. Mısraları vardı Neşet'in, insan adeta dertle doğrayan satırları...
Kitaptıkta duran tozlanmış kitaplara göz gezdirdi. Değil okumayı, eline almayı bile canı istemedi. Vazgeçti...
Okurluğu da beğenmedi. Bu kadar kolay olmamalıydı. 20 senenin yaşanmışlığı, 2 sene boyunca yazılacak ve sadece 2 günde mi okunacaktı? Ya sonra? Kitap haline gelmiş anıların belki üstü karalanacak, belki ucu yırtılacak... Belki tozlu çatı katlarına, bodrumlara, kömürlüklere hapsedilecekler. Ya sonra? Belki bir ana, çocuğunu ısıtmak için yaktığı sobayı tutuşturacak onun yazdıklarıyla. Belki bir seyyarcı bardakla çitlek ölçüp koyacak kese kağıdı haline gelmiş anılarına. Belki bir işportacı bolca tuzladığı haşlanmış mısırı saracak anılarla dolu yapraklara...
Bir anda dikkatini çalan türküye yöneltti. Ve yine Neşet'i düşündü ister istemez. Plaklar, bantlar, kasetler, afişler... Hepsinde Neşet vardı, hepsi Neşet'indi. Onlar kim bilir neredeler şimdi? Kimisi mazruflu, kimisi korumalı, kimisi yırtık, kimisi yitik... Kimisi bir babadan evlada miras, kimisi döküntü bir evin duvarını oluşturan yegane parçası... Oysa Neşet? Neşet hep buradaydı. Neşet hep gönülde!
Neşet, hep farklı gönülleri tasavvur etse de anlattığı tek bir sevdâ idi. Sanki sevdâyı anlatma eylemi Neşet ile neşet etmişti.
Ve düşündü:
"Şu dünyada bir Neşet vardı. O gitti, geriye Neşet olmak kaldı."
Deli